Türkülerimize Dair...
TÜRKÜLERİMİZE DAİR...
“Sonra, dağların arkasından ay doğar ve yükselir. Ay ışığında oynamanın tadına doyum olmaz. Ama dedem beni eve götürür. Çayırdan, fundalıktan geçerek eve döneriz. Koyunlar rahat rahat yatarlar, atlar ise çevrede otlar. O sırada kulağımıza bir ses gelir, bir türkü söylenmektedir. Ya genç ya da yaşlı bir çobandır bu türküyü söyleyen. Dedem beni hemen durdurur: “Bak dinle!” der, “Böyle türküyü her zaman duyamazsın!”. Orada durup dinleriz. Dedem içini çekerek sesin geldiği tarafa bakar ve başını sallar.
Dedem diyor ki; geçmiş zamanların birinde, bir han başka bir hanı tutsak almış. Bu han tutsağına: “Eğer istersen benim kölem olarak yanımda kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen en büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm!” demiş. Tutsak han düşünüp cevap vermiş: “Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancak öldürmeden önce vatanımdan herhangi bir çobanı buraya getirtmeni istiyorum!” –“Ne yapacaksın o çobanı?” – “Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek istiyorum!..” Dedem diyor ki, işte böyle, vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden insanlar varmış. Böyle insanları görmeyi ne kadar isterdim! Herhalde onlar büyük şehirlerde yaşıyorlar…
Türküyü dinlerken dedem kulağıma fısıldar: “İlahi! Ne büyük insanlarmış eski insanlar! Ne türküler yakmışlar ya Rabbim!” Bilmem neden, o anda dedeme çok acıyor, onu öyle seviyorum ki ağlamak geliyor içimden…”
Beyaz Gemi
Cengiz Aytmatov
Sözü hikmetli kılan nasıl şiirse, şiiri de kanatlandıran mûsikînin o efsûnkâr ritmidir... Şuur altındaki ilhamların bir tezâhürü olan şiir, müziğin büyülü atmosferinde emsâlsiz bir güzelliğe erişir... Şiirdeki letâfete, mızrabın tellerle vuslatı eklenince; perde perde dokunan mısralar, dokunaklı bir ezgi hâline gelir... Duygulardan dile yansıyan dizeler, notaların o esrarlı kanatlarını taktığı zaman; gönül semâlarımızda şehbal açarak canlılık kazanır... Kalbimizdeki en içli duyguları ifâde eden bu güzelim ezgiler, kültür dünyamızda şekillenip, gönül gergefimizde nakışlandıktan sonra, zamanın sînesinde demlenerek bir muammânın sırrıyla hemhâl olur ve “türkü” adını alır...
Türküler, en yalın hâliyle, ama en güzel bir biçimde bizim kültürümüzü terennüm ettiği için binlerce yıldan beri dilden dile dolaşır, nesilden nesile ulaşır... Türkülerimiz, söyleyenin gönlünü bir hoş ederken, yüreğimize saplanan nağmeleriyle de dinleyeni “içmeden sarhoş” eder... Tevârüs edilmiş bir asâletin bütün güzelliklerini türkülerimiz anlatır... Türkülerimizde; neş’emiz, sevincimiz, sabrımız, derdimiz ve ıstırâbımız dile gelir... Türkülerimiz, “her yanımızı esrarlı bir şafak ışığıyla saran” gönül dünyamızın sönmeyen yıldızlarıdır... Âşk ateşine düşen, milyonlarca insanımızın ortak duygularını türkülerimiz ifâde eder... İnsanımızın doğumundan ölümüne kadar olan her hâline, günlük hayatın bütün veçhelerine türkülerle vâkıf oluruz... Yüreğimize hapsettiğimiz acı-tatlı hatıralarımızı türkülerimizle ya’dederiz... Ayrılığı, kavuşmayı, sitemi, kahrı, kadere isyanı, hasreti, gurbeti, ümidi, teselliyi, mutluluğu, hüsrânı hep türkülerde buluruz... Türkülerle hâlleşir, türkülerle dilleşiriz... Hayatın tamamına türkülerle nigâh-ban oluruz... Milletimizin her hâlini türkülerle biliriz...
Türkülerimizi bilmeden Türk’ü bilirim demek, alfabeyi öğrenmeden kitap okumaya benzer... Anadolu insanının; hayâtındaki mağdûriyeti, yaşadığı mahrûmiyeti, tevekkülündeki mazlûmiyeti, tavrındaki mahcûbiyeti, aşkındaki mâsûmiyeti, gönlündeki muhabbeti, hayâlindeki saadeti, iç dünyasındaki samîmiyeti, heyecânındaki kudreti, rûhundaki asâleti, sevdâsındaki iffeti, kalbindeki ülfeti, kızgınlığındaki hiddeti, öfkesindeki şiddeti ve duygularındaki haşmeti ancak türkülerimiz anlatabilir...
Türk Milleti olarak bizler; bir yürek yangınında önce kendimiz yanar, sonra bir türkü yakar, daha sonra da bu yanık türkülerde serinlemek adına “Değmen benim gamlı yaslı gönlüme / Ben bir selvi boylu yârden ayrıldım” türküsünü söyleyerek Mecnûn olup yollara düşeriz... Türkülerde nice dağlar aşar, türkülerle yaramızı deşeriz... Düğünlerde türkülerle coşar, askerlikte türkülerle koşarız... Kısacası, biz hayatı türkülerde yaşarız... Çünkü türküler; duygu penceresinden ömür rüyâsını seyreden bir hayat destânıdır...
Türk millî kültürünü ayakta tutabilmemiz için, türkülerimizi yaşatmamız gerekir... Şurası muhakkaktır ki, her türkü; milletimizin iç âlemini âşikâr eden, kültür hâzinemizi seslendiren bir sanat şâhikasıdır... Türküler terennüm edilmezse, bu aziz milletin hayat damarlarından biri daha kurumaya yüz tutar... Bu sebeple türküler, millî kültürümüzün nefesi, binlerce yıllık tarihimizin sazın tellerinde yankılanan sesi, duygularımızın bâzen hazin, bâzen neşeli, bâzen ağıt formunda, bâzen de koçaklama olarak bağlamada şekillenmesidir...
Bir Türkmen kiliminin rengârenk nakışları gibi, türkülerimizde insanlara doyumsuz bir huzur verir... Milletimizin; duygularındaki enginliği, iç âlemindeki zenginliği ve dünyaya bakışındaki güzelliği, en mükemmel bir biçimde türkülerimiz terennüm eder... Türküler, ruh dünyamızın şifrelerini ortaya koyar... Bizim türkülerimiz, şair bir milletin kendi yüreğine doğru yürümesiyle işittiği âşina seslerden ve sevdâ gergefinde doyumsuz bir aşkla dokuduğu ışıklı nağmelerden oluşan bir şehrâyindir...
İçimizi yakan türküler başımızda boz dumanlar tüttürür... Teselli verirken bile elemin bir başka burcunda gönlümüzü mesken tutturur... Aşkın hudut tanımayan coşkusunu, ahde vefânın ne demek olduğunu ve insanoğlunun gem vurulamayan duygularını ancak türkülerimiz anlatabilir...
Türkülerimiz, kimselere söylenemeyen gizli dertleri, âşikâr edilemeyen aşkları, karşılıksız sevdâları, kaybolan hasletleri, özlenen memleketleri, uzak kalınan sılayı, yâ’delerde yapılan bayramı, beklenen asker yollarını, zaman içinde sararan duyguları, kararan umutları, yeşerip boy veren hüzünleri dile getirir... Türkülerimiz, karanlığı titreten bir şafak olur kimi zaman... Kimi zaman gecelerin ağaran saçlarına yakılan türküler, seher vakti yapılan dualar gibi içimizi titretir... Bu sebeple olsa gerek, güneşin yedi renginin üstüne sayısız duygu tayfları düşüren türkülerimiz; kirpiklerimizi ıslatırken, göz bebeklerimizden parıldayan bir ışık şûlesi yansıtır âsûmâna... Bizim türkülerimiz; kimi zaman, “ Evin yok, barkın yok nerde kalırsın / Her yüze güleni dost mu sanırsın / Düşer bir kötüye naçar kalırsın / Senin dert çekecek dermânın mı var” ezgisiyle inler, kimi zaman, “Geceler yârim oldu / Ayrılık kârım oldu / Her dertten yıkılmazdım / Sebebim zâlim oldu” diye âh eder, kimi zaman da, “Bir yiğit gurbete gitse / Gör başına neler gelir / Garip sılayı andıkça / Yaş gözüne dolar gelir” türküsüyle melül ve mahzun olarak gözyaşı döker...
“Gönül dağı yağmur, boran olunca / Akar can evimden sel gizli gizli” diyen âşıkların; ruhunda esen fırtınalar, kalbinde çakan şimşekler, hâtıralarında iz bırakan insanlar, unutamadığı ânlar, âh ettiği zamanlar, yaşadığı hicranlar..... hep türkülerimizde anlatılır... İnsanımız; yoksulluğun, kimsesizliğin, çâresizliğin ve ümitsizliğin getirdiği hüzünlü duygularla başında duman tüterken, için için yanar ve “Şu karşı dağları duman kaplamış / Yine mi gurbetten kara haber var / Seher vakti burda kimler ağlamış / Çimenler üstünde gözyaşları var” uzun havasıyla gönül tellerimizi titretir türkülerimiz… Kimi zaman “Yolumuz gurbete düştü / Hazin hazin ağlar gönül / Araya hasretlik düştü / Hazin hazin ağlar gönül” diye en içli duyguları âşikâr eden yine türkülerimizdir...
Devamı haftaya 2. bölümde