Dr.Mehmet Güneş
TÜRKÜLERİMİZ - VII / YEMEN TÜRKÜLERİ - 2
-Yemen çöllerine “can eken”Mehmetçiklerimizin ve Yemen’den dönebilen dedelerimizin azîz hâtırâsına Fâtihalarla-
Yemen; Arabistan Yarımadası’nın güneybatı ucunda bulunan, Kızıldeniz’e ve Hint Okyanusu’nun Aden Körfezi’ne kıyısı olan, Bâbü’l-Mendep Boğazı ile Afrika kıtasından ayrılan bir ülkedir. Osmanlı’nın Yemen’e hükümrân olma amacı; burasının hem siyâsî, iktisâdî ve stratejik bakımdan çok önemli bir yer olması, hem Doğu-Batı ticaretinin buluştuğu, Uzakdoğu’dan Avrupa’ya deniz yoluyla giden gemileri kontrol eden bir konumda bulunması, hem Hicaz bölgesinin Haçlı saldırılarından korunarak “Mekke-i Mükerreme’nin siyâneti”nin sağlanması, hem de Yemen, Afrika ve Hindistan Müslümanlarına denizyoluyla vukû bulacak Portekiz, İngiliz, Fransız ve İtalyan saldırılarının önüne geçilmesi gâyesine mâtuftur.
Yavuz Sultan Selim Han’la birlikte hilâfet makamının Osmanlı Türklerine geçmesi, dinî bakımdan “Mekke’nin anahtarı” konumunda olan Yemen’in jeopolitik ve stratejik önemini daha da çok artırmıştır. Yemen hakkında şunu da ifâde etmemiz gerekir ki bu toprakların “Cibal” olarak adlandırılan dağlık bölgelerinde yaşayan halkın büyük çoğunluğu Şia Mezhebi’nin bir kolu olan “Zeydiye” ekolüne mensuptur. Zeydîler, hilâfetin Hz. Hüseyin (r.a.)’in torunu, Hz. Zeyne’l-Âbidin(r.a.)’in oğlu Hz. Zeyd(r.a.)’e ve O’nun halifesi olan “imam”lara âit olduğuna inandıkları için Osmanlı hânedânıının hilâfetine baştan beri hep karşı çıkmışlar ve Ehl-i Sünnet îtikâdında sâhip olan Osmanlı’nın hâkimiyetini hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. Çünkü Zeydîler; Ehl-i Beyt’ten olan ve başlarında bulunan “imam”ın hem hâlife, hem de devlet başkanı olması ve ülkeyi yönetmesi gerektiğine inandıkları için Devlet-i Aliyye’ye baştan beri karşı çıkmışlar, Yemen’de devamlı huzursuzluk çıkarmışlar, İngiliz destekli organizasyon ve kışkırtmalarla sık sık Osmanlı’ya başkaldırmışlardır.
İngiltere, Orta Doğu’da Araplarla Türkler arasında çatışmaların yaşanmasında halifelik meselesini sık sık kullanarak çıkarlarına uygun bir strateji takip etmiş; akla hayâle gelmeyen yalan ve plânlarla bölgedeki isyanların devam etmesi için her türlü gayreti göstermiş, câsusları vâsıtasıyla her devirde uyguladığı ‘hâinleri parayla satın alma ve devlet kurdurma hayâliyle aldatma’ politikası mûcibince ayrılıkçı kabilelere su gibi altın saçmış ve hep yaptığı gibi ateşe devamlı benzin dökmüştür. Avrupalı emperyalist ülkelerin desteklediği Yemen’deki hıyânet öyle bir melânet hâline gelmiştir ki kesif bir rutûbet olup bütün çölü sarmış ve “din kardeşliği” ölçüsünü de büyük ölçüde çürütmüştür. Bu konuda şu tesbiti de yapmamız gerekir ki; Avrupa devletlerinin kışkırtmaları yanında, Devlet-i Aliyye’nin bölgeye gönderdiği bazı idârecilerin ferâset ve basiret sâhibi olmaması, askerî ve idârî tedbirleri zamanında almaması, askerin tâlim, teçhizat, silah, mühimmat, yiyecek, giyecek takviyesindeki yetersizlikleri ortadan kaldır/a/maması ve yerli halk ile devlet arasındaki gönül bağını adâlet ve muhabbetle tahkim edip hâkim kıl/a/maması gibi bâzı idârî hatâ ve yanlış uygulamalar da Yemen’deki isyanların tuzu biberi olmuştur.
Bütün bu sebepler Yemen’de bir araya gelince Zeydîler, Devlet-i Aliyye’nin son derece sıkıntılı olduğu XIX. asrın sonu ve XX. yüzyılın başlarında Osmanlı idâresine karşı sık sık başkaldırmışlardır. Tarihen sâbittir ki dört yüz yıl Devlet-i Aliyye’nin idâresinde kalan Yemen; başlangıçtan beri Osmanlı’nın tam olarak hâkimiyet kuramadığı, iç karışıklıkların hiç eksik olmadığı, merkezî idârenin devamlı isyanlarla mücâdele ettiği ve hükümranlığını yeniden tesis etmek için defâlarca askerî harekât yaptığı bir bölge olmuştur. 1870 yılında başlayan büyük bir Zeydî kalkışmasının ardından Osmanlı, isyanı bastırdıktan sonra bu bölgenin asâyişini temin için Yemen’e münhasır bir askerî kuvvet olarak 7. Ordu’yu kurmuştur. Yemen halkı askerlik yapmadığı için, 7. Ordu’nun asker ihtiyacı Anadolu ve Rumeli’den karşılanmıştır. Sultan Abdulaziz Dönemi’nden Birinci Cihan Harbi’ne kadar Yemen isyanlarını bastırmak ve bu stratejik topraklarda Osmanlı hâkimiyetini sağlamak gâyesiyle farklı tarihlerde Anadolu, Rumeli ve Suriye’den bölgeye çok sayıda takviye tabur gönderilmiştir. Devlet-i Aliyye; bu topraklardaki hükümranlığını devam ettirmek, Zeydî isyanlarını bastırarak Batılı güçlerin hesaplarını bozmak ve Mekke-i Mükerreme’yi korumak için Yemen’e sevk edilen yüz binin üzerindeki Mehmetçiğimiz şehâdet şerbetini içerken, bir o kadarı da hâin bedevîlerin cembiye ve kurşunlarıyla yaralanmıştır. Halk üzerinde çok etkili bir nüfuza sâhip olan Zeydî imamlar, para ve silah desteği aldıkları İngilizlerin de kışkırtma ve organizasyonuyla; hilâfetin Türk olan Osmanlı’nın değil, Hz Hüseyin (r.a.) soyundan gelenlerinin hakkı olduğunu ileri sürmüşler ve Yemen’de; 1870, 1882, 1895, 1902, 1904 ve 1911 yıllarında büyük kitleler hâlinde merkezî yönetime karşı ayaklanmışlardır.
Ardı arkası kesilmeyen isyanları bastırmak amacıyla Yemen’e giden Mehmetçiklerimizin kanı bu topraklarda sel olup aktığı gibi, Anadolu ve Rumeli’nden bu bölgeye deniz yoluyla yapılan sevkiyatlar sırasında ve daha sonrasında yaşanan olumsuzluklar, yokluklar ve yoksulluklar da pek çok askerimizin hayâtını kaybetmesine sebep olmuştur. Yemen’e gitmek için vapura bindirilen askerlerimiz, daha gemideyken pek çok sıkıntıya dûçâr olmuş, çeşitli perişanlıklar, zorluklar ve hastalıklarla karşılaşmıştır. 1-1,5 ay süren uzun deniz yolculuğuna alışık olmayan Mehmetçiklerin bedenleri şiddetli sıcağa, nemli rüzgâra ve gece soğuğuna dayanamamış; sıcak çarpmasından, soğuk geçmesinden ve hummadan ölümler başlamıştır. Bu ahvâli ve ardından yaşananları dile getiren Kırşehirli Âşık Hüseyin söylediği ve Bâki Yaşa Altınok’un derlediği ağıt, sâdece kendisinin “ağası ve emmisi” için yaktığı bir türkü değil, Yemen’e asker gönderen, daha Yemen’e ayak basmadan dünyaya vedâ eden Mehmetçiklerimizin ve milletimizin duygu ve düşüncelerine de tercüman olmuştur: “Bir alay askerdik bindik gemiye / O gemi götürür bizi Yemen’e / Şükür o Yemen'den geri dönene / Yemen’e de benim ağam Yemen’e / Ateş düştüğü yeri yakar kime ne / Susmuş konuşmuyor ağzında dili / Yirmisinde solmuş tomurcuk gülü / Ne yaman yer imiş Yemen’in çölü / Yemen’e de koç yiğidim Yemen’e / Kendim ağlar kendim söyler kime ne / Kalkmıyor sırt çantam cephanem ağır / Kimimiz kör olduk kimimiz sağır / Her yana oynuyor İngiliz gavur/ Aman padişahım imdat Yemen’e / Şu Yemen’in gâilesi bize ne / Yemen’de de kara haber geliyor / Nice koç yiğitler telef oluyor / Hâin Arap arkamızdan vuruyor / Türk uşânın kanı akar Yemen’e / Analar bacılar ağlar kime ne / Hüseyin akıtır kanlı yaşını / Bit pire üşüşmüş yiyor döşünü / Akbabalar konar oyar başını / Gitti gelmez ağam emmim Yemen’e / Ölen ölür kalan sağlar kime ne?” Yine Kırşehirli Âşık Said’in söylediği Yemen ağıdındaki; “İstanbul’da bindik derya yüzüne / Hasret ile figan indi gözüme / Dinleyin kardeşler bakın sözüme /Aman kaptan gidiyok mu Yemen’e / Yemen’den karalı haber geliyor / Nice yiğit hasret ile ölüyor / Şen İstanbul gerilerde kalıyor / Aman kaptan iyi bakın dümene / Deniz üstü kara duman bürüdü / Nice yiğit ölümlere süründü / Kırk yedi gün Yemen çölü göründü / Arkadaşlar işte geldik Yemen’e / Durmadan söylüyor Said’in dili / Bahçeler açtı mı kırmızı gülü / Neye mahzur derler Yemen’in çölü / Kendin ağlan kendin gülen kime ne” dizeleri de; İstanbul’dan başlayıp Yemen’in Hudeyde Limanı’nda biten deniz yolculuğunda askerlerimizin yaşadığı sıkıntıları ve yüreklerinden geçen duyguları dile getirmiştir:
Hudeyde Limanı’na ulaşan Mehmetçiklerimiz karaya çıkmış, birliklerine sevk edilmeden önce, buraya gelecek diğer askerlerin de toplanıp hep birlikte San’a’ya gitmek ve oradan da dağıtım yerlerine gönderilmek için, çadır dahi kurulmamış olan limanın yakınlarındaki açık arazide pek çok sıkıntıyla mücâdele ederek günlerce aç biilaç beklemek mecbûriyetinde kalmışlardır. Mehmetçikler; gündüzleri mızrak gibi insanın içine işleyen kızgın güneş altında yanmışlar, geceleri kemiklere işleyen kılıç gibi keskin çöl soğuğunda donmuşlardır. Hudeyde’den San’a şehrine gitmek için piyâde olarak yola çıkan birliklerimiz, alev fışkıran cehennemî çölde beş altı gün yaya olarak yürürken; güneşin kavurduğu, soğuk ve sefâletin kemirdiği o zor şartlarda yarım ekmek ve bir baş soğanla karınlarını doyururken, bir bardak suya ve bir tas sıcak çorbaya hasret kalmışlardır. Bedenleri aşırı yorgunluktan bitkin düşen birçok asker daha çatışmaya girmeden hastalanmış; çöl ikliminin getirdiği alışkın olmadıkları zorluklara ve yokluklara ilâveten; askeri kırıp geçiren kolera, sıtma, hummâ gibi salgın hastalıklar sebebiyle de can kayıplarımız artmıştır. Ve San’a’dan dağıtım yerlerine sevk edilen askerlerimiz hiç bilmedikleri bir coğrafyanın sarp dağları, derin vâdileri ve dimdik yamaçlarını aşarken, pusuya yatan isyancıların saldırılarına uğramış ve birçok askerimiz ya yaralanmış, ya da hayatını kaybetmiştir. Yâni Mehmetçiklerimiz sâdece isyancılarla değil çöllerle ve yalçın dağlarla da boğuşmuş, çeşitli imkânsızlıklarla da savaşmış, yalnız açlık, susuzlukla değil, sevk ve idârede yapılan yanlışlıkların ve tedbirsizliklerin ortaya çıkardığı olumsuzluklarla da baş etmeye çalışmıştır… Hasan Muhiddin Paşa’nın 1904 isyanının ardından hazırladığı ve günümüzde “Ah O Yemen, 1904 İsyânı” ismiyle kitaplaştırılan tahkikat raporunun sonunda bu durum; “Açlık birçok facialara neden oldu. Tedbir alınmamış olması beş bin Padişah askerini mezara gömdü. Kuyulara, çukurlara attırdı. Bunları mürekkeple değil, gözyaşıyla yazıyorum” diye ifâde edilmiştir.
Hâsılı çarpışma, baskın, muhasara, hastalık, hava şartları, erzak ve ilaç eksikliği, silah ve mühimmat yetersizliği her geçen gün şehit sayısını arttırmış, İngiliz destekli Zeydî imamların organize ettiği ve ardı arkası kesilmeyen isyanlar sırasında, bugün isimleri ve tam sayısı dahi bilinmeyen, asgarî tahminle yüz binleri geçeceği muhakkak olan Yemen şehitleri “Dîn ü devlet, mülk ü millet” için canlarını fedâ etmişlerdir. İsyanları bastırmak için Anadolu ve Rumeli’den giden sayısız vatan evlâdı şehâdet şerbetini içmiş; Yemen’deki; hastalıklar, yokluklar, çâresizlikler, gurbet ellerde dinmeyen derin yaralar, bitmeyen hasretler, yaşanan hazin şartlar sebebiyle askerlerimiz hayata vedâ etmiş; genç kızlar nişanlısını, tâze gelinler doyamadıkları eşlerini, analar babalar fidan gibi evlatlarını, körpe yavrular babalarını kaybetmişlerdir. Bütün bu yaşananlar dolayısıyla Yemen’in milletimizin derûnunda bıraktığı derin izler, mâşerî vicdânda oluşturduğu kahır dolu melâller ve kelimelere sığmayan acıların tutuşturduğu yürek yangınları hiç sönmemiştir. Bu isimsiz kahramanların meçhul hikâyeleri de, geride kalan anaların, babaların, gelinlerin, bacıların ve evlatların hüzün yüklü hissiyat ve dramları da milletimizi kahr u perişân etmiştir. Yemen’den gelen acı haberlerin oluşturduğu kasvet rüzgârlarının Anadolu’ya getirdiği elem bulutları, insanımızın gönlüne hüzün yağmurları olarak inince, sînesine ateş düşen bağrı yanık anaların, babaların, bacıların, gelinlerin yüreklerinden kopan feryatlar ağıt olmuş; dilden dile, ilden ile aksi sadâ ile yayılmıştır. İşte Yemen’de yaşanan büyük ıstırapların ve insanımızın ciğerini kavuran dayanılmaz acıların içinden yükselen çığlıklar halkımızın hissiyâtını kanatmış, Mehmetçikler için yakılan ve bâzı mısraları ortaklaşan ağıtların genel ismi de “Yemen türküleri” adını almıştır.
Anadolu ve Rumeli’ndeki pek çok hâneden Yemen’e giden genç erkeklerin büyük çoğunluğu bir daha evlerine dön/e/memesi; “Çöl Yemen”in erinden subayına, eratından zâbitine kadar şehit düşen nice Türk evlâdına mezar olması ve sılada kalanların yüreklerindeki derdin, elemin, gamın, kederin, kasvetin, mihnetin, hasretin, hicrânın, ıstırabın, inkisârın, her geçen gün daha da büyüyen acının katmerlenmesine, umut çiçeklerinin her geçen gün daha da solmasına ve gönülleri mesken tutan üzüntülerin hüzün fırtınalarına dönmesine yol açmıştır. Yemen’de yaşanan bütün bu olumsuzluklar, insanımızın iç dünyasındaki ıstırâbı büyütmüş, kalplere ateş düşüren bu hâlet ağıt olup dile dökülmüş, birçok bölgemizde, şehrimizde, beldemizde teessür ve kahır dolu Yemen türkülerinin yakılmasına vesîle olmuştur. “Yemen! Âh! Yemen!..” diye ağlayan ve hıçkırıklarının uğultusu San’a’ya kadar ulaşan analar, babalar, bacılar, gelinler, yavuklular; namert kurşunların ve şeddeli hâinliklerin kol gezdiği Yemen’e gönderdiği ve gelmeyeceğini bildiği ciğerpâresi evlatları, kardeşleri, eşleri ve nişanlıları için dizilerini döve döve, sînelerine vura vura nice ağıtlar yakmışlardır. Yemen üzerine Anadolu ve Rumeli’deki pek çok beldemizde yakılan ağıtların çok büyük kısmı unutulmuş; ağıtlarımız ancak can bulduğu türkülerde hayatlarını devam ettirebilmişlerdir. Şurası muhakkaktır ki, Yemen üzerine yakılan ağıtlar; türkü hâline gelen, derlenerek bugüne ulaşabilen ve çok bilinen Yemen türkülerinden kat be kat fazladır.
Yemen dendiğinde halkımızın kalbini sızlatan ve yüreğini dağlayan bir diğer hâl ise, Yemen’e giden, şehit ya da gâzî olan Mehmetçiklerin büyük çoğunluğunun fakir Anadolu ve Rumeli çocukları olması, zenginlerin evlatları için “bedel” ödeyerek onları askere göndermemesidir. Bu hâl Yemen türkülerinde yalın bir biçimde vurgulanmış ve “Yemen yolu çukurdandır / Karavanam bakırdandır / Zenginimiz bedel verir / Askerimiz fakirdendir” diyen ve gönüllerimizi dilhûn eyleyen ezgilerle dile getirilmiştir. Osmanlı Devleti’nde Sultan II. Mahmud Dönemi’nden îtibâren askere gitmek istemeyen zengin kişiler “bedel-i şahsî” uygulamasıyla, ya maddî imkân sağladığı ya da mal mülk verdiği birisini kendi yerine askere göndermiş, ya da yerine gidecek birisini bulamayanlar ise “bedel-i nakdî” adı altında belirli bir miktar parayı devlete ödeyerek askerlikten muaf tutulmuşlardır.
Beş bin yıllık tarihi olan, ama son iki üç asırlardır tâlihi kendisine yâr olmayan Türk insanının acı hâtıralarını çok hüzünlü nağmelerle dile getiren ve “gidip de dönmeyenler” için gönüllerimizi kanatan nice yanık türküler terennüm edilmiştir. “Ah o Yemen’dir / Gülü çimendir / Giden gelmiyor / Acep nedendir” diye cevâbı bilinen sorular sorulmuştur. Bu sorular; belki de solgun ümitlerini yeşertecek ve kan ağlayan kalbini tesellî edecek bir haber duymak içindir…
Yemen dendiğinde ilk aklımıza gelen türkü; bizleri melâl denizinin uçsuz bucaksız sâhillerine götürüp hepimizi hüzünlendiren, yüreklerimize elem yüklü bir sızı ekleyip gözlerimizi terleten, bahtı kara Anadolu insanının duygularını, kaygılarını ve acılarını dile getiren; Muş yöresine mi, Elazığ yöresine mi âit olduğu tartışmalı olan, türküde geçen yerin “Muş” mu, “Huş” mu, “Simuş” mu olduğu konusunda da ittifak bulunmayan ve herkesin hâfızasında “Yemen Türküsü” diye yer alan o meşhur ağıttır.
Her dinlediğimizde bizleri efkârlandıran “Yemen Türküsü”nün yakılış hikâyesi şöyledir: Bir yiğit delikanlı evlendiğinin ertesi günü askere çağrılmış ve redif taburuyla Yemen’e gönderilmek üzere eline sülüsü verilmiştir. Askere alınacak yeni evli delikanlı ve genç eşi, çocukluktan beri birbirine sevdâlanmışlar, uzun yıllar evlenme hayâlini kurmuşlar, sonunda vuslata ermişler, ancak düğünün hemen ardından çok hazin bir ayrılık acısıyla karşılaşmışlardır. Yemen’e gitmek için toplanan redif taburu, diğer bölgelerden gelen askerlerle bir kafile oluşturup toplu olarak yürümeye başlayınca arkalarından büyük bir bir toz bulutu bırakmışlardır... Yeni evlendiği eşini yolcu etmeye gelen bu tâze gelin; kocasını uzun yıllar göremeyeceğini ve hatta Yemen’e gidenlerin geri gel/e/miyeceğini düşündüğünden cepheye giden kafilenin ardından kalkan toz bulutuna bakarak uzun süre hıçkıra hıçkıra ağlamış ve ardından da; “Havada bulut yok, bu ne dumandır ” diye başlayan ve hüzünle dinlediğimiz o çok bilinen ağıdın ilk bölümünü yakmıştır.
Aradan bir kaç yıl geçtikten sonra Yemen’den yaralı dönen ve aynı memleketten olan bir asker kapıyı çalar, elindeki çantayı genç geline verir, üzüntülü hâli bulutlu gözleri ve ağlamaklı; “Yemen’de isyancılarla girdikleri bir çatışmada eşinin ve kendisinin yaralandığını, arkadaşının yarasının çok ağır olduğunu ve eğer şehit olursa bu çantayı memleketteki hanımına götürüp vermesini vasiyet ettiğini” söyler… Bu haberi duyan gelinin önce nutku tutulur, rengi sapsarı geçer, sonrasında ise âh u feryâd etmeye başlar ve hıçkırıklar arasından yükselen çığlıklar gökubbeyi doldurur… Ve nihâyet gelin gözyaşları içinde çantayı açıp içindekilere büyük bir acı ve ıstırap dolu gözlerle baktıktan sonra, hepimizin bildiği ve hüzünle dinlediği o meşhur Hüseynî ağıdın devâmını yakmaya başlar…
İşte her dinlediğimizde elem dolu ezgisiyle gönül tellerimizi titreten, içimize kelimelerin târif edemediği bir ateş düşüren, bizi alıp çok farklı hüzün iklimlerine götüren, sînemize koyu bir kasvet demir atarken tüylerimizi diken diken eden ve zaman içinde yeni eklemelerle anonimleşen “Yemen Türküsü”nün sözleri şu mısrâlardan oluşmuştur: “Havada bulut yok bu ne dumandır / Mehlede ölüm yok bu ne şivandır / Şu Yemen elleri, ne de yamandır / Ah o Yemen’dir, gülü çemendir / Giden gelmiyor, acep nedendir / Burası Muş’tur, yolu yokuştur / Giden gelmiyor, acep ne iştir / Kışlanın önünde redif sesi var / Bakın çantasında acep nesi var / Bir çift kundurayla bir de fesi var / Kışlanın önünde sıra söğütler / Zâbitler oturmuş asker öğütler / Yemen’e gidecek bu koç yiğitler/ Kışlanın ardını duman bağladı / Analar babalar kara bağladı / Yemen’e gidene herkes ağladı/ Kışlanın önünde çalınır sazlar / Ayağım ağrıyor yüreğim sızlar / Yemen’e gidene ağlıyor kızlar. / Burası Muş’tur, yolu yokuştur / Giden gelmiyor, acep ne iştir / Ah o Yemen’dir gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir / Kışlanın ardında bir kırık testi / Askerin üstüne samyeli esti / Gelinlik tâzeler umudu kesti / Ah o Yemen’dir gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir.” Böylesi bir büyük acıyla dile gelen “Yemen Türküsü” halkımızın dilinden hiç düşmemiş, Yemen’deki keder ve ıstırâbın oluşturduğu ve insanımızın kalbindeki Yemen hüznünün izleri o günden bugüne bu türkü sâyesinde hiç silinmemiştir. Diyarbakır yöresinden derlenen ve bâzı dizeleri yukardaki türküye benzeyen Yemen ağıdının bir başka söylenişinde de; “Mardin kapısında kelek bağlanmış / Yemen’e gidenler yürek dağlamış / Analar babalar kara bağlamış / Ano Yemen’dir gülü çimendir / Giden gelmiyor acep nedendir / Burası Huş’tur yolu yokuştur / Giden gelmiyor acep ne iştir / Kışlanın önünde bir sürü kazlar / Ciğerim yanıyor içerim sızlar / Yemen’e gidene ağlıyor kızlar / Ano Yemen’dir gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir / Burası Huş’tur yolu yokuştur / Giden gelmiyor acep ne iştir.” dizeleri terennüm edilmiştir.
Erzurum’dan Yemen’e giden yiğitler için ağıt olarak söylenen, “Erzurum Yemeni” olarak da bilinen türkü de, her dinleyenin yüreğini kanatmış ve hüznün her rengini rûhumuza mîras bırakmıştır. Türküyü yakan kişi; bir yandan kalbinin hâfî tepelerinde yanık tuttuğu umut kandilini söndürmemeye gayret gösterirken, bir yandan da Yemen’e giden askerlerin büyük çoğunluğu şehit düştüğü ve geri dönmediği için kalbinden hiç eksik olmayan ve hep kıyâma duran bir korkuyu da: “Mızıka çalındı gelin mi sandın / Al yeşil (beyaz) bayrağı gelin mi sandın / Yemen’e gideni gelir mi sandın” dizeleriyle dile getirmiştir. Bir başkası da, bu türkünün nakaratını terennüm edip; “Dön gel ağam dön gel dayanamirem / Uyku gaflet basmış uyanamirem / Ağam öldüğüne inanamirem” diye yüreğini serin tutmaya uğraşırken; önce bu sözlere kendini inandırmaya çalışmış, sonra da bu naif umudunu türkü diliyle cümle âleme îlân etmek için; “Tez gel ağam tez gel dayanamirem / Uyku gaflet basmış uyanamirem / Ağam öldüğüne inanamirem / Koyun gelir kuzusunun adı yok / Sıralanmış küleklerin sütü yok / Ağamsız da bu yerlerin tadı yok / Ağamı yolladım Yemen iline / Çifte tabancalar takmış beline / Ayrılmak olur mu tâze geline / Tez gel ağam tez gel dayanamirem / Uyku gaflet basmış dayanamirem / Ağam öldü diye inanamirem” demiştir.
Yemen cephesine giden askerlerin kâhir ekseriyeti memleketine geri dönmemiştir. Bu sebeple Ali Fuat Erden Paşa; “Yemen’in taşının, toprağının, kumunun hemen her karışında bir Türk askerî gömülüdür. Fakat bu şehitlerin ne anıtı, hatta birçoğunun ne de bir mezar taşı vardır. Hemen hepsi birer meçhul askerdir ve bütün Yemen kıtası Türk şehitliğidir” demiştir. Hâl böyle olunca Anadolu ve Rumeli’nden Yemen’e sevk edilen ve geri dönmeyen koç yiğitlerin ardından; yüreklerine ateş düşmüş anaların, gelinlerin, bacıların sînelerindeki ıstırâbın kor alevinde yakılmış olan Yemen ağıtlarının her bir harfi gözyaşıyla yazılmış ve her bir ezgisi de Müslüman Türk milletinin “mâşerî hüznü”nün en hazin nağmesi olarak yüreklere kazınmıştır. Her bir dizesi, her bir ezgisi yanık yüreklerden dile dökülen ve bir içli destan olan Yemen türkülerindeki melâli, ıstırâbı, elemi ve hüznü yüreğinde duyan evlâd-ı vatana gönül dolusu selâm olsun…
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Devam edecek)