“GÜL”E ARZ-I HÂL – II

Ey İnsanlığın Medâr-ı İftihârı!..

İnsan olma haysiyetini Seninle yeniden bulan ve İslâm olma izzetine Seninle kavuşan bu azîz milletin ve garip ümmetin başına ne geldiyse Sensizlikten geldi. Senin yokluğunda, fitne rüzgârlarına mâruz kalan yüreklerdeki kardeşlik çiçekleri sararıp soldu…

Ne acıdır ki; “Aynı bedenin farklı âzâları” olması gerekenler, birbirlerinin dilinden anlamadı, biri diğerinin derdini dert etmedi, kalpleri aynı aşk için atmadı, aynı sevdâları gütmedi, aynı Kıble’ye baş koysalar da, aynı dâvâda saf tutmadı… Sensizlik depremiyle târumâr olan ümmetin birliği ve dirliği kalmadı. “Bir olması, iri olması, diri olması” gereken Ümmet-i Muhammed; Allah (c.c.) ve Resûlü(s.a.v.)’nün men ettiği nesep asabiyesi ve kavmiyetçilikler, küffârın masa başında ihdâs ettiği “harita”lar ve onların kabîle kültürü üzerine inşâ ettiği “devletçik”ler yüzünden birbirine düşman kesildi ve İslâm coğrafyası paramparça oldu…

Ne yazık ki, Allah (c.c.) ve Resûlü(s.a.v.)’ne itâat etmeyip birlik rûhunu kaybeden, “çekişmeye girip gücünü yitiren ve zayıflayıp yılgınlığa düşen”[1] bu ümmet; hep ezilen, sömürülen, zulüm altında inleyen, dayanılmaz çileler çeken ve en ağır acılar içinde yüzen; kendi elleriyle derileri yüz/dür/ülen bir “yığın” hâline geldi...

Ümmetin; kaç parçaya, kaç fırkaya, kaç mezhebe, kaç hizbe, … ayrıldığının ve ayrışt/ırıld/ığının çetelesini tutmaya artık sayılar yetmez oldu… “Allah’ın ipine”[2] sarılmayan ve Senin Sünnetinden ayrılanlarda ne mecâl, ne idrak, ne şuur, ne kuvvet, ne de uhuvvet kaldı…

Bizler, tefrikaya düşüp birbirimize saldırmaya devam ederken; modern Ebreheler İslâm şehirlerine demir fillerle hücum etti, ama ne yazık ki artık Müslümanları koruyacak Ebâbiller de yoktu…  Üstelik bu coğrafyada; modern Tâgutlardan, asrî Nemrutlardan, çağdaş putlardan, îman cellâtlarının emrindeki mankurtlardan ve küffârın dümen suyundaki angutlardan geçilmiyordu… Hâl böyle olunca, İslâm kardeşliği de, Müslüman kimliği de, tesânüt de, yardımlaşma da, ahlâk da, irfan da, edep de, hayâ da örtüsünden soyundu…

Ne hazindir ki, Senden uzaklaşmamızın netîcelerinden birisi olan ve  “izm”lerin kölesi hâline gelmemize  sebebiyet veren ideolojiler, yâni “idrâkimize giydirilen deli gömlekleri”[3] değişmez savaş kıyâfetlerimiz oldu…

Senden uzak kalan yüreklerimiz; maddenin, makâmın, şöhretin, servetin, riyânın, sû-i zan’ın, yalanın, haramın, yâni mâsivânın istîlâsına uğradı. Dünya dağdağasına düşen ve dünyanın işgâline uğrayan bir kalbin sâhibi olan bizler; ne yazık ki Kur’ân’ı ve Sünnet’i “aklederek”, “fikrederek” ve “asrın idrâkine söyleterek”  idrâk edemedik… Böyle olunca da, inancını şuur plânında yaşayamayan Müslümanların günah karasına boyanan hayatı, asırlık gecelerin siyah perçemlerinde asılı kaldı. Hayat Kitabımız olan Kur’ân’-ı Kerîm; ya alıp okunmaması için kütüphânelerimizin el uzanmayacak en yüksek yerine kaldırıldı; ya da yılda bir kez ziyârete açılan ve kat kat bohçalar içinde muhâfaza edilen “Sakal-ı Şerîf misâli, işlemeli kılıflara sarılarak saklandı ve el sürülmez oldu…

Ayrıca Yüce Dînimiz; bir yandan özne değil nesne hâline getirilip, hayatın dışına çıkarılarak belli alanlara hapsedilmeye çalışılırken; öte yandan da, dîni mihrâptan yıkmayı amaçlayanlar tarafından; hem Protestanlaştırılmak, hem de sekülerleştirilmek istendi… Bu sebeple; Abdullah  İbn-i Sebe’nin vârisleri, emperyal güçlerin uşağı olan “hocaefendiler” (?!),  ‘dindarlara kindar’  olan sözde din adamları, Kur’ân’ı Sünnet’ten, Sünnet’i de Kur’ân’dan ayırmaya çalışan “kitap yüklü” teologlar ve çağdaş “Mescid-i Dırâr”lar inşâ etmeye uğraşan oryantalistler hep kesâfet kesbetti bizim coğrafyalarımızda…   Bütün bunlara ilâve olarak, bâzılarımız da -bilerek ya da bilmeyerek- “Din’de reform” terânelerine destek çıktı ve “reformistleri” hiç yalnız bırakmadı…

Hâl böyle olunca, bize bıraktığın dîni tanınmaz hâle getirdik... Senden ayrı düşünce, her şeyimiz asliyetini kaybederken, bizler de asâletimizi yitirdik… Işığın doğudan yükseldiğini, “Gül” kokusunun Kıble’den geldiğini bilmemize rağmen, ya hep batıya gidip bâtılla buluştuk, ya da kuzeye yöneldik ve materyalist rüzgârlara mâruz kaldık… Yanlış vâdilerde dolaşan bizler, raflarımızda unuttuğumuz hazînemizin anahtarını yâd ellerde arar olduk…

Ey Varlığın En Büyük Îtibârı!..

Asırlardır Senin âsûde gölgeni terk ettiğimiz için ateşler içinde yandık. Bizler; şafaksız gecelerde “fecr-i sâdık”ları beklerken, “fecr-i kâzip”lere kandık. Yıllar yılı Sana yâr olduğunu sandığımız ağyara inandık. Artık  “Bir yılan deliğinde bir kez değil defâlarca ısırılmaktan”[4] bıktık-usandık… Ve Senin gösterdiğin Kıble Ufku’ndan uzaklaştığımız için her adım başında bir kere daha aldandık / aldatıldık…

Bizler; Senin işâret buyurduğun istikameti terk etmekle, gönüllerimizde sevgi çiçekleri yerine, kin tohumları yeşerttik.  Senden sonra, “sevgi” kelimesinin sesli harflerini tükettik ve sevgiyi yâd ellere sevk ettik… Dünyayı kalbine koymuş bir hâlde Hak Yolu’nun menzîlini arayan bizler; belki ihlâsla yola çıktık, fakat “Gül”ü hakkıyla rehber edinmediğimiz için devamlı yoldan çıktık... Ya “Doğru Yolun Sapık Kolları”[5]nı mesken tuttuk veya “çıkmaz sokak”lara saptık…   Ya da “Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v.) yolunun dışındaki bütün istikametler bâtıldır” düstûrunu bağıra çağıra söyledik, fakat serlevhâ ettiğimiz bu sözü; ne hayatımıza yansıtabildik, ne içini doldurabildik, ne de söylediklerimizi slogan boyutunun ötesine geçirebildik…

Yıllar yılı idrâksizliğin kefenini giydirdik tertemiz duygularımıza… Sensizlik, alıp götürdü bizi kalabalıklar içindeki şuursuzluğun simsiyah yalnızlığına… Yüzümüzü Senden çevirdiğimiz için yüzümüz hiç gülmezken, baharı bekleyen düşlerimiz de hep hazan besteledi Senin yokluğunda…

Zâten yıllar önce, “Pek Hazîn Bir Mevlid Gecesi”nde Sana seslenen ve Senden istimdât eden Âkif’imiz;

“Yıllar geçiyor ki, Yâ Muhammed,

Aylar bize hep Muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi...

Eyvâh, o da leyl-i mâtem oldu!

Âlem bugün üç yüz elli milyon

Mazlûma yaman bir âlem oldu:

Çiğnendi harîm-i pâki Şer’in;

Nâmûsa yabancı mahrem oldu!

Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minâre ebkem oldu.

Allah için, Ey Nebîyy-i ma’sûm,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

İslâm’ı bırakma böyle mazlûm.”[6]

dizeleriyle hâlimize tercümân olmuş ve duygularımızı fazla söze hâcet bırakmayacak bir biçimde dile getirmişti.

Ey “Gül” Medeniyeti’nin Mîmârı!..

Kur’ân ve Sünnet’i hayatımızın merkezine koy/a/madığımız için; hayatımızı İlâhî mesajın emirlerine göre düzenleyip yaşa/ya/madığımız için; dûçâr olduğumuz her türlü yanlışlığı, İlâhî Mesaj’ın hiç yanıltmayan rehberliğinde bütün netîceleriyle birlikte ortadan kaldır/a/madığımız için; inandığı gibi yaşamanın iddiâsında bulunup, îfâsını yap/a/madığımız için, “Emrolunduğu gibi dosdoğru”[7] ol/a/madığımız için karanlıklar içinde bunaldık…

Yâ Rabbe’l-Âlemîn!.  

Senin aşkından mahrûm bırakma bizi… Lütfeyle ne olur; Habîb-i Zîşan’ın aşkına soldurma boynu bükük ümitlerimizi…  “..Ey Rabbim!.. Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfuna) öylesine muhtâcım..”[8] ki…

Gel Ey Efendiler Efendisi!..

Bir tebessümünle hitâma erdir, yüzyıllardır bir türlü bitmeyen eyvâhlarımızı... “Gül Devri”nde olduğun gibi, hayatımıza yeniden hayat ol ve yeniden dindir gözü yaşlı âhlarımızı...  Bir kez daha doğ ufkumuza Ey Nûr-i Dilârâ! Asırlık gecelerin ardından yeniden müjdeli şafaklara erdir sabahlarımızı...

Efendim!..

Yeniden Sana ilticâ etmek isteyen, fakat “Gül” yüzüne bakacak yüzü olmayan biz isyankâr ve firârî ümmetin hâl-i pür melâlini ve şefâat talebini Zekâi Dede’nin diliyle arz ediyoruz:

“Garîk-i bahr-i isyânem şefâat Yâ Resûlallah,

Esîr-i nefs-i nâdânem şefâat Yâ Resûlallah…”

(İsyan denizine gark olmuşum, şefâat eyle Yâ Resûlallah,

Nefsine esir olmuş nâdânım, şefâat eyle Yâ Resûlallah.)

                            . . .

“Esselâtü vesselâm ey hâdi-i cümle ümem,

Essalâtü vesselâm ey sâhib-i lütf-u kerem…”[9]

(Ey ümmetlere doğru yolu gösteren, Sana salât ve selâm olsun,

Ey lütuf ve kerem sâhibi olan Sana salât ve selâm olsun.)

Gel “Ey Sevgili!.. En Sevgili!..”

“Gül” Yetimleri’ne her iki cihanda lütfeyle, lâyık olmasak da bizlere kerem eyle ve selâmınla müşerref kıldığın “âhir zamandaki kardeşlerine” şefâat eyle…

İlk mısrâı bir îtirâf, ikinci mısrâı da bir af talebi olan güzel bir beyitle şimdilik hatm-i kelâm edelim:

İlâhî!..

“Ettikse de bin türlü meâsî ve menâhî,

Lütfet, kerem et; çün keremin nâmütenâhî…”[10]

(Bin türlü günah işledik ve men edilmiş olan şeyleri yaptıksa da,

Allah’ım Sen bize lütf u kerem eyle, çünkü Sen keremi sonsuz olansın.)                   

Dr. Mehmet GÜNEŞ

(Devam edecek)

[1] Enfâl, 8/46

[2] Âl-i İmrân, 3/103

[3] Cemil Meriç, Bu Ülke, İzm’ler, 23

[4] Ebû Dâvûd, Edeb 34

[5] Necip Fâzıl Kısakürek

[6] Mehmet Âkif Ersoy, Hakkın Sesleri, Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi, Ömer Fâruk Huyugüzel-Rızâ Bağcı,, Fâzıl Gökçek,

Safahat -Orijinal Metin-Sâdeleştirilmiş Metin-Notlar, I, 426

[7] Hûd, 11/112

[8] Kasas, 28/24

[9] Mustafa Zekâi Dede

[10]  Lâedrî

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi