Yunus Emre Hazretleri

Yunus Emre Hazretleri
GÖNÜL DİLİMİZİ ÎMÂR EDEN BİR “YESİ GÜVERCİNİ”:YUNUS EMRE HAZRETLERİSayılarının “doksan dokuz bin”[1] olduğu rivâyet edilen Horasan Erenleri,  Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin rahlesinde; “nefsin terbiyesi,...

GÖNÜL DİLİMİZİ ÎMÂR EDEN BİR “YESİ GÜVERCİNİ”:YUNUS EMRE HAZRETLERİ

Sayılarının “doksan dokuz bin”[1] olduğu rivâyet edilen Horasan Erenleri,  Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin rahlesinde; “nefsin terbiyesi, kalbin tezkiyesi” diye özetlenen bir tasavvuf eğitiminden geçmişler, seyr ü sülûk ile nice mânevî mertebeler katetmişler ve kemâlâtını tamamlayarak birer insan-ı kâmil olmuşlardır…

O “Yesi Güvercinleri” ki, “güneşin doğduğu yer” anlamına gelen Horasan’dan Batı ufuklarına ışık taşımak için bir sevk-i İlâhî netîcesi Avrupa’ya doğru şehbâl açmışlardır…  Onlar, Erenler Meclisi’nde İlâhî aşk üzerine sohbet ederken; Ahmed Yesevî’nin ocakta yanmakta olan odunları Batı istikametine fırlatmasıyla gidecekleri menzilin işâretini almışlardır…

Onlar, Pîr-i Türkistan’ın;

“Şanlı Kitap önderimiz kılındı,

Îyman, sancak gönderimiz kılındı,

İklim-i Rûm minderimiz kılındı,

Ol mindere kavî diz verilmeli…

Gâzi-Alperenler işe koyulun,

Gayri söze vakit az verilmeli…”[2]

öğüt ve duâsını aldıktan sonra, Batı’ya giderek kendi nasîbi olan köseğinin düştüğü yeri bulmuş; buraları tekkelerle, zâviyelerle, dergâhlarla ve imâretlerle yeşerterek toprağa dal-budak salmış ve bu Alperen Dervişler; adım adım, şehir şehir, menzil menzil Anadolu’yu tapulamışlardır…

Onlar ki,

Aşk bir özge ateştir ki,

Her ocakta yanabilmez…

Gönüldür aşkın ocağı,

Herkes varıp konabilmez…

Hak dilinden anlamayan,

Halka himmet sunabilmez…

“Allah Allah demeyince

Güzel işler olabilmez…”[3]

inanç ve şuûruyla hareket etmiş; Î’lâ-yı Kelimetullah aşkıyla gittikleri her yeri “Mekke’nin Tevhid nûruyla” mayalamış, sözlerini icraatlarıyla güzelleştirmiş, “hâl” ile “kâl”in muhteşem bir terkibini yapmış, tebliğlerini temsil etmiş, nefsânî arzuları terk edip kemâl ufkunda yükselerek bireyi “şahsiyet” hâline getirmiş ve böylelikle beşeri “Hazreti İnsan” mertebesine yükseltmişlerdir…

Onlar; Anadolu Medeniyet havzasının ruh hamurkârları, yürek devletimizin solmayan baharı, Kur’ân ve Sünnet ikliminde yürekleri aşka getiren Sâdat-ı Kirâm’ın yârıydılar…  Onlar; “gökyüzünü çadır, güneşi tuğ” bilerek gönül fethine çıkmış, her gittikleri yerde karanlıkları aydınlığa tebdîl etmek için nice mânevî kandiller yakmış ve “yetmişiki millete bir göz ile” bakmış mânâ sultanlarıydılar…

Onlar; aşk ateşinde şekillenen muhabbet nefesiyle gönüllere girmişler, kalbi kalbe bağlayan sayısız sevgi köprüleri kurmuşlar, Muhammedî bir sevdânın ruh enginliğine varmışlar, fütüvvet ahlâkını ve irfan geleneğimizin efsunkâr güzelliklerini her gittikleri yerde goncaya durdurmuşlar, Ön Asya’yı îman nûruyla yoğurmuşlar ve bu toprakları Müslüman Türk Milleti’ne ebedî vatan kılmışlardır…

Şâirin dediği gibi;

“Ve sonra akın akın

Uzağı yakın eden atlarıyla

Türkler gelmiş Anadolu’ya,

Hükümrân olmuşlar toprağa, suya;

Kılıçları keskin, bilekleri kavîymiş,

Lâkin tülbentten yufkaymış yürekleri,

Avları herkese müsâvîymiş…”[4]

Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin Horasan Erenleri “Diyâr-ı Rum”u; Tevhid şuûruyla mayalamış, gönül teri ve mânâ nefesiyle yıkamış ve bu toprakları “Gül” kokularıyla sarıp-sarmalamışlardır…

Ehl-i dilin;

“Horasan erleri,

Yesi güvercinleri ,

İki Cihan Serveri

Muhammed aşkına

El ele perçin oldular,

Derilip yüzbin oldular,

Uçan güvercin oldular,

Göklere kıldılar seyrân;

Bir köşede kaldım hayrân…

Gördüm ki;

Her şehrin bir sâhibi var,

Her sâhibin bir nâibi var…”[5]

dizelerinde ifâde ettiği gibi “Adım adım /  Taş taş / Mülkü tapulamışlar!..”  ve günbatısını da Türk Milleti’nin inanış ve yaşayış üslûbuyla tezyîn etmişler; îmanın ışığı, şehitlerin kanı ve pirlerin duâsyla bu mümbit toprakları “Anadolu”ya dönüştürmüşlerdir...

Böylece, Murâd-ı İlâhî netîcesi bu toprakların İslâmlaştırılması ve Türkleştirilmesi sağlanmış; hem tarihin bir dönüm noktası, hem Tevhid Sancağı’nın yeni bir aşkla dalgalandırılması, hem “ İstanbul mutlakâ fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker. ”[6]  Hadîs-i Şerîfi’nin kutsî müjdesinin kuvveden fiile geçirilmesi yolunda “esbâbâ tevessül” edilmiş; yüreklerde çerağ uyandırmak için tekkeler, zâviyeler ve dergâhlar açılmış; herkese muhabbet nazarıyla bakılmış, sevgi ikliminde gönül köprüleri kurulmuş, kalpler fethedilmiş ve Anadolu vatanlaştırılmıştır…

O Horasan Erenleri ki, hayatlarını ‘ilim, îmân, insanlık, amel ve hâl’ ölçüleriyle bütünleştirmiş, İslâm’ı ahlâk ve davranışlarıyla en güzel bir biçimde temsîl etmiş,  ‘mü’min, mütedeyyin, muvahhid, mücâhit ve mürit sıfatları’nın gereğini önce nefislerinde yerine getirmiş ve “derviş-gâzi” diye isimlendirilmiş birer îman âbidesi ve vahdet numûnesi olmuşlardır…

O Horasan Erenleri ki, ulvî bir îman, mânevî bir ufuk ve İlâhî bir şuur netîcesi gün doğusundan Batı’ya ışık taşımak için; Kafkaslara, Anadolu’ya ve Balkanlar gibi farklı coğrafyalara gönderilmiş “Yesi Güvercinleri”dir… “Gül” dalında goncaya duran,  Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in ahlâkıyla ahlâklanan, tasavvufun ferah-fezâ ikliminde kalpleri  “gönül”  hâline gelen ve “Kolonizatör Türk Dervişleri”[7] diye tesmiye olunan bu Horasan Erenleri “Anadolu’nun Mânevî Fâtihleri”dir… Bu alperen dervişler, bulundukları yerleri îmar ve insanları irşâd etmişler, “el verip” eğittikleri dervişleri hem madde, hem de ruh ve mânâ olarak şekillendirilmişlerdir...

İşte Horasan Erenleri’nden Tapduk Emre’nin rahle-i tedrisinde geçmiş olan ve;

“Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan,

Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan,

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk,

Pâdişâh konmaz saraya hâne mâmûr olmadan…”[8]

hükmünce kalbi ağyârdan âzâde kılınan, tasavvuf ikliminde kalbi mâmûr, aşkı pürnûr hâle gelmiş olan “Yesi Güvercinleri”nden birisi de Türkçemizi  “gönül dili” yapan “Yunus Emre Hazretleri”dir...

* * *

O Yunus Emre Hazretleri ki; Selçuklu’nun zevâl devrindeki fetret döneminde yaşamış, yağmur misâli herkesin yüreğine rahmet olup yağmış, mânevî bir güneş mîsâli bu milletin gönül ufkuna doğmuş, semânın dilinden ilhâm alıp hâl dilini konuşturmuş, “Nutk-u Hakk”ın Türkçe ifâdelerini şiir küheylanına bindirmiş ve gönülleri “Sonsuzluğun Sahibi”yle  buluşturmuştur…

O Yunus Emre ki, bütün insanlığı  “İlâhi Aşk”a çağırmış, Anadolu halkını İslâm îmanı ve tasavvuf neşvesinin Türkçe tebliğiyle tanıştırmış, kalpleri gönül hâline dönüştürmüş, Anadolu’nun İslâmlaşması ve Türkleşmesi için bu toprakları “Gül” kokulu muhabbet mayasıyla yoğurmuş ve yürekleri semâvî bir aşkla kıyama durdurmuş büyük bir Allah Dostudur...

O Hazret-i Yunus ki; maddeyle boğuşan, nefsin arzularında boğulan insanlığın ebedî saâdete kavuşması için, Âdemoğlunun Kâinâtın Solmayan Gülü’nden ilhâm alması, “Gül”ün gölgesinde kalması, rûhların Muhammedî sevdâlardan hissedâr olması gerektiğini “Muhammed cümleye dindir, îmandır.” diyerek dile getiren bir Peygamber âşığıdır…

O; bu toprakların fütûhat ve fütüvveti için yazılmış, gönüllerde İlâhî muhabbet köprüleri inşâ etmek için sülüs bir hat zârâfetinde kaleme alınmış müstesnâ bir  “nübüvvet mektubu” olarak “gönüllere girmiş” ve dilden gönüle, gönülden dile giden derûnî yolun ahfâ zirvelerinde dolaşmış ve Rahmânî bir nefesle bu toprağı vatanlaştırmış bir hikmet beşiğidir...

O; “Dîvân”ında ve “Risâletü’n-Nushiyye”sinde “Dil hikmetin yoludur.” diyerek “söz kılıcı”nı kuşanıp gönülleri fetheden, ruhlarda “Aşk-ı Hakîkî”yi yeşertirken yürekleri sevdâ ateşiyle yandıran, “ballar balı”nı bulduğu tasavvuf ikliminin letâif manzûmelerine Türkçe nefesler vererek rûhumuzda yepyeni bir çerağ uyandıran, konuştuğumuz günlük dili bir aşk lisânı hâline getirip kanatlandıran, Türkçe’mizi semâvîleştirip bir “gönül dili” yapan ve söylediği şiirlerle “kelimelerden bir Süleymâniye kuran”[9] Türk dilinin mânâ ışığıdır…

O; gönüller fethederek bu toprakları “Türk Yurdu” yapmak amacıyla gece-gündüz demeden sa’y ü gayret gösteren, yaşadığı dönemdeki fetret devrini yeni bir diriliş hamlesine tebdîl etmek için sulhu ve sükûnu Anadolu yaylasından bütün dünyaya muştulayan bir sevgi meşâlesidir…

[1] Hacı Bektâş-ı Velî, Vilâyetnâme, 59

[2] Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Destanlarda Uyanmak, 62

[3] Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Destanlara Uyanmak, Dedem Korkut, 43

[4] Ali Akbaş, Eylüle Beste, Efsâne 68

[5] Ali Akbaş, Masal Çağı, Erenler Dîvanında, 11

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 395

[7] Ömer Lütfi Barkan

[8] Şemseddin Sivâsî

[9] Sâmiha Ayverdi,