Dr.Mehmet Güneş

Dr.Mehmet Güneş

TÜRKÜLERİMİZ - V

Çin Seddi’nden Viyana kapılarına, Moskova steplerinden Yemen’e kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada duyulan; Altay Dağları’nın derin vadilerinden seslenip, nazlı Tuna’nın suladığı topraklarda yankılanan, vatan kıldığımız diyarların dört bir yerinden ve binlerce yıllık tarihimizin derinliklerinden çağlayan türkülerimiz içinde “Rumeli / Balkan Türküleri”nin çok özel bir yeri vardır.

Beş asırlık bir zaman diliminde Türk hâkimiyetinin şekillendirdiği turkuaz Balkan kültürünü bütün yönleriyle terennüm eden Rumeli türkülerimiz; “evlâd-ı fâtihân”ın, serhat gâzîlerinin ve akıncı beylerinin hâtıralarından, kahramanlıklarından, Tuna boylarındaki destanlardan, aşklardan, gözü yaşlı sevdâlardan, yaşanan acılardan, dramlardan ve yürek yakan ağıtlardan yansıyan pek çok duygunun içinden süzülüp gelen söz ve ezgilerin; hem hüzünlü nakaratlar, hem neşeli melodiler, hem eğlenceli ve hareketli armonilerle el ele vermesi, hem de yiğitlik ve mertliğin, muhabbet ve hasretle harmanlanması neticesi meydana gelen müstesnâ gönül nağmelerdir.

Yahyâ Kemâl’in; “Gelmiştik bir zamanlar Sarı Saltuk’la Asya’dan / Bir bir Diyâr-ı Rum’a dağıldık Sakarya’dan” mısrâlarında dile getirdiği gibi, Osmanlı Cihan Devleti; 14. yüzyılın ortalarında Şehzâde Süleymen Paşa’nın komutasındaki askerlerimiz Rumeli’ye ayak basmıştır.  Daha sonraki yıllarda ise fethedilen Balkan topraklarına “evlâd-ı fâtihân” denilen ve Anadolu’dan seçilen soylu Türk âileleri Rumeli’ne göç ettirilmiş ve belli bölgelere iskân edilmiştir. Böylelikle Devlet-i Aliyye Müslüman Türk’ün; kültürünü, medeniyetini, mîmârisini, mûsikîsini ve içtimâî değerlerini de Rumeli’ye taşımış, beş yüz yıl hüküm sürdüğü bu topraklarda her bakımdan çok derin izler bırakmış ve adâletli bir idârenin yanında çok önemli îmar hizmetleri de yapmıştır.    

Söğüt’te doğup dünyayı aydınlatan Osmanlı güneşinin kemâli hitama erip zevâl devri başlayınca “İnsanlığın Son Kıt’ası”  diye vasfedilen Devlet-i Aliyye’nin Viyana, Afrika, Kafkas öteleri ve Yemen sahillerini döven dev dalgaları yavaş yavaş geri çekilmeye yüz tutmuş; Osmanlı Türklerinin meddi son bulmuş ve cezir başlamıştır. “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” olan XIX. asırdaki iç ve dış gelişmeler, isyanlar, çoğu mağlubiyetle biten ve önemli toprak kayıplarıyla neticelenen savaşlar sonucu Ulu Çınar’ın gövdesi zayıflamış, dalları kurumaya başlamış, Hilâl’in üstüne “gölge gölge Haç” düşmüş ve sararan yapraklar da bir bir dökülmüştür. Tarihimizin en büyük felâketlerinden birisi olan Balkan Bozgunundan sonra, asırlardan beri Türk hâkimiyeti altında bulunan ve Anadolu’dan sonraki ikinci anayurdumuz olan Rumeli’den çekilmek mecburiyeti hâsıl olmuş ve birbirinden hazin hayat hikâyelerinin yaşandığı sefâlet ve dram dolu çok çileli göç dalgaları yaşanmıştır. “93 Harbi” diye bilinen “1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı”nda aldığımız çok ağır yenilgi neticesi,  yapmak mecburiyetinde kaldığımız ve maddeleri çok aleyhimizde olan antlaşmalar sonucu Rumeli’nden ve Kafkaslardan Anadolu’ya doğru büyük bir göç başlamıştır. Bu geri çekilmeler sırasında, her yâdımıza düştüğümüzde yüreklerimizi kanatan ıstırap ve kahır dolu hâdiseler yaşanmış ve bu büyük acılar insanımızın hâfızasında silinmez izler bırakmıştır.  Tarihçilerimizin “Balkan hacâleti”, (Balkan utancı) dedikleri 1912-13 yıllarında yapılan “I. ve II. Balkan Savaşları” neticesi beş yüz yıllık Türk yurdu olan Rumeli’ndeki topraklarımızın neredeyse tamamı elimizden çıktığı gibi, milyonlarca insanımız Al Bayrağımızın dalgalandığı yerlere göç emek zorunda kalmış, pek çoğu zulüm görmüş, işkenceden geçmiş ve soykırıma uğrayarak katledilmiştir.

Mehmed Âkif bu hâli; “Nerde görsem çıkıyor karşıma bir kanlı ova / Sen misin, yoksa hayâlin mi?

Vefâsız Kosova / Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın / Hani sînende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın / Hani asker, hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehid / Söyle Meşhed öpeyim secde edip toprağını / Yok mudur Murad’ın sende iki üç damla kanı” dizeleriyle dile getirirken; Yahyâ Kemâl de duygu ve düşüncelerini; “  Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum / Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum  /  Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan / Rüyâma girdi her gece bir fâtihâne zan / Hicretlerin bakiyyesi hicranlı duygular / Mahzun hudutların ötesinden akan sular” diye ifâde etmiştir.

                                       

  1. asrın sonu ve 20. yüzyılın başlarında yaşanan Balkanlardaki Haçlı katliamlarından kurtulmak için bir milyon Müslüman Türk; minicik çocuklarını kucaklayıp, ölüm döşeğindeki hastalarını sırtlayıp bir bilinmeze doğru yol alırken, insanlarımız çok büyük sefâlet ve perişanlık içinde, aç biilaç Anadolu’ya hicret etmişlerdir. Fuzûlî’nin “Dert çok, hemdert yok, düşman kavî, tâlî zebun” diye târif ettiği bir zaman dilimini yaşayan ve soykırıma uğramaları sebebiyle canlarını kurtarmak zorunda kalan, arkada bıraktıkları soydaşları, dindaşları için de kalbi kan ağlayan ve kolu kanadı budanmış Anadolu Beylerbeyliğine doğru yola koyulan evlâd-ı fâtihân için çok meşakkatli bir muhaceret başlamıştır.  İ’lây-ı Kelimetullah aşkıyla Rumeli’yi vatan kılan ve Balkanlarda Türklüğün sancağını taşıyan evlâd-ı fâtihânın; gâzî dervişlere, serdengeçtilere, akıncı beylerine âit türbeleri, câmîleri, tekkeleri, yaptıkları mîmârî eserleri ve Rumeli topraklarındaki tapu senetlerimiz olan ecdat mezarlarını da terk etmişler ve çok hazin bir geri dönüş yaşamışlardır. Balkan Türklerinin bir kısmı Rumeli’nde kalırken, büyük çoğunluğu evlerini, barklarını, mallarını mülklerini, geride kalan hısımlarını, akrabalarını, kanlarıyla sulayarak vatan yaptıkları o güzelim topraklardaki hatıralarını, sevdâlarını, umutlarını ve tevârüs ettikleri beş asırlık maddî ve mânevî mîrâsı da geride bıraktıkları için gönüllerini hep “sinsi bir fîrak kemirmiştir.” 

Yaşayan en büyük şâirlerimizden Ali Akbaş’ın; “Biz hep atla geçtik Tuna’dan /  Böyle geçmedik / Avrat uşak / Hiç böyle göçmedik” dediği gibi, Balkan Türkleri de çoluk çocuk, kadın ihtiyar yalın ayak ve sersefil bir hâlde vatan yaptıkları ve zenginlik içinde yaşadıkları toprakları bırakıp gerisin geriye Anadolu’ya döndükleri için evlâd-ı fâtihânın gönüllerinde hep yas, kalplerinde hep hüzün ve gözlerinde hep yaş olmuştur. Balkanlardaki milyonlarca Türk, asırlar önce vatan kıldıkları toprakları terk ederken, gözyaşları sel olup akmış, sînelerini mesken tutan “âh”lar  “of”a ; “of”lar da “âh”a karışmıştır. Balkan Türkleri; son yüzyılın en çileli ve en bahtsız, en sâhipsiz topluluklarından birisi olduğu için, evlâd-ı fâtihânın kader çizgisi hep “göç”lerle,  “iskân”larla, “savaş”larla, “katliam”larla ve “hicret”lerle hep iç içe olmuştur.

Yüreklerde onulmaz yaralar açan bütün bu hazin hâlleri Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Râcî Efendi; “Azîz-i vakt idik a’dâ zelîl kıldı bizi / Esîr-i bend-i belâ vü sefîl kıldı bizi” dizeleriyle iki mısrada özetlemiştir. Mehmed Âkif, “Sevgili ecdâdımın en son yeri” diye vasfettiği evlâd-ı fâtihân toprağı olan ve beş asır boyunca Ay-Yıldızlı bayrağın muazzez gölgesinde kalan Rumeli’yi; “Balkan’ın üstünde sızan her pınar / Bir yaradır, durmaz içinden kanar / Hangi taşın kalbini deşsen: Mezar / Eş hele bir dağları örten karı / Ot değil onlar, dedenin saçları / Dinle: Şehid sesleridir rüzgârı” diyerek anlatmış, bu “mübârek yer”in yirminci yüzyılın başındaki hâlini şiir diliyle ve çok çarpıcı mısrâlarla tasvir etmiştir. 

Sonu gelmez mecbûrî göçler, sürgünler ve mübâdeleler neticesi, milyonlarca soydaşımız ve dindaşımız  “Elvedâ Rumeli” deyince, Rumeli topraklarındaki Balkan Türklerinin sayıları azalmış; “Mümin”lerin, “Mestan”ların, “Şâban”ların, “İslâm”ların, “Aliş”lerin, “Ferik”lerin, “Hüsmen Ağa”ların boyunları bükülmüş, küffâr elindeki câmiler cemaatsiz, mihraplar öksüz, minâreler ezansız kalmıştır... Tekkeler, mezarlıklar kimsesizliğe, akıncı beylerinin geçtiği Türk kokan sokaklar sessizliğe bürünürken, Balkan ovalarında “Düriye”lerin, “Sabriye”lerin, “Ramize”lerin, “Pâkize”lerin, “Nevriye”lerin, “Hûriye”lerin, “Fehime”lerin türküleri yüksek sesle söylenmez olmuştur. Bu sebeple rüzgârlar hep hüzünlü esmiş ve kuşların bile cıvıltısı mahzunlaşmıştır. Güneşin sıcaklığı artık ağustos ayında bile Balkan Türklerinin buza dönmüş yüreklerinin ısıt/a/mamış, Rumeli türkülerinin ve şarkılarının her dizesinden, her nağmesinden yayılan duygular ıstıraptan ve hüzünden hiç âzâde kalmamıştır…

                 * * *

Anonim olan Rumeli türkülerinin kâhir ekseriyeti halk müziği özelliğindedir, ancak bir kısmıysa makam, usul, melodi ve ritim îtibâriyle daha çok Klasik Türk Mûsikîsi formuna yakındır. Şarkı formundaki Balkan türkülerinde çoğunlukla Hüseynî, Hicaz, Segâh ve Uşşak makamları kullanılmıştır. Meselâ; “Köşküm var deryaya karşı / Durmaz akar gözüm yaşı / Sevdâdır her işin başı / Var gönlüm var git seyreyle / Aman aman gel bana söyle” güftesi ve muhteşem nağmeleriyle çok sevilen bir Hüseynî türküdür. “Mayadağ'dan kalkan kazlar / Al topuklu beyaz kızlar / Yârimin yüreği sızlar / Eylenemem aldanamam / Ben bu yerlerde duramam / Vardar ovası Vardar ovası /  Kazanamadım sıla parası” sözleriyle hep dilimizde olan “Vardar Ovası” türküsü de Hicaz makâmındadır.  “Salkım söğüdün altında yârim oturmuş / Beyaz ellerini yârim suya batırmış / Gönül verenler yârim aklın yitirmiş / Can yoldaşım adaşım, yolumu da sel aldı / Böyle sevdâ olur mu, ben sevdim de el aldı” diyen hicran dolu sözleri ve hüzünlü ezgileriyle yüreklere dokunan şarkı formundaki türkümüz de Hicazkârdır. “Ey benim mestâne gözlüm / Şimdi buldum ben seni / Ben âşıklık bilmez idim / O yâr öğretti beni” mısrâlarıyla yâdımızda olan şarkı da Aksak usulde bir Eviç türküdür.  Keza “Kırmızı gülün alı var aman / Her gün ağlasam da yeri var / Bugün benim efkârım var aman / Ah bu gönül arz eder seni seni yâr seni” diyerek bizi alıp başka diyarlara götüren Hicâz şarkı da,  “Aliş’imin kaşları kâre / Sen açtın sîneme yâre / Bulamadım derdime çâre / Görmedim hiç civan Aliş’imi Tuna boyunda” dizeleriyle çok sık söylenen Uşşak eser de şarkı formundaki türkü örneklerindendir.

Balkan türküleri; hangi formda olursa olsun, her zaman Türk milletinin duygu ve düşüncelerini bizim ses ve söz kalıplarımızdan neşet eden ezgiler ve turkuaz nağmelerle terennüm etmektedir. Bu türküler; ister mertlik ve yiğitliği şâhikalaştıran serhat ve kahramanlık türküleri, ister yanık ve yaralı aşk ve sevdâ türküleri, ister heyecan ve hasret duyguları şahlandıran Tuna ve deryâ üzerine söylenen türküler, ister içimizi yakan ağıtlar, isterse de hareketli havalarda söylenen neşeli türküler, yâni bilcümle Balkan nağmeleri; evlâd-ı fâtihânın ortak hissiyâtına tercümân olduğu gibi; “Benim vatanımın sınırları Edirne’den başlayıp Hakkâri’de bitmez / Benim vatanımın hudutları Türk’ün vâr olduğu yerlerden başlar, Türkçe konuşulan yerlerde biter” diyen, “gönülleri birleşen, uzaklarda dertleşen” Türk Dünyası’na sevdâlı insanların duygularını da yansıtmaktadır.  Rumeli türkülerini her dinlediğimizde; dizelerinde hünkâr tuğrasına özlemin gülümsediğine, ezgilerinde evlâd-ı fâtihân hüznünün tebellür ettiğine ve nağmelerinin her bir tınısında gönül tellerimizi titreten yürek yangınlarının elvan elvan hissedildiğine şâhit oluruz.

Türk müziği repertuarında çok önemli yere sâhip olan Rumeli türküleri Balkanlardaki tarihimizin ve gönül coğrafyamızın özeti gibidir. Bu sebeple Balkan türküleri denilince ilk akla gelen türkülerimiz; Türk’ün tarihten gelen cesâret ve celâdetini, ihtişam ve gücünü, serhat boylarındaki akıncı beylerinin civanmertlik ve asâletini yansıtan ve Türklüğün heyecan dolu millî hasletlerini şahlandıran kahramanlık türküleridir. Fethedilen şehirler, savunulan kaleler veya savaş yapılan beldelerle alâkalı pek çok Rumeli türküsü mevcut olup, bunların bir kısmı günümüzde “marş” olarak da söylenmektedir. Bu türkülerde; kahramanlıkla duygusallık, inançla ideâl, yiğitlikle mertlik,  şehâmetle vatanperverlik, “dîn ü devlet, mülk ü millet” aşkıyla alperenlik hep iç içedir. Köroğlu’nun “Mert dayanır namert kaçar / Meydan gümbür gümbürlenir / Şahlar şâhı dîvân açar / Dîvân gümbür gümbürlenir / Toplar menzili döğende / Şeşber kalkana değende / Kalkan gümbür gümbürlenir” diye nâraladığı koçaklamaya, evlâd-ı fâtihân da; ya “Yine de şahlanıyor aman / Kolbaşının yandım da kıratı  / Görünüyor yandım aman / Bize serhat yolları” diyerek ya da “Buna er meydanı derler, bunda söz olmaz / Çifte yürekli erkekler gelin bu yâne / Ele, bele, dile ihânet olmaz / Okurlar fermânın kıyarlar câne” dizeleriyle ve mehteran ezgileriyle ses vermektedir.

Tuna’ya mersiye yazan Ârif Nihat Asya’nın, “Gâzi Nehir” diye vasfettiği; “Ne suyun bizimdir, artık, ne selin / Kıyını el aldı, adalar elin / Toprağa belenmiş kınalı gelin” dediği, Türk Dünyası’nın Başbuğu Alparslan Türkeş’in de 1939 yılında kaleme aldığı “Tuna” başlıklı yazısında; “Tuna;  bir isim değil, bir su değil, kalbimizde çağlayan bir tarihtir. Türk’süz Tuna öksüz, Tuna’sız Türk yaslıdır… …Birçok cenklerimiz Tuna boyunda oldu, Türk akıncıları Tuna’ya karşı aktı, Tuna’ya çağlayanlar gibi Türk kanı kattı... Tuna, onun için gönüllerin en coşkun ve suların en kudretlisidir.  Ve Tuna bunun için bizimdir… O eski çağlarda Tuna’nın düğününü yapıyorduk. Tuna gelindi. Ve biz Tuna ile evlenmiştik… Neşeyle, zaferle dolu o uzun yüz yıllar ne çabuk geçti? Nasıl bitti? Tuna’mı kollarımdan kim kopardı? Kim aldı?” diyerek hasret ve mâtem dolu cümleler,  lirik ve coşkulu ifâdelerle anlattığı “Tuna Nehri”  kahramanlık türkülerimizin önemli tem’alarından birisidir.  Büyük bir iştiyakla ve hançeremizi yırtarcasına söylediğimiz; “Tuna nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam diyor / Şânı büyük Osman Paşa / Plevne'den çıkmam diyor / Düşman Tuna'yı atladı / Karakolları yokladı / Osman Paşa'nın kolundan / Beş bin top birden patladı / Tuna nehri akar gider / Etrafını yıkar gider / Şanlı Gazi Osman Paşa / Moskofları kırar gider / Kılıncımı vurdum taşa / Taş yarıldı baştanbaşa / Ünü büyük Osman Paşa / Askerinle binler yaşa” dizelerinden oluşan “Plevne Türküsü” hepimize heyecan veren ve aşkla okuduğumuz çok güzel bir marştır. Yine serhat türkülerimizden;  “Davullar çalsınlar aman da ceng-i harbiyi / Sefersiz olamaz er evlatları / Görünüyor bize zafer yolları” ve “Kırım’dan gelirim, adım da Sinan’dır / Kılıcımın suyu yâr suyu, kandır da dumandır / Kırım’dan gelirim, atım da Arap’tır / Gizlenme Nemçeli hâlin de haraptır” diyen ve “Çadırlar toplansın tuğlar dikilsin / Tekbir sedâları arşa yükselsin / Tuğlar başa geçsin Tekbir çekilsin / Destur saldıralım düşman eline” mısrâlarıyla Tuna boylarından seslenen kahramanlık türkülerimiz; ‘Türk olmanın hazzıyla’ göğsümüzü kabartan; tarihî zaferlerimizi dile getiren, yüreğimizdeki millî duyguları terennüm eden ve dilimizden hiç düşmeyen serhat nağmelerdir.

Yine Rumeli türkülerimizin içinde; dünyaya Dadaloğlu edâsıyla haykıran, haksız para kazanan ve halkı ezen zenginlerinden aldığı haraçla Drama Köprüsü’nü yaptırdığı anlatılan,  Drama-Serez-Kavala-Sarışâban bölgelerinde hayat süren “Debreli Hasan”  isimli efsânevî bir halk kahramanı için yazılan ve;   “Drama Köprüsü bre Hasan / Dardır geçilmez / Bre Hasan dardır geçilmez / Soğuktur suları da Hasan / Bir tas içilmez / Anadan geçilir Hasan / Yardan geçilmez / Bre Hasan yardan geçilmez / At martini de bre Hasan / Dağlar inlesin / Drama mahpusunda Hasan / Dostlar dinlesin / Mezar taşlarını Hasan /  Koyun mu sandın bre Hasan / Koyun mu sandın / Adam öldürmeyi de Hasan / Oyun mu sandın / Drama mahpusunu Hasan / Evin mi sandın / Be Hasan evin mi sandın / At martini de bre Hasan / Dağlar inlesin / Drama mahpusunda Hasan / Dostlar dinlesin” dizeleriyle üst perdeden nâra atar gibi söylenen “Debreli Hasan Türküsü” de çok sevilen meşhur bir Balkan türküsüdür.

İkbâl dönemlerinin bittiği, Devlet-i Aliyye’nin gücünün zayıfladığı devirlerde ise, Balkan türküleri daha bir üzüntülü ifâdeler ve içli nağmelerle söylenmiştir. Rumeli’ndeki topraklarımızın elimizden çıkmaya başlamasının ardından gönülden dile dökülen türkülerimizde; hem keder, hem inkisâr, hem elem, hem de dertli dertli söylenen kahır ve sitem vardır.  Bu dönemde terennüm edilen Rumeli türkülerinde bâzen;  “Estergon kalesi subaşı durak / Kemirir gönlümü bir sinsi firak / Gönül yâr peşinde, yâr ondan ırak / Akma Tuna akma ben bir dertliyim / Yâr peşinde koşan kara bahtlıyım” denir; bâzen “Belgrad yolu uzun urgan / Üstümüzde yoktur yorgan / Ağla benim anneciğim / Belgrad’da kaldım kurban” diye mahzûniyet yaşanır; bâzen “Küffâr sanur hüccet almış Eğri’ye / Hâli benzer nefes çekmiş bengiye / Bre sorun Nemçeliyle, Lehliye /  Ne de çabuk unuttular Muhaç, Zigetvar’ı / Temeşvar’ı, Uyvar’ı” diyerek mâzîdeki zaferler hatırlatılır; bâzen “Ötme bülbül ötem yaz bahar oldu / Bülbülün figânı bağrımı deldi / Gül alıp satmanın zamanı geldi / Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’ı / Çeşmelerde abdest alınmaz oldu / Câmilerde namaz kılınmaz oldu / Mâmur olan yerler hep harâb oldu / Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’ı” diye gam çekilir;  bâzen de “Budin dedikleri Aksu’yun başı / Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı”  dizeleri ve teessür yüklü ezgileriyle kederleniriz…

Yarım kalmış aşkların hikâyeleri üzerine yakılan Balkan Türkülerinin sözleri de, nağmeleri de, gönül dünyamızın ahfâ zirvelerine hüzün bulutlarının ağmasına ve rûhumuza bardaktan boşanırcasına melâl yağmurlarının yağmasına vesîle olur. Balkan ağıtlarının en dokunaklı örneklerinden birisi olan “Selânik Türküsü”nün hikâyesi de çok hazindir:  Selânik’te koleraya yakalanıp, düğününden birkaç gün önce ölen Fitnat Hanım için yakılan ve; “Çalın davulları çaydan aşağı / Mezarımı kazın belden aşağı / Suyunu da dökün boydan aşağı / Aman ölüm, zalim ölüm üç gün ara ver / Al başımdan bu sevdâyı götür yâre ver / Selanik Selanik vîran olası / Taşını toprağını seller alası / Sen de benim gibi yârsız kalası / Aman ölüm, zâlim ölüm üç gün ara ver / Al başımdan bu sevdâyı götür yâre ver / Selânik içinde salâ’m okunur / Salâ’mın sedâsı cana dokunur / Gelin olanlara kına yakılır / Aman ölüm, zâlim ölüm üç gün ara ver / Al başımdan bu sevdâyı götür yâre ver” diyen bu ağıt, her dinleyenin gözlerini terletmez mi? Kezâ Melike ile Yusuf’un, hasret hasret büyüyen, ancak vuslatı imkânsız olan ve sonu hicranla biten aşk hikâyesinin ardından; “Bülbülüm altın kafeste / Öter âheste âheste / Ötme bülbül yârim hasta /  Ah neyleyim şu gönlüme / Hasret kaldım sevdiğime / Ben sana dayanamam yârim” diye dizelere dökülen türkünün dokunaklı sözleri ve yürek yakan ezgileri insanı melül mahzun etmez mi?  Halime’yle Recep’in aşklarının ölümle biten hikâyesinin dizelere ve nağmelere döküldüğü bir başka Balkan türkümüzün; “Arda boylarında kırmızı erik / Halime’nin ardında on yedi belik / Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni / Şu genç yaşta denizlere attın ya beni / Alıverin ferâcemi anneciğim diksin / O gıymatlı İsmail’e kendisi gitsin / Uyan Recebim de senin olayım / Ardalar aldı ya nerde bulayım / Arda boylarına ben kendim gittim / Dalgalar vurdukça can teslim ettim / Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni / Şu genç yaşta denizlere attın ya beni” diyen acı sözleri ve içli nağmeleri her dinleyenin yüreğinden bir tel koparmaz mı?

  Balkan türkülerinin derûnuda yatan hüzün; yaşanan tarihî acılardan, mecbur kalınan göçlerden, kahredici çilelerden, hicran yüklü hüsranlardan, ıstırap dolu yalnızlıklardan, yarım kalmış sevdâlardan, vuslatsız aşklardan, yürek yakan ayrılıklardan, umutsuzluğun kanayan yaralarından filizlenmiş ve ilmik ilmik nağmelere işlenmiştir. En hareketli kırık havalarda bile ince bir hüzün duyulan Rumeli türkülerinde kimi zaman yaşananlar;  “Tuna boylarında sıra selviler / Tanyeli estikçe sessiz ağlarmış / Gül bahçelerinde baykuşlar öter / Şu vîrânelikler eski bağlarmış / Namaz-gâh bir otluk, kalmamış taşı / Çeşmelerden akan kanlı gözyaşı / Orda bir güzel var, çatılmış kaşı / Ak alnına kara çatkı bağlarmış / Kırık minâreden duyulmaz ezan / Hep ocaklar sönmüş devrilmiş kazan / Bir inilti duydum sandım bir ozan / Sesime ses veren karlı dağlarmış / Söğüt dallarında hasta serçeler / Eski akın destânını heceler / Tuna ağlıyormuş bazı geceler / Göğsünde kefensiz şehitler varmış” diye terennüm edilmiş; kimi zaman “Akşam oldu yine bastı kareler / Gitme yavrum seni de arslan pâreler / Delik deşik sînemdeki yâreler / Gitme yavrum seni de arslan pâreler” diye dile gelmiş; kimi zaman da târifsiz acılar “Tunca boylarında tozdan dumandan / Zâlimler bilmez be yârim dinden îmandan / Vurdular beni / Al kanlara acılara be yârim / Koydular beni / Tunca boylarında esmesin yeller / Ali’min yasını be yârim tutmasın eller” diye terennüm edilmiştir. Kalplerdeki duygular, Rumeli türkülerinde kimi zaman; “Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda / Elinde bir besli kuzu hem kucağında / Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır / Ne annem var, ne babam var kalmışım öksüz / Sen bir öksüz, ben bir garip alayım seni / Alayım da kollarımda sarayım seni” diyen; kimi zaman “Akşam akşam yar mumları yakarım / Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim / Hem hasretlik hem gurbetlik çekerim / Sever misin dal boylum sevdiğim / Dayanamam hasretine yandığım” diyen; kimi zaman “Alıverin bağlamamı çalayım / Çalayım da zarı zarı ağlayım / Bir mendil ver gözyaşımı sileyim / Ağlaya ağlaya gözlerime kan doldu/ Siyah da zülfün pembe yanak üstüne bend oldu” diyen;  kimi zaman “Ağlarım çağlar gibi / Derdim var dağlar gibi / Gönüller mahzun olmuş / Bozulan bağlar gibi” diyen; kimi zaman Aman bre deryâlar / Kanlıca deryâlar / Biz nişanlıyız / Deryâlar / Biz nişanlıyız / İkimiz de bir boydayız / Biz delikanlıyız” diyen; kimi zaman “Çıkayım gideyim Urum eline  / Arz-ı hâl vereyim Mehmet, Beylerbeyine  / Kimleri sarayım yâr senin yerine / Gizli gizli sevdâlarımız âşikâr oldu / Bize bu ayrılık Mehmet, Mevlâ’dan oldu” diyen; kimi zaman da “Bir fırtına tuttu bizi, deryâya kardı / O bizim kavuşmalarımız a yârim, mahşere kaldı / Mapushanede yata yata, yanlarım çürüdü / Pencereden baka baka a yârim, ela gözler süzüldü / O bizim kavuşmalarımız a yârim, mahşere kaldı” diyen elem dolu hissiyâtın hüzünlü dizeleri ve içli nağmeleriyle meşk edilmiştir.

Balkan türkülerinin en güzel ve en dokunaklı nağmelerinden birisi de, insanın tüylerini diken diken eden  Sabâ’ makâmındaki “Mendilimin Yeşili” türküsüdür. Bu türkünün hazin hikâyesi de çok acıklıdır: Delikanlı, nişanlısıyla düğün hazırlıkları yaparken seferberlik îlan edilir ve silahaltına alınır. Genç kız, cepheye giden nişanlısına kenarlarına yeşil ipekten nakışlar işlediği beyaz bir ipek mendili, “Her eline aldığında kendisini yâd etmesi için” hâtırâ olarak verir. Ve gidiş o gidiştir… Nişanlısı cepheye gider, ancak bir daha geri dönemez… İşte şehâdet şerbetini içtiği için cepheden geri dönemeyen nişanlısı için çâresiz dertlere düşen bir genç kızın bu hüzünlü aşk hikâyesi üzerine yakılan,  her dinlediğimizde gönül tellerimizi titreten ve;  “Mendilimin yeşili aman aman / Ben kaybettim eşimi / Al bu mendil sende kalsın / Sil gözünün yâşını / Aman doktor, canım, gülüm doktor, derdime bir çâre / Çâresiz dertlere düştüm; doktor, bana bir çâre / Mendilim benek benek / Ortası çark-ı felek / Yazı beraber geçirdik / Kışın ayırdı felek” diyen bu yanık Balkan türküsü; hazin hikâyesi, içli sözleri ve elem yüklü ezgileriyle bizi alıp duygusallığın zirvelerine götürmez mi?  Zâten Rumeli türkülerini her dinlediğimizde, nağmelerin her bir tınısında; kalplere dokunan çok ince bir hüzün kendisini derinden derine hissettirmez mi? Rumeli türkülerinin şen şakrak havalarında bile, neşeyle hüznün iç içe yoğrulmuş ezgilerden oluştuğu Balkan nağmelerini gönül kulağıyla dinleyenler tarafından duyulmaz mı?  Türk hâkimiyetinin maddî ve mânevî izleriyle tuğralanmış Rumeli türkülerinde “Kaybedilmiş toprakların aziz hâtıraları” bizleri asırlar öncesinin ikbâl günlerine götürmez mi?  Bu türküler;  “Elvedâ Rumeli” dediğimiz Osmanlı’nın elem dolu son devirlerini hatırlatırken, Ârif Nihat Asya’nın; “Hudâ, ki rûz-i ezelden asîl kıldı bizi / Resûl-i Ekrem’e bir gün vekîl kıldı bizi / Taraf taraf, yedi iklîmi Hakk’a da’vette / Delîl kıldı bizi / Sonra bilmem ne oldu: baht-ı siyah / Hacîl kıldı bizi / Düştü, bir bir kopup kanadlarımız / (Azîz-i vakt idik... a’dâ zelîl kıldı bizi)” dediği; önce kemâl, sonra zevâl devirlerimize telmihte bulunduğu “Mersiye” şiirini yâd ettirmez mi? Ve “Esîr-i bend-i belâ vü sefîl kıldı bizi” denilen o kara günlerde yaşadığımız kaderin keder yüklü rüzgârları gönlümüzü dilhûn etmez mi?  Yakılan türkülerin acıklı hikâyelerinden habersiz olsak da,  bu türküleri dinleyen her vatan evlâdının yüreğine hüznün her çeşit rengi bağdaş kurup oturmaz mı?  Hâsılı Balkan Türkleri son yüz elli yıldır çok büyük göçlere ve çile yüklü içtimâî travmalara mâruz kalmaları sebebiyle, yaşadıkları mâtem dolu hâdiseler ve târifsiz elemler Rumeli türkülerinde terennüm edilince, gönül dağımızı kaplayan duman rengi bulutlar; kahır duygularıyla, hasret nağmeleriyle, dertli ezgileriyle ve hüzün yağmurlarıyla bizleri sırılsıklam etmez mi? Balkan türkülerinin sözlerine çok fazla aksetmese de,  yaşanan bu yoğun acıların ve ıstırapların Rumeli havalarındaki her melodiye ezgi ezgi yansıdığı, insanın yüreğini sızlatan bir melâle dönüştüğü ve “gam gasavet” yüklü nağmelerin her bir notada inceden inceye arz-ı endâm ettiği erbabınca âşikâr olarak duyulmaz mı?

Toprakları yâd ellerde kalsa da, türküleri dilimizden hiç düşmeyen ve “Elbet bir gün buluşacağız…” dediğimiz Türk yurtlarının sevdâsı ve hasreti her dem kalbimizde turkuaz bir bayrak olarak dalgalanmaktadır. Ve bu türküler; Altaylardan Tuna’ya, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Kırım’dan Kerkük’e bir kültür köprüsü oluşturmakta ve oralarda bizi bekleyen kardeşlerimize gönül dolusu sevgilerimizi, bâkî selâmlarımızı, en kalbî duygularımızı ve hudutlar ötesi muhabbetlerimizi götürmektedir.  Rumeli türkülerini dinlediğimizde; Abdurrahim Karakoç’un çok veciz biçimde ifâde ettiği ve; “Ellerin yurdunda çiçek açarken / Bizim İl’e kar geliyor gardaşım / Bu hududu kimler çizmiş gönlüme / Dar geliyor, dar geliyor gardaşım” dediği gibi; gönlümüze dar gelen şimdiki sınırlarımızın dışında kalan; Üsküpler, Kalkandelenler, Deliormanlar, Manastırlar, Selânikler, İskeçeler, Kırcaaliler, Yanyalar, Serezler,  Gostivarlar, Estergonlar, Tuna boyları, Plevneler, Saraybosnalar, Mostarlar, Priştineler, Mamuşalar ile ecdadımızın eserleriyle ve hâtırâlarıyla mühürlenmiş daha nice Türk kokan şehirler yâdımıza düşmekte ve Balkan nağmeleri de sözleri, hikâyesi ve ezgileriyle gümrah ırmaklar mîsâli gönlümüzden çağlayıp dilimize dökülmektedir…

Hâsılı Rumeli türküleri, hayatımıza ve tarihimize turkuaz sırlarla kaplı mücellâ bir ayna tutup; bizleri şâirin “Hüzün ki bize en çok yakışandır” dediği bir iklime vâsıl eylerken; sınırlarımız ötesinde olsa da ‘bizi hasretle bekleyen ve bir gün mutlaka geleceğimizi bilen’ gardaşlarımızın, soydaşlarımızın, dindaşlarımızın diyârına götürmektedir…

Mendilimin Yeşili” türküsündeki “Yazı beraber geçirdik, kışın ayırdı felek” mısraını ve ezgisini her dinlediğimizde; düşüncelerimiz turkuaz ufuklara doğru şehbâl açmakta, yüreğimiz kutlu ideâllerimizin hudutlar ötesi hayâlleriyle hem hâl olmakta ve târiflere sığmayan duygularımız da “melâli anlayan neslin âşinâ olduğu” Kur’ânî ve Tûrânî ülkülerimizi  kıyâma durdurmaktadır… Ve bu hâlet-i rûhiye içinde yâdımıza, ya Necip Fâzıl’ın; “Nerede kardeşlerin cömert Nil, Yeşil Tuna / Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna” mısraları, ya da Yahyâ Kemâl’in; “Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir / Ayrılmanın bıraktığı hicrân derindedir / Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene /  Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene” kıt’ası düşmektedir…

                                                                                               

     Dr. Mehmet GÜNEŞ

                                                                                                       (Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Dr.Mehmet Güneş Arşivi