Dr.Mehmet Güneş

Dr.Mehmet Güneş

Gönül Semâmızdan Bir Yıldız Daha Kaydı -1-

GÖNÜL SEMÂMIZDAN BİR YILDIZ DAHA KAYDI  AHMET TEVFİK OZAN HAKK’A YÜRÜDÜ  -1-

 

“Bir merhaleden güneşle deryâ görünür,

Bir merhaleden her iki dünya görünür,

Son merhale bir fasl-ı hazandır ki sürer;

Geçmiş gelecek, cümlesi rü’yâ görünür.”[1]

İnsan; “yetîm-i akran” olmanın ne demek olduğunu,  gün akşama yaslanınca çok daha iyi anlıyor.   “Hayata berâber başladığımız”[2] dostlarla yollarımız bir bir ayrılıyor.  70’li yılların o çok zor şartlarında “Dîn ü devlet, mülk ü millet” için mücâdele bayrağını birlikte yükselttiğimiz arkadaşlarımız;

Gelir bir bir, gider bir bir, kalır Bir;

Gelen durmaz, giden gelmez bu bir sır.”[3]

hükmünce birbiri ardından Âhiret Yurdu’na göçüyor.

 “Onlar” diye tesmiye ettiğimiz; başı dik, alnı ak ve sevdâsı Hakk olan, “Kevser akan ‘Gül’ kokan”[4]; Anadolu’nun alın teri, “Bu Ülke”nin “yerli”leri, Türk’ün yürek sesi, Türk Dünyası’nın beşik kertmesi ve ideâlizmin son efsânesi olan “Bizim Çocuklar” da artık gönül semâlarımızdan bir yıldız gibi kayıp gidiyor.   Bu dünya hayâtına vedâ edip “Meçhûle giden bir gemi”ye[5]  binen gönüldaşlarımız “Gittikçe Artan Yalnızlığımız”a[6] yeni bir yalnızlık daha ekliyor…

Kûs-i rıhlet[7] çalınca, sararan yapraklar düşüyor dalından.  Bizler; eksik günlerimizi tamamlamayı beklerken, vakti gelenler hicret ediyor bu hayat masalından.  Fuzûlî’nin:

“Gelin ey ehl-i hakîkat, çıkalım dünyadan

 Gayrı yerler görelim, özge safâlar sürelim…”

dizelerinde ifâde ettiği gibi; ten kafesi açılırken; can kuşu hürriyete kanat çırpıyor, gemilerin geçmediği sonsuz bir ummâna yol alıyor… Güneş gurûb ediyor, zaman birden kırılıyor ve âniden Bâkî Âleme bir kapı açılıyor. Herkes için, gün batıyor, söz bitiyor, kalp duruyor, ibre sona vuruyor… Âdemoğlu; kaçınılması aslâ mümkün olmayan başlangıcın sonuna ya da sonun başlangıcına vâsıl oluyor ve geriye “ömür” denilen  “Yerin üstünde görüp geçirdiğimiz rü’yâ”[8] kalıyor… “Her başlayan bitiyor, her gelen gidiyor,  her yeni eskiyor, her tâze bayatlıyor,  her yaşayan ölüyor ve her şey zevâl buluyor ve sâdece ezelî ve ebedî olan Allah bâkî kalıyor.”[9]

Dede Korkut’un; “Gelimli gidimli dünyada, son ucu ölümlü dünya” diye ifâde ettiği bu fâni hayatta ölüm, “..Her nefsin mutlaka tadacağı..”[10]  ve inkârı katiyen mümkün olmayan apaçık bir hakîkattir. Ölüm; ölümün öldüğü ebedî bir âlemde yaşanan rûhî bir hayattır. Ölüm, inancımıza göre fânî hayâta son noktayı koysa bile, ebedî dünyaya vâsıl olmamızı sağlayan bir mukadderattır. Ölüm; “..İnnâ lillâhi ve-innâ ileyhi râci’ûn..”[11] emr-i İlâhî’sine icâbet etmekle başlayan bir vuslattır. Ölüm;  Âhiret hayatının başlangıcı olan berzâh -kabir- âleminin giriş kapısında ölümsüzlük için alınan bir berattır.  Ölüm; her lahzâ kendisini bize hatırlatan, ama bizim bir türlü tam olarak idrâk “En büyük vâz ü nasîhattir.” Ölüm, duymak istemesek de duymak mecbûriyetinde olduğumuz bir nidâdır. Ölüm, “vakitsiz geldi” desek de; boyun eğmek mecbûriyetinde kaldığımız bir vedâdır. Ölüm; herkesin ödemek mükellefiyetinde olduğu bir borcu edâdır. Ölüm; “Ta haşre kadar sürecek / Bir şeb-i yeldâdır.”[12] Ölüm, aslında bir “elvedâ” değil, yeni bir hayata “merhabâ”dır…

İşte; “Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”[13] diyerek can emânetini teslim etmek ve ölümsüzlük diyârı olan vatan-ı aslîsine kavuşmak için Dr. Ahmet Tevfik Ozan da bir mübârek Cuma günü  “Ircı’i!”[14]* emrine icâbet etti… Ozan; bir şiirinde;

“Şâir ne ki hüzün, akşamla giden ömre yanarsın?

Gurûbunda güneşin, bin sabah müjdesi var!

Sen hasret pınarıyla Sevgili’ye kanarsın

Ve sana kabristanlar; kış da, binlerce bahar!..”[15]

dediği ve “Ölüm şerbetiyle bize can gelir”[16] dizesiyle vasfettiği yeni bir hayâta başlamak için Hakk’a yürüdü.

Ahmet Tevfik Ozan, şâirin;

“Kurulu yayımdan çıktım,

Ok olur Sana gelirim.

Var olmak bu ise bıktım,

Yok olur Sana gelirim.”[17]

dediği gibi, 15 Ocak 2021 tarihinde geçirdiği bir kalp krizi neticesi dünya misâfirliğini tamamladı ve bir ikindi güneşi gibi âniden gurûb etti.  O;  yıllar önce yazdığı bir şiirinde ölümü;

“Ölüm, sen kar mısın şerbet tasında?

Sılada yâr mısın gurbet yasında?

Ak oldun saçımda taşıdım seni

Bir çiçek nar mısın dert ortasında?!..” [18]

diye târif etmiş ve “Kanadına gök değmemiş güvercinlerin”[19]  yurduna sefer edeceğini dizelere dökmüştü. O; fâni dünyada bir yudum su içmektense, Cennet bahçelerindeki Kevser dolu şadırvanlardan kana kana nûş etmeyi arzuladı ve dünya zahmetinden Allah(c.c.)’ın rahmetine hicret ederek Rahmet-i Rahmân’a kavuştu.

O’nun  “Sonsuzluğun Sâhibi”ne ulaşması, Sâdi Şîrâzî’nin;

  “Öyle bir ömür geçir ki olsun;

  Mevtin sana hande, halka mâtem”[20]  

dediği gibi ona vuslat, bize hicrân oldu. Ahmet Tevfik Ozan; Cuma namazı sonrası medfûn olduğu Harput Mezarlığı’ndan, hâl diliyle;

“Bu dünyadan gider olduk

       Kalanlara selâm olsun…”[21]

derken,  onu tanıyan ve hakkında istisnâsız hüsn-i şehâdet eden herkes; gözleri terleten bir melâl ve hazin bir teessür içinde kaldı. Çünkü Dr. Ahmet Tevfik Ozan, bizim; îmanına, ihlâsına, irfanına, insanlığına, ideâlistliğine, dürüstlüğüne, vatan ve millet sevdâsına her iki cihanda şâhitlik edeceğimiz kelimenin kâmil mânâsıyla bir güzel insandı. Yüce Rabbimiz, Mahşer günü onu da bize şâhit kılsın inşaAllah…

O; ismiyle müsemmâ, özü güzel, sözü güzel, gönlü güzel, istikâmet sâhibi muttakî bir Müslüman, ruhunun bütün hücrelerine kadar Türk, Yusufiyeli çilekeş bir alperen,  bir ömür “Türk-İslâm Ülküsü” için alın, zihin ve gönül teri döken çok kıymetli bir şâir, hâzık bir hekim, kadirşinas bir ağabey, kültür çağlayanı bir akademisyen, millî düşünce ufkuna sâhip bir münevver, bu toprağın değerlerine yürekten bağlı bir ehl-i dil, nesli tükenmeye yüz tutan bir ahlâk numunesi,  her hâliyle bir karakter âbidesi, “Gül” kokulu bir El-Azîz beyefendisi ve altın kalpli bir gönül adamıydı.

Ahmet Hamdi Tanpınar; “Hayat, ölüm için yazılmış bir kasîdeden başka bir şey değildir.” demektedir. Yâni hayât kasîdesini anlamlı, güzel ve hayırlı kılan; amel defterimize sâlih emellerin işlenmesi ve yaşanan hayatın hayra medâr bir ömür olmasıdır.  Hâl böyle olunca, onu yakından tanıyan biz kadim dostları  şehâdet ediyoruz ki; Ahmet Tevfik Ozan; hayatını  îmanına şahit tutmuş, “Dîn ü devlet, mülk ü millet” için “sırât-ı mustakîm” üzre yaşamış, Ay Yıldızlı bayrağımızın remzettiği değerler manzûmesinde ifâdesini bulan ve Tevhîd kalemiyle yazılan; “Sünnet sancağındaki îman” ve “Rahmet kucağındaki Sübhan yazısı”[22] rûhunun bütün hücrelerinde  duyarak hareket etmiş ve  ‘Allah (c.c.) hatırından daha üstün bir hatır,  vatan ve millet menfaatinden daha âlî bir menfaat’ olmadığını hâl-i hayâtında ortaya koymuştur. O;  ömür defterinin her sayfasını; Muhabbet-i Rasûlullah, Muhabbetullah, Mârifetullah ve Aşkullah ile yazmış; “Gül” kokulu bir kalemle vatan, millet ve bayrak sevgisini dizelere dökmüş, ömür kasidesine muhteşem “beytü’l-kasid”ler nakşetmiş ve hayat defterinin Cennet azığı olarak Âhiret Yurdu’na götürmüştür.

* * *

Ahmet Tevfik Ozan 1953 Elazığ / Harput doğumlu olup, halk şâiri Mehmet Râsim Ozan’ın oğludur. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketinde tamamlamış, 1971 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmıştır. Bizim neslin çok iyi bildiği gibi 70’li yıllar; kızıl namluların kan kustuğu, Türkiye’de zemheriden başka bir mevsimin yaşanmadığı, Rusya’nın aziz Türkiye’mizi Sovyetlerin bir uydusu hâline getirebilmek için çok sinsi plânlar ve tehlikeli oyunlar tezgâhladığı yıllardı. 70’li yıllar Türk milletinin ateşle imtihan edildiği, anarşinin ve ölümün kol gezdiği,  ülkemizin bir komünist ihtilâlin kucağına doğru sürüklendiği, zaaf içindeki devletin olanları sâdece seyredip hiçbir şey yap/a/madığı  kan ve barut kokulu yıllardı. 12 Eylül öncesindeki yıllar; fakülte ve yüksekokulların özerkliğinden istifâde eden ve dış güçler tarafından desteklenen komünist teröristlerin üniversiteleri bir anarşi üssü yapmak ve birer “kurtarılmış bölge” hâline getirmek için ideolojik amaçlı işgallerin, boykotların sahnelendiği ve “Devrim kanla yazılır” çığlıklarının zirvelere çıktığı yıllardı. Ölümün kol gezdiği, namluların kan kustuğu “siyah beyaz bir cinayet filmi” olan 70’li yılları şâir, şimdiki genç nesillere;

“Tepelerden kanlı aylar doğardı,

Dev ömürler bir namluya sığardı,

Saçlarımız bir gecede ağardı,

Sizler o günleri bilemezsiniz…

 

Gökler yağlı duman gibi pusardı,

Dağlar hançerlenmiş gibi susardı,

Yedi yönde yedi boran eserdi,

Sizler o günleri bilemezsiniz…”[23]

 

dizeleriyle anlatıyordu. Devletin acziyet içinde olduğu ve ülkemizin ateş çemberinden geçtiği 1970’li yıllar; millî ve mânevî değerlerine bağlı fakir fukarâ çocuklarının; üniversite tahsili yapmak için büyük şehirlere geldiği, hem öğrenimlerine devam etmek, hem de vatan ve bayrak düşmanı şer odakları karşısında yer almak için, Ahmet Yesevî(k.s.)’nin nefesiyle tüttürülen “Ocak”larda buluştuğu, îman dâvâsı ve vatan müdafaası uğrunda taşın altına sadece elini değil; hem bileğini, hem de yüreğini koyduğu yıllardı. O yıllar; Türk milletinin mukadderatını mukaddes bir emânet olarak “avuçlarında bir kor gibi taşıyan” ve şâirin; “Dağlar gibi gençlerdi, âlemde perişân oldular” dediği  ülkücü gençliğin; her türlü emperyalizme karşı Türk milliyetçiliği fikrini savunmak, Türkiye’nin Afganistan olmasını önlemek, son bağımsız Türk Devleti’ni yıktırmamak, Ezân-ı Muhammedîye’yi dindirmemek, Ay Yıldızlı bayrağımızı göklerden indirmemek, millî bir şuur ve fiilî bir savunma hattı oluşturarak aziz vatanımıza  sahip  çıkmak, için ülkücü hareketin içinde yer aldığı yıllardı.  O yıllar;  -şimdi artık birilerine “hikâye” gelen, fakat o zor günleri yaşayanların çok iyi bildiği gibi- “fakültelerin birer kızıl karargâh olmasını önlemek” ve “öğrenimlerine devam edebilmek” için milliyetçi-ülkücü gençlerin kızıl saldırılara karşı genç bedenlerini siper ederken, baharlarımıza kan damlayan barut kokulu yıllardı… O yıllar; yaşıtları, kendi gelecekleri için tozpembe hayâller kurup, “oyunda, oynaşta” günlerini gün ederken, Türk milliyetçilerinin; Allah (c.c.), vatan ve bayrak aşkıyla gençliğini, okulunu, istikbâlini, kanını ve canını fedaya hazır olduğu, bütün ülkücülerin hedef tahtasına konulduğu; çileyle, işkenceyle,  cezâeviyle ve ölümle harmanladığı yıllardı.

1971 yılında Tıp eğitimi için Elazığ’dan Ankara’ya gelen, millî ve mânevî duyguları çok yüksek olan Ahmet Tevfik Ozan da Ülkücü Hareketin ön saflarında yer alıyordu.1974 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanı olan Ahmet Tevfik Ozan; “öğrenci olayları” (?!)  sebebiyle tutuklanarak 6 yıl mahkûmiyet almış ve Ankara, Kırşehir, Niğde hapisânelerinde, Medrese-i Yusûfiye’deki ülkücülere cezaevi başkanlığı yapmıştı.

1973 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmış olan fakir de, ismen tanıdığı Ahmet Tevfik Ozan’la iki genç ülkücü tıbbıyeli olarak, onun Ankara Ulucanlar Cezaevi yıllarından itibaren mektuplaşmaya başladı… Bu gıyâbî dostluk, fakirin 1979 yılında Erzurum Tortum’da hekim olarak çalıştığı dönemde vicâhiye çevrildi ve bu güzel insanla irtibâtımız hiç kesilmedi. Ahmer Ağabeyle; Erzurum’dan Kayseri’ye, Kayseri’den Elazığ’a uzanan ve Hakk’a yürümesine kadar devam eden, kalbî muhabbetimiz hiç eksilmedi...

1973 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmış olan fakir de, ismen tanıdığı Ahmet Tevfik Ozan’la iki genç ülkücü tıbbıyeli olarak, onun Ankara Ulucanlar Cezâevi’nde yattığı yıllarından itibaren mektuplaşmaya başladı… Bu gıyâbî dostluk, fakirin 1979 yılında Erzurum Tortum’da hekim olarak çalıştığı dönemde vicâhiye çevrildi ve bu güzel insanla irtibâtımız hiç kesilmedi. Ahmer Ağabeyle; Erzurum’dan Kayseri’ye, Kayseri’den Elazığ’a uzanan ve Hakk’a yürümesine kadar devam eden, kalbî muhabbetimiz hiç eksilmedi.

Ahmet Tevfik Ozan;1978 yılında cezasını tamamladı ve serbest bırakıldı. Hacettepe’de başlayan tıp eğitimine, Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde devam etti. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra yine sorguya alındı ve bir süre Mamak Askeri Cezaevinde tutuklu kaldı. 1971 yılında Ankara’da başladığı üniversite eğitimini, “üç ayrı tıp fakültesinde” ikmâl etti ve 1986 yılında Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. İlk görevine Balıkesir İl Sağlık Müdürlüğünde başladı. Bilâhare Erzurum’daki tabip asteğmen olarak askerliğini bitirdi. 1990-93 yıllarında Kayseri İl Sağlık Müdür Yardımcılığı görevinde bulundu. O yıllarda Erciyes Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nde -fakirle birlikte-  doktorasını tamamladı.  1995 yılından itibaren de yardımcı doçent unvanıyla Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi oldu. Fırat Üniversitesinin Sağlık,  Kültür ve Spor Daire Başkanlığı ile Tıp Fakültesi Deontoloji Anabilim Dalı Başkanlığı görevlerini yürüttü, 2020 yılının Eylül ayında da emekli oldu ve 15 Ocak 2021 Cuma günü geçirdiği bir kalp krizi sonucu Âlem-i Cemâl’e vuslat için Hakk’a yürüdü.

Meslekî çalışmalarının dışında, çok önemli bir şâir ve yazar olan, resim ve desen sanatıyla da iştigâl eden  Dr. Ahmet Tevfik Ozan, çok yönlü bir erbâb-ı kalemdir. Şiire lise yıllarında başlamış olan  Ahmet Tevfik Ozan’ın, 1977 yılından itibaren başta Türk Edebiyatı, Töre, Doğuş, Boğaziçi, Devlet, Hasret, Dîvan, Yağmur, Erciyes, Kültür Sanat, Yeni Düşünce, Konevi, Erguvan, Hedef,  Gözyaşı, Mina, Çağrı, Nîzâm-ı Âlem, Ana ve Gergef gibi dergilerde üç yüzü aşkın şiiri neşredilmiştir. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde de makale, desen ve karikatürleri yayınlanmıştır. 1994 yılında Struga Şiir Akşamları’na Türkiye’yi temsilen katılmıştır. 1998 yılında bu yana Türkiye Boks Federasyonu Üyesi ve Sağlık Kurulu temsilcisidir.

Nev’i şahsına münhasır bir şiir anlayışı olan, şiirde kendine özgü bir tarz oluşturan ve kalemi has şiirin ufuklarını hedefleyen Ahmet Tevfik Ozan’ın; “Kâinat Şiiristan” , “Dağlar Ardı Şiirleri”“Şeyma Ceylan Yüreği” ve “Şiirimin ABC’Sİ”  isimli dört şiir kitabının yanında, deneme ve makâlelerinden oluşan “Şiirden Taşan Sözler”  adlı bir eseri ve “Taş ve Tebessüm” isimli bir de hâtırâtı yayımlanmıştır.

* * *

Dr. Ahmet Tevfik Ozan, Necip Fâzıl’ın;

“Ne kervan kaldı ne at, hepsi silinip gitti,

İyi insanlar iyi atlara binip gitti.”[24]

diye ifâde ettiği pek çok güzelliği şahsında cem etmiş bir güzel insandı. Ahmet Tevfik Ozan; yeni nesillerin “numûne-i imtisâl bir insan” olarak tanıması, -hadi gençlerin kullandığı tâbirle söyleyelim- “rol model olarak” örnek alması gereken; kâvî bir inanç, büyük bir ideâl ve çok güçlü bir irâde sâhibi olan bir karakter âbidesiydi

O; sık sık “Taş Medrese”lerle kesişen çile harmanı hayâtının bütün sıkıntılarına tebessümle bakmayı bilen, ideâllerini ve ümidini hiçbir zaman kaybetmeyen ve çizgisinde zinhar kırıklık olmayan yılmaz bir dâvâ adamıydı. O; her zaman ve her şartta adâletle davranan, hiç kimseye haksızlık yapmayan ve haram yollara sapmayan, Hak dâvâsına haksız yollardan hizmet edil/e/meyeceğini çok iyi bilen bir ilke ve ahlâk numûnesiydi. O;  inanç değerlerine aykırı davranarak hedefe varılsa bile âhır ve âkıbetin hayırlı olmayacağını, Hazreti Ömer(r.a.)’in dediği gibi; “Haramda mutluluk arayanlara, mutluluğun haram olacağını” hatırından çıkarmayan; ayrıca haklı olmanın yetmediğini, yetmeyeceğini, haklı kalmanın daha da önemli olduğunu herkese gösteren çok dürüst, âdil ve kâmil bir şahsiyetti.

Bazı insanlar vardır, uzaktan devâsâ görünürler, yaklaştıkça azametini kaybederler, küçülüp giderler. Ama bazı kişiler de vardır ki, tanıdıkça, yakınlaştıkça gitgide büyüdüğü görür, tevâzuun zirvesindeki heybetine şâhitlik edersiniz. İşte Ahmet Tevfik Ozan da; yaklaştıkça büyüyen, yakınlaştıkça farklı pek çok özelliğinin farkına varılan, tanıdıkça güzellikleri daha çok ortaya çıkan ve O’na karşı duyulan muhabbet duygusu ziyâdesiyle artan ve herkese örnek olan muttakî bir Müslüman ve yüreği rozetinden büyük bir Oğuz Türkü’ydü.

O; Mekke’de doğan, Hira’da yükselen, Medîne’de devlet hâline gelen ve inşâ ettiği eşsiz medeniyetle gönülleri fetheden îmân nûruyla; Türkistan’da tarih sahnesine çıkan, İslâm’la şereflenip Muhammedî sevdâlarla buluşan, Kur’ân aşkıyla çağlayıp coşan ve İ’lâ-yı Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü’nü rehber edinerek aslî kimliğine kavuşan bu aziz milletin kader çizgisinin kesiştiği yerde açan turkuaz renkli bir Hilâl çiçeğiydi.

O; İslâm’a münhasır îman,  ahlâk, ve fazîletin, Türk milletine mahsus izzet, mehâbet ve asâletin, kadim El-Aziz / Harput kültürünün mayaladığı vakar, nezâket ve zarâfetin; Yesevî’nin nefesiyle tüttürülen “Ocak”larda şekillenen ferâset, basîret ve cesâretin; hekimliğin ve şâirliğin hikemî nefesiyle sırlanan hamiyet, hassâsiyet ve letâfetin; kâmil mü’minlere has; hak, adâlet, müsamaha, tevâzû, hüsn ü zan, sükûnet,  samimiyet, ülfet,  ünsiyet, muhabbet,  merhamet ve insâniyetin bütün renklerini en sâde, ancak en anlamlı biçimde tavır ve davranışlarına taşıyan bir gâzî dervişti.

O; istikamet üzre yürüyen, “..Festakim kema ümirte..”[25] “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emr-i İlâhîsini rehber eyleyen, kul hakkına titizlikle riâyet eden, ‘ilim, îmân, amel ve hâl’ ölçülerini birbiriyle mezceden; ‘dîni bir hayatın ve hayatlı bir dînin’ ifrat ve tefrite düşmeden îtidâl çizgisinde “akl-ı selîm, kalb-i selîm, zevk-i selîm” dâiresinde yaşanması gerektiğini vurgulayan ve Ehl-i Beyt aşkını Ehl-i Sünnet anlayışıyla kıyama durduran bir “Yesi güvercini”ydi.[26]

O; evinin her penceresi Kıbleye bakan, kendini her lahzâ musallâ taşında gören ve bir ömür Allah (c.c.) için yaşayan, Allah (c.c.) için seven, Allah (c.c.)  için düşmanlık eden, Allah (c.c.)  için şehâdeti cana minnet bilen ve;

“Ölmek Senin içinse ölümden öte ne var,

Şu yalancı dünyada sevgiden öte ne var

Sen içimde çağlayan tertemiz bir ırmaksın

Kaynayan sularına denizden öte ne var” [27]

diyen, istikamet sâhibi olan ve dünyaya eyvallâhı olmayan bir mü’mindi.

O; “Başkalarına zarar vermemenin İslâm’daki karşılığı kul hakkıdır.” diyen, en zor şartlar altında bile hiç kimsenin hakkını çiğnemeyen, “İnsanın; şerefi, haysiyeti,  muhabbeti, merhameti ve adâleti,  bir kristal vazo gibidir, düştü mü kırılır!”[28] diyen ve bu “kristal vazo”yu mukaddes bir emânet gibi bir ömür baştâcı eyleyen insan-ı kâmil bir ehl-i dildi.

O; “Yaratılanı Yaradan’dan ötürü seven”,  gönlü “millet-ümmet ve beşeriyet” halklarını dıştan içe ve içten dışa kucaklayan, farklı düşüncelere de müsâmaha gösteren, mazlumun kimliğine bakmadan -kim olursa olsun- herkese yardım eden, doğruluk ve dürüstlükten hiçbir zaman ayrılmayan,  inanç değerlerinden aslâ  tâviz  vermezken, karşısındaki kişiye insan olduğu için değer veren, yüreği uçsuz bucaksız bir sevgi gülşeni olan ve  “Türk’ün ruh köküne bağlı[29]  nesillerin yetişmesi için durup dinlenmeden kalemini ve kelâmını seferber eden,  kültür şâhikası bir edip ve gani gönüllü bir alperendi.

O;  ihtişamlı bir medeniyetin inşâsı için besmele çekip zora tâlip olan, mücâdelenin îman, sabır ve çileyle yoğrulması gerektiğine inanan, “zaferle değil seferle yükümlü olduklarını” bilen, emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın, astığı bayrağın hakkını veren, İlâhî aşkı ve vatan sevdâsının çilesini sâdece diline teşbih etmeyip hayatıyla da çeken bir serdengeçtiydi.

DEVAM EDECEK

[1] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Rübâiler, 39

[2] Cahit Sıtkı Tarancı

[3] İsmâil Hakkı Haksal Efendi’nin Cönkünden

[4] Nurullah Genç, Rüveyda, Rüveydâ, 65

[5] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Sessiz Gemi,

[6] Dr. Mehmet Güneş, Gittikçe Artan Yalnızlığımız, Cümle Yayınları, Ankara, 2015

[7] Göç davulu

[8] Faruk Nâfiz Çamlıbel

[9] Hz. Âmine (r.anha)

[10] Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57

[11] Bakara, 2/156; *“..Allah’tan geldik, dönüş yine O’nadır..”

[12]Ali Akbaş, Turna Göçü, Şeb-i Yeldâ, 81

[13] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Müjde,

[14] Fecr, 89/28; *“Geri dön!”

[15] Ahmet Tevfik Ozan, Kâinat Şiiristan, Ölümün Ölümü, 109

[16] Ahmet Tevfik Ozan, Şiirimin ABC’si, Bu Gönül, Bu Yürek, 91

[17] Turgut Günay - Yetik Ozan, Bütün Şiirleri, Sana Gelirim, 17

[18] Ahmet Tevfik Ozan, Dağlar Ardı Şiirleri, Bitmeyen Deniz, 93

[19] Ahmet Tevfik Ozan, Dağlar Ardı Şiirleri, Bitmeyen Deniz, 93

[20] Şeyh Sâdî Şirâzî

[21] Yunus Emre

[22] Abdurrahim Karakoç, Kan Yazısı, Kan Yazısı, 10-11

[23] Orhan Seyfi Şirin

[24] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Boş Ufuklar, 237

[25] Hûd, 11/112

[26] Ali Akbaş, Erenler Divanında, Erenler Divanında, 12

[27] Ahmet Tevfik Ozan, Dağlar Ardı Şiirleri, Hakikat mı?, 72

[28] Ahmet Tevfik Ozan, Ulucanlar Cezaevi Belgeseli

[29] Necip Fâzıl Kısakürek, Esselâm, Vasiyet, 138-141

Önceki ve Sonraki Yazılar
Dr.Mehmet Güneş Arşivi