Yunus Emre Hazretleri (2. Bölüm)
GÖNÜL DİLİMİZİ ÎMÂR EDEN BİR “YESİ GÜVERCİNİ”:
O; varlığı, hikmeti, aşkı ve gönlü kendine has bir söyleyişle yorumlamış, “Vahdet-i Vücut” gibi çok girift düşünceleri ve İlâhî aşk gibi temel mevzûları yepyeni tâbirler, müşahhas tasvirler, sâde ve dupduru ifâdelerle anlatmış, tasavvuf düşüncesini kendine has üslûbuyla şiirleştirmiş, bildiğimiz kelimelerle bil/e/mediğimiz güzellikleri dile getirmiş ve Anadolu peteğine “Ballar balı”nın aşkını doldurmuş müstesnâ bir İslâm mutasavvıfıdır...
O; “Her dem yeniden doğmayı” başarabilen, yaşadığı devirden yüzyıllar sonrasına bile sesini bugünlere ulaştırabilen; söylediği şiirlerde sevgi felsefesini Türkçe’deki en üstün mânâlar, en sade mısrâlar, en derin duygular ve en ulvî hikmetler hâlinde söyleyen ve öncelikle kendi “Gönlünü derviş eyleyen” “Gözü yaşlı, bağrı başlı” bir insân-ı kâmildir…
O; İslâm’ın cihânşümûl mesajını yüreğinde duyan; bütün mahlûkâta muhabbet gözüyle bakmayı ibâdet sayan; hem “Yaradan”a, hem de “Yaradılan”a doğru akıp giden “İlâhi aşk” ırmağında coşkun sular gibi çağlayan ve “ateş denizini mumdan gemilerle geçen” bir gönül süvârisidir...
O; İslâm’ı aşkla yaşayan, “Din aşktır” fehvâsınca Mârifetullah ve Muhabbetullah ikliminde aşkı yaşatan, İlâhî sevdâlarla gönülleri kuşatan, ilhâmını “Asr-ı Saadet”ten alan, İki Cihan Güneşimiz’in “İz”inde yürüyen, inancını hayatın bütün safhalarına yansıtan ve “sırât-ı mustakim”den aslâ ayrılmayan “Gökteki Yıldızlar”ın vârisidir…
O; sevgiyi, müsâmahayı ve aşkı günümüz insanına tebliğ ederek beşeriyetin her çağda ihtiyacı olan bu evrensel değerleri asırlar ötesinden Türk diliyle seslendiren; manzûmelerini, âhenk, anlam, mecaz, duygu, düşünce ve hikmet zenginliğiyle şiirden de öte bir mecrâya taşıyıp bir “nutk-ı şerîf” eyleyen ölümsüz bir sûfîdir…
O; Tevhid burcundan hayata seslenerek insanı yaratılış gâyesiyle ve Memâlik-i Rum’u İslâm’ın inanç iklimiyle buluşturan ve “Anadolu Mûcizesi”[1]nin gerçekleşmesinde çok büyük katkılar yapmış olan “dünün, bugünün ve yarının şâiri”[2]dir...
O; yedi asırdan beri insanımızın gönlüne Hakîkî Aşk’ın ışıklarını saçan, ziyâsı hiç solmayan, tesîri hiç azalmayan ve Türkçe söylediği şiirleriyle düşünce kutuplarımıza îman ateşi taşıyarak yüreğimize aşkla abdest aldıran bir Mâverâ nefesidir…
O, söze ve mânâya erişilmez bir kuvvetle tasarruf eden ve Türk dilinin istiklâli için çok büyük gayret gösteren; Anadolu’da, Balkanlarda ve Kafkaslarda “Gül” kokulu bahar çiçekleri açtıran; yeni bir devrin besmelesi, irfan ufkumuzun mukaddimesi ve gönül dilimizin en gümrâh sesidir…
Hâsıl-ı kelâm Yunus Emre Hazretleri; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu kafiyesi olmak için Anadolu’da goncaya duran ilkbaharımız, yüreğimizdeki günah kirlerini aşk ateşiyle yakmak için kolları sıvayan ruh hamurkârımız, gönüllerimizi sonsuzluk ufkuna taşıyan mânâ rüzgârımız ve İlâhî aşkla kalp kapılarını açan “üç harfli, beş noktalı” sevgi anahtarımızdır... Bu sevdâyı dile getiren Yunus “Aşk boyadı beni kâne / Ne âkılem ne dîvâne” demiş ve hissiyâtını şu mısralarla dile getirmiştir:
“Gönlüm düştü bu sevdâya, gel gör beni aşk n’eyledi
Başımı verdim kavgaya, gel gör beni aşk n’eyledi…”[3]
* * *
Milletimiz, Türk Dünyası’nın mânevî kandillerden birisi olan Yunus Emre Hazretleri’ni öylesine kalpten sevmiş ve ona gönlünde öyle müstesnâ bir yer vermiştir ki, onun isminin önünde ve sonunda bulunan bütün sıfatları kaldırmıştır… Bu büyük velîye bütün içtenliğiyle “Yunus”, ya da “Yunusumuz”, veya “Bizim Yunus” demiş ve onu gönül hânesine sultan etmenin dışında, ona sadece Anadolu şehirlerinde dokuz makam/mezar ihdâs etmiştir… Türk Milleti, yazdığı en güzel manzûmeleri onun şiirlerine ilâve etmiş; yüzyıllardır ümerâmız, ulemâmız, üdebâmız ve şuâramız da; inancıyla, yaşantısıyla, şiirleriyle, diliyle, her hâliyle, her şeyiyle bizden olan ve yaşarken efsâneleşen Yunus Emre Hazretleri’ne
“Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş;
Ölüm dedikleri perdeyi delmiş…
Bizim Yunus,
Bizim Yunus…
…
Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş;
Sayıları silmiş, BİR’e yönelmiş…
Bizim Yunus,
Bizim Yunus…”[4]
diye şiirler yazmış ve insanımız;
“ Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan,
Geleyim, izine doğru arkandan;
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,
Medet ey dervişim, Yunus’um medet!..”[5]
mısralarıyla onun rûhâniyetinden istimdât etmiştir…
* * *
Yunus Emre; “Kütükleri yakıp, Urumeli’ne fırlatan” “Pîrler Pîri” Ahmet Yesevî Hazretleri’nin gâzî-dervişlerinden olan ve Diyâr-ı Rum’un ortasına dergâh açan Tapduk Emre’nin rahle-i tedrîsinden geçmiştir… “Bizim Yunus”, bu büyük mürşîdin mânevî himmetleri ve irşâd eliyle “Nefsin hezîmeti ve rûhun zaferi” diye târif edilen zorlu bir tasavvuf eğitimine tâbî tutulmuştur…
Yunus Emre, mürşîdinin rehberliğinde; tasavvufun temelini oluşturan nefis terbiyesi ve kalp tezkiyesini temîn için beden ve yürek teri dökmüş, Tapduk Dergâhı’na yakılmak üzre kırk yıl dağdan sırtında odun taşımış, “Erenler meydanına eğri yakışmaz” diyerek yakılacak odunların bile eğrisini ve yaşını kesmemiş ve yüreğini Aşk-ı İlâhî’nin ateşiyle “gönül” hâline getirmiştir… O; seyr-u sülûkunu ikmâl için eline âsâsını alıp boynuna bir keşkül takarak seyahâtler yapmış, yâni “seyrân”a çıkmıştır… Böylece, ikmâl ettiği “seyrân” ile “içi dışına çıkmış”, yüreğindeki “melekût ” iklimi âşikâr bir hâl almış, “gönlü açılmış” ve insan-ı kâmil mertebesine yükselip Yunus Emre Hazretleri olmuştur… Böylece “Bizim Yunus”, Tapduk Emre’nin aşk medresesinden mezun olduktan sonra gönülleri îmar için irşâda başlamış, sâde ve duru bir dille, fakat derin ifâde gücüyle ve yüksek bir tefekkürle söylediği Türkçe şiirlerle insanımızı aşka getirmiştir… Bu yönüyle “Bizim Yunus”, “XIII. yüzyılda Anadolu sâhasında Oğuz Türkleri’nin konuşup-yazdığı yazı dilinin en mühim temsilcisidir… Türkiye Türkçesi’nin târihî devresinin ilk safhasını teşkil eden ve ‘Eski Anadolu Türkçesi’ adı verilen bu şîvenin meydana gelmesinde Yunus Emre önemli bir rol oynamıştır.”[6]
Bu konuda şunu özellikle belirtmemiz gerekir ki, Yunus Emre Hazretleri, İslâmî Türk Medeniyeti’nin mânevî mîmârîsinde ve Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın tesîsinde çok önemli görevler ifâ etmiş bir tefekkür şâiridir, fakat bunların üstünde ve öncelikle o çok büyük bir velîdir… O ve bütün Horasan Erenleri, İslâm îmanını Türk Milleti’nin ana diliyle tebliğ edip tahsil ettiren ve bizim hayat tarzımızla inanç üslûbumuzu şekillendiren mânâ sultanlarımızdır... Onlar; Türk insanının rûhuna derin bir Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v.) sevgisi yerleştirmiş ve o sevgiden sâdır olan mukaddes bir insan sevgisini ve mahlûkat muhabbetini yüreklerimize nakış nakış işlemişlerdir…
Merhum Sâmiha Ayverdi; Yunus Emre hakkında çok çarpıcı ve çok doğru ifâdeler kullanmış ve; “O, Tasavvuf ruhunu kalıplardan çıkarıp hareket hâline getiren ve hayatın içine karıştıran bir adam olduğu gibi, kelimelerden bir Süleymaniye kurmuş bir dil mîmârıdır.’’ demiştir… Gerçekten de Yunus Emre’nin şiirleri; hikmet, sanat ve estetik bakımdan çok yüksek bir seviyeye sâhiptir ve her mısraında çok derin mânâlar saklıdır… Yunus’un şiirleri; anlam, âhenk, mânâ, hikmet, sembol, mecaz, duygu ve düşünce zenginliğiyle yüklüdür… Yunus’un dili süslü ifâdelerden, gösterişli sözlerden uzak; sâde, yalın, dolambaçsız, ama derin ve efsûnkâr bir dildir… Yunus, anlatmak istediği hususları kısa, vurgulu ve özlü sözlerle dile getirmiştir…
Meselâ Yunus Emre; ilmin ne olduğunu açıklarken;
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır…”[7]
diyerek bir beyitte bir kitaplık çapındaki düşünceyi özetlemiştir… Yunus Emre söylediği bu minvâldeki şiirlerle; Allah(c.c)’ın yeryüzündeki halîfesi olan ve “zübde-i âlem” olarak yaratılan insanın kendisini ilmî olarak tanıyıp kâmilen bilmesiyle Yüce Rabbimiz’in Zât’ını kavramanın mümkün olabileceğini ifâde etmiştir…
[1] Haluk Nurbâki
[2] Peyâmi Safâ
[3] Mustafa Tatçı, Yunus Emre Dîvânı, I, 344
[4] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Bizim Yunus, 382
[5] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Yunus Emre, 383
[6] Mustafa Tatçı, Yunus Emre Dîvânı, I, 105
[7] Faruk Kadri Timurtaş, Yunus Emre Dîvânı, 51