Ahmet Yüzeroğlu: Okuyan İnsandan Zarar Gelmez

Ahmet Yüzeroğlu: Okuyan İnsandan Zarar Gelmez
 Emektar eğitimci Ahmet Yüzeroğlu ile röportajımızın ikinci bölümünde, Maraş Olayları’nda yaşadığı zor günleri, kopya çeken öğrencisine nasıl tepki gösterdiğini, okumanın faydalarını, eğitimdeki eksiklikleri...

 Emektar eğitimci Ahmet Yüzeroğlu ile röportajımızın ikinci bölümünde, Maraş Olayları’nda yaşadığı zor günleri, kopya çeken öğrencisine nasıl tepki gösterdiğini, okumanın faydalarını, eğitimdeki eksiklikleri ve teknolojinin günümüzdeki yerini konuştuk. Yüzeroğlu okuyan insandan zarar gelmeyeceğini söyledi.

 “12 Şubat Kurtuluş Bayramı’nda göğsümüzü kabartıyoruz ama Maraş Olayları denilince tam tersini yaşıyoruz” diyen Yüzeroğlu, “Mümkün olsa o yaşanmışlıkları hafızalardan silmek istiyoruz. Buda yanlış bir birikimin, eğitimsizliğin, sevgisizliğin sonucu ve ürünü. Ben şunu istiyorum ki kendi topraklarımızın üzerinde yaşayan kim olursa olsun hemen bir saniye bile yitirmeden o insanlarla kucaklaşmalıyız. Birbirimizden özür dileyip helalleşmemiz lazım” dedi. Yüzeroğlu, Maraş Olayları’nın kuluçkaya yatırıldığı yerlerden birisinin de Ticaret Lisesi olduğunu söyledi. Emekli Eğitimci Yüzeroğlu ile röportajımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. İşte söyleşimizin ikinci bölümü:

 Eskiden okullarda araç gereç azdı. Kitap yetersizliğinden bir kitabı okumak için bir iki hafta beklenirdi. Artık günümüzde her şey bir tıkla internette. Geçmişten günümüze teknolojiyi nasıl değerlendirirsiniz?

Bilhassa dünyada 1980’lerde bizde ise 1990’larda başlayan teknoloji akımı baş döndürücü bir hızla yol alıyor. Teknoloji insan aklının bir ürüdündür. O teknolojiye ulaşılmak için ne acılar yaşanıp ne zahmetler çekilmiş. En son bu noktaya gelinmiştir. Bu güzel bir şey. Ama biz 20’nci kuşağın insanlarıyız. Biz bir yüzyılı yaşadık. 21’nci yüzyılın ekmeğinin bir kenarından da koparıp ağzıma atamadık ama kemiriyoruz. Hakkımız değil çünkü bir 20’nci yüzyılın insanıyız. Geçiş dönemleri hep sancılı olur. Bir yüzyıl bitiyor ve yeni bir yüzyıla geçiliyor. Ve teknoloji inanılmaz bir ivme kazanıyor. Önünüzden çok hızlı bir şekilde geçen bir taşıt düşünün. Siz farkında değilseniz bir toz bulutu içinde kalırsınız. Saçlarınız bir tarafa doğru uçuşmaya başlar. Yani sizi o hızın peşine yöneltir. Fakat tek toz bulutunun şu anda içindeyiz. Saati şuanda düşünemeyiz. Alt üst olmuşluk var. 20’nci yüzyılın veya o yüzyıla kadar olan birikimlerin alt üst oluşları var. Bu olağandır.  Mutlaka olacaktır. Önemli olan bu değişimi sancısız yani zararsız en asgari şekilde bu geçişi atlatabilmektir. Biz her şeyden şikâyet ediyoruz. Akılcı düşünmek gerekirse eski zamanlarımız güzeldi ama şimdiki zamanlarımızın da güzellikleri var. Önemli olan burada akılcı ve insancıl olabilmek. Herkesin bunu yapabilmesi gerek. Hepimizin iki gözü iki kulağı var. Bir el iş yaparken diğer el ona nasıl mani olmuyorsa ona destek veriyordur. Tek elle bir şeyi kaldıramıyorsak hemen diğer elimiz onun imdadına yetişiyor. Ama onu engellemiyor. Bizim yöneticilerimiz veya toplum liderlerimiz, ülkenin yönetiminde en üst seviyede bulunanlar bunun bilincinde olmalıdır. Sadece onlar değil herkesin bu durumun bilincinde olması gerekiyor. Kesinlikle bilinçli olmamız gerekiyor. İnsancıl bir şekilde yaklaşmamız lazım. Yaka silktiğimiz yâda bundan hiç bir şey olmaz dediğimiz gençlerimize sevgiyle eğilirsek, çıkmayan candan umut vardır hesabı onları kazanabiliriz. Eğitimimizde bu eksikliği görüyorum. Hemen damgalıyoruz. Bu böyle olmaz. Ondan kesinlikle hemen el çekip tiksinmemeliyiz. Onu alıp kucaklayarak kazanmalıyız. Yazarların ve şairlerin yaşamlarını ben hep merak ederim. Onların tarihlerine bakarım. Sadece Türk değil diğer yabancı yazarları da aynı şekilde araştırırım. 80 yaşına kadar ulaşan şairler parmakla gösterilecek kadar. Ama şimdi bakınız ki normal yaşam artık Türkiye’mizde bile sağlığa dikkat edilmişse 80’ler bulunuyor. Bunun sebebi hava temizdi. Hormonlu gıda yoktu. Stres ve gürültü yoktu. Hiçbir şey yoktu. Ama şimdi neredeyse insan ömrü eski ömürlerin yarısına düştü. Teknoloji gelişiyor ve gelişmeye devam edecek. Eski tıp olsaydı Türkiye nüfusunun şuanda 3’te birinin toprak altından olması lazımdı. Çünkü o zamanlar da hiçbir hastalığın tespit edilmesi mümkün değildi. Ama bugün teknoloji insanın ömrünü ikiye katlıyor.

Günümüzde neredeyse ilkokul öğrencileri bile madde bağımlısı oluyor. Ailelere ve öğretmenlere ne gibi görevler düşüyor?

Bir değişim süreci yaşıyoruz. Değerler alt üst halde. Göz gözü görmüyor. Madde bağımlısı olan o gencin en yakınında bulunan kim var ise hepsi sorumludur. Hepsi elini taşın altına sokmak zorundadır. Ama biz bunu yapmıyoruz. Biz en kolay neyse onu yapıyoruz. Sadece eleştiriyoruz. Kendimize düşeni yapmıyoruz. Bizim sokaklarımız bizim dünyamızdı. Yaşlı bir insan bize karışırdı ve yanlış bir şey yapıyorsak bizi uyarırdı. Günahtır ayıptır veya yazıktır diye ihtar ederdi. Ama o kişi kendisi bize örnek olurdu. Sorumluluk vardı. Fakat şimdi bireyselleşme ağır basıyor. Buda kapitalistlikten kaynaklanıyor. Ama bilinçsiz bir bireyselleşme var. Bunun önüne geçmek için yapılacak tek şey bilhassa bu yeni yetişen çocuklarımızın sorunlarına eğilmesi lazım. Camimizdeki hocamız bile hemen 5 vakit namazını kıldırıp camisini kilitliyor. Ama kapının gece gündüz açık olması lazım. O çocuğun gözlemlenmesi lazım. Yakınındaki kişinin onun derdiyle dertlenmesi lazım. Ben öğretmen olarak okulumda dersim yok diye çekip gitmeyeceğim. Ben öğretmen olarak okulumda kendimi adamalıyım. Anne babadan maalesef daha çok şey bekleyemiyoruz. Çünkü onların da aslında çocuktan beter durumları vardır. Eğitime ihtiyaçları var. İyi bir ebeveyn nasıl olur bilmeleri lazım. Bunu bilmiyorlar. Eğitilecek kişilerin içinde onlar var. Her anne ve baba çocuğunu sever. Çocuğu için her fedakârlığı yapar. Ama bilinçli yapmak gerekiyor. Veli geliyor kendisinin işçi olmasından yakınıp diyor ki hocam benim çocuğum benim gibi olmasın. İlk sözü bu oluyor, gelip sürekli kendi mesleğinden yakınıyor.   Benim çocuğum bunları yaşamasın diyor. Çocuğunu koruması altına alıyor. Bu defa çocuk hayata hazırlıklı yetişmiyor. Hep alıcı olarak yetişiyor. Çocuk ileride verici olma özelliğini kaybediyor.

Biz çocukluğumuzda verici olarak yetiştirildik. Küçükken evimizde hiçbir teknolojik lüks yoktu. Biz bunlardan yoksun büyüdük. Evimizde su akmadığında eve kova kova su taşırdık. Cami şadırvanlarından vesaire umumi çeşmelerden Kahramanmaraşlı deyimiyle satır satır su taşırdık. Hele yazın su taşıma aralığımız yarım saatte bire kadar düşerdi. Hiç boş durmazdık. Bizim çocukluğumuz tıpkı bir askerlik talimi gibi geçti. Yatağımızı da yine tıpkı askeriye de olduğu gibi kendimiz sererdik ve kaldırırdık. Bu hiç bizim zorumuza gitmezdi. Çünkü bilirdik tüm arkadaşlarımızda tıpkı bizim gibiydi. Ama şimdi ailelerimiz, biraz maddi yönden Türkiye’miz bu durumu göz ardı ediyorlar. Çocuk mutlaka verici olarak yetiştirilmeli. İleride çevresine faydalı olabilmeli. Aileler elinden geldiğince çocuğa bir şeyler katmalı.  Ben eski ile yeni arasındaki en büyük farkı burada görüyorum. Bizim dönemimizin çocukları verici olarak yetişti. Şimdikiler hep alıcı. Çünkü ortam buna müsait. Her şey var. Çocuktan bir şey istenilmiyor. Ama yine de o çocuğun da yapabileceği şeyler mutlaka vardır. Bu çocuğa bunları yaptırmak lazım.

Öğrencilerime kompozisyon ödevi verdiğim de çocuk okuyacağı zaman arkadaşlarından çekinirdi. Arkadaşlarının gülmesinden korkardı. Çocuk yine de utana sıkıla okurdu. Çocukların eleştiri yönünü geliştirmek için öğrencilere arkadaşını değerlendirmeleri için fırsat verirdim. Ama ödevini yapan öğrencilere bu fırsatı verirdim. Çünkü eleştirmek ancak onun hakkıdır. Herkes eleştirebilir. Ama üstüne düşeni yapmayanlarında eleştiri yapması doğru değildir. Eleştirmeye hakları yok.

Eskiden bizim sokak çocuğumuz yoktu. Onların başı sıvazlanır, korunur kollanırdı. Kız çocukları gelinlik çağa gelinceye kadar korunur gözetilirdi. Çeyizleri düzülür hazırlanırdı. Şimdi ise kopuk bireysel ve egoist bir yaşam var. Biz bu şekilde sorunların üstesinden gelmek istiyoruz. Bu böyle devam etmez. Bir şey kendi halinde olmaz. O şeyin mutlaka projelendirilip uygulanma aşamasında getirilmesi lazım. Bunu da o alanda uzman kişilerin yapması lazım. Aileye, öğretmene, ustaya ve herkese düşen görevler inceden inceye hesap edilerek daima bir adım daha iyiye ve güzele doğru yol alınmalı.   

Siz öğretmenlik yaparken Maraş olayları oldu. Maraş olaylarında ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Biz 12 Şubat Kurtuluş Bayramı olduğu zaman göğsümüzü kabartıyoruz. O gün adına Kahramanmaraşlı olarak gururlanıyoruz ama Kahramanmaraş olayları denilince tam tersini yaşıyoruz. Mümkün olsa o yaşanmışlıkları hafızalardan silmek istiyoruz. Buda yanlış bir birikimin, eğitimsizliğin, sevgisizliğin sonucu ve ürünü. Ben şunu istiyorum ki kendi topraklarımızın üzerinde yaşayan kim olursa olsun hemen bir saniye bile yitirmeden o insanlarla kucaklaşmalıyız. Birbirimizden özür dileyip helalleşmemiz lazım. Bu yöne doğru mutlaka hafif bir eğilim var. Şuanda çözüm süreci gibi bir umudumuz var. Zaten ancak bu şekilde tedavi edilebilir. Bunun ertesinde de Kahramanmaraş’ın girişinde güvenlik tedbirleri alınıyor. Sanki o anda hava sıkıcı ve uğursuz, bunaltıcı hale geliyor. O bir haftayı kaygı ve endişeyle geçiriyoruz.

Kahramanmaraş olaylarında ben Ticaret Lisesi’nde idim. Bu Kahramanmaraş olaylarının kuluçkaya yatırıldığı iki yerden biriside Ticaret Lisesi idi. Yani burada kuluçkaya yatırıldı. Burada beslendi. Kahramanmaraş olayları ile ilgili çıkan kitapları veya günlük gazetelerde çıkan köşe yazılarını elimden geldiğince okudum ve kesip sakladım. Yani bunu biz ileriye daha çözülmemiş bir sorun olarak taşımak istemiyoruz. Türkiye’mizin gelişmesini ve güçlenmesini istemeyen dış güçlerin payı da mutlaka vardır. Ama cahilliğimizin tezgâhlara ve oyunlara ve dolduruluşa getirilişimizin daha büyük payı vardır. Bundan üzülerek bahsediyorum ki o dönemde bizim okulumuz üs haline getirildi. Orada yığılmalar oldu. Belli bir kesim bizim okulumuza yığıldı. Nereden geldiler nasıl oldu bilmiyorum ama 100’den fazla nakil öğrenci geldi. Bu çocuklar kendi aralarında örgüt kurdular. Aynı günümüzde yaşandığı gibi İstiklal Marşı’mızı okuyamaz olduk. Belli bir grup buna sürekli tepki gösteriyordu. Katılmıyordu veya hemen arka tarafa çekiliyorlardı. Bunlar hep yaşandı. Kapılar tutuldu ve kendi grubuna mensup olmayan çocuklar okula alınmadı. Devamsızlıktan sınıfta kalma korkusu daima yaşandı. Tuvaletlerde linç girişimleri yaşanır oldu. Öğretmen arkadaşlarımız can korkusundan katlara çıkamaz oldu. Derslere giremez oldular hele de nöbet tutamaz oldular. Bu durum ileri safhaya ulaşınca vali beye çıktık. Birkaç öğretmen arkadaşımızla okulumuzun durumunu anlattık. Vali bey okulumuzun durumunu dışarıdan kendisi gözlemleyip gördü. Pekte ilgilenmedi. Devlet yönetiminde böyle bir ilgisizlik oldu. Günlerden bir gün 50-60 kişi bir öğrencime linç girişiminde bulundu. Nasıl bir cesaretim olduysa öğrencimin önüne geçtim. Kendimi siper ettim ve öğrencimi kurtardım. Her gün yaşanılan olaylar böyleydi. Yaşanılan daha çok olaylar var. Fakat ben taraf tutarak anlatmak istemiyorum. Artık bir örgüt lideri haline gelen öğrencilerim oldu.

Pazarcık’ta ve Elbistan gibi ilçelerimizde o zamanlar lise yoktu.  Hele de meslek lisesi hiç yoktu. Köyden ve ilçelerden gelen öğrenciler kısa yoldan hayata atılmak için daha çok bizim okulumuza gelirlerdi. Bir daktilo ve muhasebe öğrenip iyi-kötü bir fabrika da kendi ekmeğini çıkaracak bir iş bulsun diye bizim okul tercih ediliyordu. Ayrıca Türkiye’deki sağ ve sol görüşün yansıması oldu. İlginç bir olay anlatmak istiyorum; Bir öğrencim vardı lise 1’de ve yazılı yapıyoruz, yazılıda kopya çeker gibi bir hali vardı. Bende sezdirmeden göz ucuyla takip ediyorum ve onurunu da kırmak istemiyorum. Kendisine baktığım zaman yazmıyor fakat ben sıraların arasında dolaşırken yazıyor. Çaktırmadan bakıyorum sıranın altı boş yandan akıyorum yine boş bir şey göremedim. Nasıl nerden yazdığını göremiyorum ama bir şeylerden kopya çektiği belli. Halen yazmaya devam edince ‘çekil bakalım şuradan’ diye eğildim. Pencerenin kenarına baktım, çocuk oraya Göktürk alfabesi ile kopya yazmış. Göktürk alfabesini ben bile okumasını bilmiyorum. Bu durumu hem içimden takdir ettim, muazzam bir şeydi. Kopya diyeceğim ama değerlendirirken kopya saymayacağım bir şekilde takdir ettim. Çünkü o Göktürk alfabesini kullanması yazması yeter. ‘Bunu kimden öğrendin sen’ dedim, oda ‘İstanbul’da öğrendim’ dedi. Bu sayede bu öğrencinin buraya normal bir şekilde gelmediğini anladım. O çocuk devlete karşı bir grubun lideri olduğunu anladım. Birileri tarafında gönderilmiş bir çocuktu, bir şey olduğu zaman en başta o vardı ve hayret edilir bir durumdu. Bir toplu iğneyi file batırırsın file vız gelir, bir çuvaldızı batırdığınızda birden sıçrar, Kahramanmaraş’ta o zamanlar öyle oldu. Olaylar birden patlak verdi. Zaten gençlerimiz cahil. 16, 17 ve 20’li yaşlardaki gençlerimiz de alet edildi. Suçsuz kesimden kadınlar ve çocuklar alet edildi. Şanımıza hiç yakışmayacak şeyler oldu. (Devam Edecek) RÖPORTAJ: MÜCAHİT DALKARA

Kaynak: Manşet Gazetesi