Fatih Erdoğan
Su Gibi İngilizce Konuşmak
Güzel yurdumun güzel insanları İngilizceyi çabucak öğrenmek istiyor ama olmuyor. Velilerin tamamı sık sık çocuklarının istenilen seviyede İngilizce öğrenemediklerini ve bu konudan muzdarip olduklarını dile getiriyorlar. Bu konuda velilerimden bana da hemen hergün can sıkan eleştiriler geliyor.
TEOG Sınavından sonra eleştirilerin dozu artınca konuyla ilgili uzmanların görüşlerini okumaya başladım. Sinem Ersever’e ait aşağıdaki yazı da bunlardan birisi. Çok beğendiğim için olsa gerek bu yazıyı okurlarımla paylaşmak istedim…
NASIL SU GİBİ İNGİLİZCE KONUŞULUR
Amsterdam’dan bir arkadaşa ’‘Nasıl oluyor da tüm Hollandalılar su gibi İngilizce konuşuyor?’’ diye sordum. ‘‘Çok basit! Konuşmazsak dünyanın hiçbir yerinde ne yemek sipariş edebiliriz ne de yolumuzu bulabiliriz... Kimse Hollandaca bilmiyor ki!’’ diye cevap verdi. Bu bizim için de aşağı yukarı öyle diye düşündüm; ama Hollanda’da İngilizce konuşanların oranı ve konuşulan İngilizcenin seviyesi şaşırtıcı derecede yüksekti.
‘‘Peki, hangi yaşta ve nasıl öğrendin İngilizceyi’’ diye sorunca arkadaşım uzun bir soluk alıp ‘‘bilmem okulda öğrenmeye başladım, küçüktüm hatırlamıyorum’’ dedi. İçimden bu birinci neden diyerek saymaya başladım. ‘‘Sonra Hollanda’da tüm yabancı filmler İngilizce yayınlanıyor televizyonda, sadece Hollandaca alt yazı ekliyorlar, çeviri yapmıyorlar. Onun da çok faydası oluyor’’ diye ekledi. Neden iki...
‘‘Bir de tabii çocukken okul turlarıyla İngiltere’deki müzeleri gezmeye giderdik. İyi bir pratik imkânıydı bu turlar’’ dedi. Neden üç!
Fark ettim ki üç nedenden ikisi pratiğe dayalıydı.
Sonra kendimi düşündüm. 10 yaşında kolejde İngilizce öğrenmeye başlamış, lisede devlet okuluna geçince bildiklerimi unutmamak için ayrıca İngilizce kursuna yazılmıştım. Hatta 18 yaşında 15 günlüğüne İngiltere’ye gitmiştim. Yine de 23 yaşında Londra’ya okumaya geldiğimde İngilizcem hiçbir Hollandalı kadar iyi değildi. Gramerim Upper-Intermediate ya da Advanced çıkıyor ve hocalarım ekstra ders almama gerek olmadığını söylüyordu; ancak aksan problemlerinden dolayı insanlar beni, ben de insanları anlamakta zorlanıyordum.
Şimdi ise Hollandalı arkadaşım bana ‘‘sen burada büyüdün ama değil mi?’’ diye soruyordu. Tüm turistler beni peynir beyazı olmayan tenime rağmen İngiliz sanıyor, Türkler İngilizce konuşunca Türk olduğumu anlamıyordu. Nereden ve ne çabuk kapmıştım bu aksanı? Burada 25 yıldır yaşayan, elinde İngiliz pasaportuyla gezinen ama tek kelime İngilizce bilmeyen Türkler de vardı. Nedendi bu fark?
Düşününce, cevabı yine o üçte ikilik kısımda buldum: Pratik!
‘Dil yerinde öğrenilir!’ sözü çok doğru ama tam değildi. Londra’da koleje ilk başladığımda Film ve Medya Bölümü’ndeki tek Türk bendim. Sınıfımızda da tek bir İngiliz vardı. Geri kalanlar ya Uzak Doğulu ya da Hintliydi ve de kendi aralarında gruplaşmayı tercih ediyorlardı. Ben de bu İngiliz arkadaş ve de Hintliler grubuna katılmak istemeyen bir Hintli çocukla zaman geçirmeye başladım. Tek ortak noktamız hepimizin Londra’ya yeni olmasıydı. Farkımız ise İngilizce seviyelerimizdi. Aralarında en kötü İngilizce de benimkiydi.
Dediklerinin çoğunu anlıyor ama istediğim hızda ve şekilde cevap veremiyordum. Sanki dilsizmişim gibi hissediyor, sohbetlere tam katılamamanın sinir bozucu eksikliğini yaşıyordum. Emindim ki eğer herkes yazarak konuşsaydı her şeyi anlayacaktım, ama aksan farkları beni çaresiz bırakıyordu. O zamanlar bu durumun bugünler için en iyi yatırım olduğunu bilmiyordum.
Zamanla tüm arkadaşlarım ya İngiliz ya da hayatının çoğunu İngiltere’de yaşamış yabancılardan olmaya başladı. Tanıdığım Türkler zaten Türkiye’ye geri dönüş yapıyordu.
İngilizcesi çok iyi olan insanlarla sürekli vakit geçirmenin dil öğrenmedeki avantajını bugün görüyorum ama dezavantajları da zamanında az değildi. Grupta İngilizcesi en kötü olan hep ben oluyordum. Yapılan esprileri çoğu kez kaçırıyordum ve İngilizcem hiç gelişmiyormuş gibi geliyordu.
Bugün benden daha çok yurtdışında kalmış birçok kişiden daha iyi İngilizce konuşabiliyorum. Sürekli bana soruyorlar: ‘‘Nasıl yaptın?’’. ‘‘Pratikle’’ deyince de inanmak istemiyorlar; çünkü onlara fazlasıyla basit bir cevapmış gibi geliyor. İşin doğrusu hiç de basit bir süreç değil ama denemedikleri için bilmiyorlar.