Maraşta Haber
Maraşta Haber

Kültürümüzde “Gül” Ve Muhammedî Sevdâ

Gül, evrensel kültürde; sevginin, sevgilinin, aşkın, güzelliğin, baharın, yeniden doğuşun, sevincin, coşkunun, tâzeliğin, zarâfetin ve hikmetin sembolüdür. Fakat bizim kültürümüzde gül, bütün bu zâhirî özelliklerinin yanında, bâtinî yönü ve remzettiği mânâ îtibâriyle Sevgili Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ı simgelemesi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e duyulan emsâlsiz aşkı temsil etmesi dolayısıyla çok özel bir anlam ifâde etmektedir.  Çünkü gül; İlâhî […]

Kültürümüzde “Gül” Ve Muhammedî Sevdâ

17 Şubat 2015 - 19:06A+A-

Kahramanmaraş'ın güncel haberlerini Google News'ten takip edin !

Gül, evrensel kültürde; sevginin, sevgilinin, aşkın, güzelliğin, baharın, yeniden doğuşun, sevincin, coşkunun, tâzeliğin, zarâfetin ve hikmetin sembolüdür. Fakat bizim kültürümüzde gül, bütün bu zâhirî özelliklerinin yanında, bâtinî yönü ve remzettiği mânâ îtibâriyle Sevgili Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ı simgelemesi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e duyulan emsâlsiz aşkı temsil etmesi dolayısıyla çok özel bir anlam ifâde etmektedir.  Çünkü gül; İlâhî tecellîlerin nûrunu yansıtan güzellikleri, renginin, kokusunun, şeklinin ve sembolize ettiği kavramların müstesnâ özellikleriyle, Efendimiz’in insanlığa takdim ettiği ulvî değerleri ve bu değerlerin tedâî ettirdiği mânâ manzûmelerini en mükemmel bir biçimde vurgulayan çok lâtif ve anlamlı bir simgedir. Yâni çiçekler sultanı gül, Sultanlar Sultanı olan “Gül”ün remzidir. Çünkü “Gül”, cümle güzellikleri şahsında cem etmiş “Güzeller Güzeli”dir.

Aziz milletimiz “Gül”ü, edebiyattan mîmâriye, şiirden mûsıkîye, tasavvuftan aşk-ı mecâzîye, hat ve tezhip sanatlarından oymacılığa, ev içi süslemelerden mezar taşlarına, seramik ve duvar resimlerinden kıyâfetlere, isimlerden ziynet eşyâlarına, davranış biçimlerinden değer yargılarına, düşünce sisteminden fikir hayatına kadar her alanda ser-tâc eylemiştir. Böylece Peygamber sevgisi etrafında şekillenen, “Gül” aşkıyla inşâ ve ihyâ edilen muazzam bir kültür ortaya çıkmıştır. Millî kültürümüzün ufkunu Rızâ-i Bârî oluşturmuş, özünü sevgi meydana getirmiş, mayasını da “Gül” muhabbeti teşkil etmiş ve bu değerlerin hayata tezâhürleri de ete-kemiğe bürünerek Muhâmmedî bir sevdâya dönüşmüştür. Ve doğumdan ölüme kadar hayatın her ânını “Gül” merkezli yaşayan, madde ve ruh dünyasından “Gül” sevdâlı parıltılar saçan, kalemi ve kelâmıyla gönüllere “Gül” yüzlü güzellikler taşıyan bizim kültürümüz, ismiyle müsemmâ muhteşem bir “Gül Medeniyeti” tesîs ve inşâ etmiştir.

Bu medeniyetin; ümerâsı-ulemâsı, üdebâsı-şuarâsı, yazarı-çizeri, avâmı-havâsı, zengini-fakiri, esnafı-sanatkârı, köylüsü-kentlisi, büyüğü-küçüğü,  kızı-erkeği… hâsılı kelâm 7’den 70’e herkesin ve A’dan Z’ye her kesimin gönlünde “Gül” sevdâsıyla katmer güller açmış ve kültür dünyamızda da bu aşkın hayata yansımaları her alanda ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, insanımız; hayatının her ânında “Gül”le hemhâl olmuş, kültür değerlerinin maddî-mânevî bütün unsurlarını “Gül” aşkıyla anlamlı kılmış, dünyaya ve ukbâya dâir her şeyin merkezine “Gül”ü koymuştur. Hâl böyle olunca; sanatkârlarımız “Gül” muhabbetiyle tezyîn edilmiş en zarîf güzellikleri eserlerine yansıtmış, nâsirlerimizin ve şâirlerimizin kalemlerinde birbirinden güzel kelâm gülleri açılmış, ulemâmızın ve evliyâmızın rahlesinde “Gül” goncaları yetişmiş, ümerâmızın duyguları, düşünceleri, ideâlleri ve hayâlleri “Gül” kokularıyla mayalanmış ve pâdişahlarımız O’nun “Kadem-i pâk”ini başlarına taç etmişler, O’nun Şehri’nin tozunu gözlerine sürme diye çekmişlerdir.

Ayrıca, millî dehânın oluşturduğu değerlerimiz; her türlü eşyâya yansıyan desen ve süslemelerimiz; düşünce dünyamızdaki, mûsîkimizdeki, folklorumuzdaki fikrî ölçülerimiz; günlük hayatımızdaki tavır ve davranışlarımız hep “Gül” aşkıyla şekillenmişti. Netîce îtibâriyle şunu ifâde etmeliyiz ki, bizim kültür kodlarımız Peygamber sevgisiyle formatlandığı için, “Gül” aşkının en zarîf tezâhürleri madde ve mânâ dünyamıza ilmik ilmik dokunmuştur. “Gül”; beşikten mezara kadar hayatın her safhasına; en muallâ sembol, en mübârek mazmûn, en muazzez motif olarak hakkedilmiş; kültür dünyamızın anlam ve kavram haritalarının her bir karesine en güzel bir biçimde nakış nakış işlenmiştir. Böylece “Gül” etrafında şekillenen bu sevgi, bir kültür pınarı olmanın çok ötesine geçmiş ve coşkun bir medeniyet ummânına dönüşmüş, yâni muazzam bir “Gül Medeniyeti” ortaya çıkmıştır… 

Şimdi bütün bu söylediklerimizi daha tafsîlâtlı olarak îzah edelim:

Yeryüzünde peygamberinin ismini millî bir sembol hâline getiren, Hz. Muhammed(s.a.v.)’in adını askerlerine rumuz olarak veren, bayrağındaki “Hilâl”le  “Bir Allah inancını”, “Yıldız”la  “Hz. Muhammed(s.a.v.)’e îmanını”  ifâde eden ve cümle güzellikleri “Gül”de gören millet, Türk Milleti’dir. Gerçekten de milletimiz, “Adı güzel, kendi güzel Muhammed” diyerek bütün güzellikleri ve muhabbeti Muhammedî bir sevdâ etrafında idrâk etmiştir/etmektedir.

Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’e, O’nun Ehl-i Beyt’ine ve sevdiklerine âit isimlerin evlâtlarımıza en çok verdiğimiz isimler olması da, “Gül”e karşı duyduğumuz muhabbetin, hürmetin, aşkın ve iştiyâkın çok açık bir göstergesi değil midir? Ayrıca milletimiz; Hz. Muhammed(s.a.v.)’e duyduğu sınırsız sevgi ve saygı sebebiyle, O’nun adını olduğu gibi almayı -O isme lâyık bir hayatı yaşamanın imkânsızlığı sebebiyle- O’na karşı bir nevî hürmetsizlik telâkki etmiş, O’na karşı gösterilecek saygıda edebe riâyetkâr olmak için de çok hassas davranmış, bu hususta -aşağıda îzah edeceğimiz gibi- takdire şâyan bir idrâk, çok yüksek bir şuur ve derinlemesine bir zarâfet ortaya koymuştur. Şöyle ki:

Bizim dînî kültür ve inanç değerlerimize göre; Şanlı Peygamberimiz(s.a.v.)’in mübârek ismi olan “Muhammed”; “pek çok kere övülmüş, birçok defâ hamd ve senâ olunmuş”[1] anlamlarına gelmektedir ve Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’den başka kâmil mânâda hamd edebilecek hiçbir beşerin bulunmadığına îman edilmektedir. Milletimiz bu inancına ilâveten; “Muhammed” adını alan bir kimsenin taşıdığı isme yapılacak uygunsuz bir hitâbın ya da nitelemenin Efendiler Efendisi’nin rûhunu muazzep edeceği düşüncesinden ve Efendimiz’e karşı duyduğu hudutsuz saygıdan dolayı da, “Muhammed” adını telâffuzda aynen kullanmaktan şuûrlu olarak kaçınmıştır. Milletimiz “Muhammed” adını önceleri “Mehemmed”, bilâhare de “Mehmed” şeklinde telâffuz etmiş ve evlâtlarına -bu yüce ismin ağırlığını “taşıyamaz” ya da “halel getirir” endişesiyle- “Muhammed” değil, “Mehmet” demeyi edeben daha uygun görmüştür. Zâten, yazılı metinlerde “Muhammed” diye yazan, yazılışı aynı, okunuşu farklı olan bu kelimeyi ‘Mehmed’ diye telâffuz eden edep ve nezâket Türk Milleti’ne has bir hassâsiyettir. Böylece hem Efendimiz’in ismi yâd edilmekte, hem de O’na hürmette kusur etmeme anlayış ve zarâfeti ortaya konulmakta, bu sûretle iki güzel amel birden işlenmiş olmaktadır.

Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in isminin mânâsına böylesine değer veren ve bu denli ince düşünerek “Gül”e muhabbet ve hürmetini çok zarîf bir biçimde ortaya koyan bu azîz millet, askerine de “Mehmetçik” adını vererek; gönül diliyle ordusuna; “O’nun adına savaşan asker”, yâni “O’nun askeri” demiştir/demektedir. 

Milletimiz; Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v.)’nın adı her zikredildiğinde salâvât getirip, salât ü selâm edip O’nu sözlü olarak yâd ettiği gibi; sağ elini kalbinin üzerine koymak sûretiyle de O’na olan kalbî bağlılığıyla birlikte, O’nun sevgisinin her an yüreğinde olduğunu hâl diliyle ifâde etmiştir/etmektedir. Türk Milleti, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e olan muhabbetinden ve bağlılığından dolayı çocuklarına; O’nun, oğullarının, kızlarının, eşlerinin, torunlarının, Ashâbının isimlerini vermiştir/vermektedir. 

 “Gül”e duyduğu muhabbetten dolayı erkek çocuklarına Ahmed, Mahmud, Hamid ve Mustafa gibi O’na nispet edilen adlar koyan milletimiz; kerîmelerine de sıklıkla, Hatîce, Ayşe, Fatma, Zehra, Zeynep, Rukiye gibi Hz. Peygamber(s.a.v.)’in eş veya kızlarının isimlerini koymuştur/koymaktadır. 

Ayrıca Türk Milleti, “Gül” aşkının bir başka nişânesi olarak da kız evlâtlarına “Gül”ü çağrıştıran; Gül, Gülal, Gülay, Gülbahar, Gülbânu, Gülbeden, Gülberk, Gülben, Gülbeyaz, Gülbin, Gülcan, Gülce, Gülcihan, Gülçiçek, Gülçin, Güldalı, Güldâne, Güldehan, Güldem, Gülden, Güldeniz, Gülderen, Güldeste, Güledâ, Gülen, Gülenay, Gülendam, Gülender, Gülennur, Güler, Güleray,  Güleser, Gülfem, Gülfer, Gülfiye, Gülifer, Gülferiye, Gülfidan, Gülgonca, Gülgün, Gülhan, Gülhanım, Gülhayat, Gülin, Gülinaz, Gülistan, Güliye, Güliz, Gülizar,  Gülkız, Güllü, Gülnâme, Gülnaz, Gülnihâl, Gülnîsâ, Gülnur, Gülpembe, Gülperi, Gülrânâ, Gülrîz, Gülruhsar, Gülrûz, Gülsanem, Gülseli, Gülselin, Gülsen, Gülseren, Gülsever, Gülsevim, Gülsu, Gülsun, Gülsuna, Gülsüm, Gülşah, Gülşen, Gülten, Gülüm, Gülümser, Gülzâde, Goncagül, Gönlügül, Bâdegül, Sâdegül, Esengül, Fatmagül, Ümmügül, Birgül, Songül, Şengül, Tangül, … gibi isimler de vermiştir /vermektedir.

“Sarı Çiçek İlâhîsi”nde Yunus Emre;

“Sordum sarı çiçeğe

Gül sizin nenüz olur?

Çiçek eydür iy Derviş,

Gül Muhammed teridür…”

diyerek, gülün kokusunun Efendimiz’in terinden kaynaklandığına telmihte bulunmuştur. Bizim insanımız, gülü her kokladığı ya da gül suyu döküldüğü zaman, “Gül”ün terinden bir zerreyi teneffüs ettiği düşüncesiyle Salâvât-ı Şerîfe getirmeyi de hiç ihmâl etmemiştir. “Gül”e hürmeten, gül yaprağını yerlere atmamış ve kitap sayfaları arasında kurutarak tâzimle saklamıştır/saklamaktadır.

Milletimiz, gönül tahtının sâhibi olan “Gül”e duyduğu derûnî aşk sebebiyle; O’nun sevgili zevcesi Hz. Aişe (r.anha) Vâlidemiz’in adını kızlarına sembol yapmış, onlara da “Ayşecik” demiştir/demektedir. Ve yine milletimiz, Peygamber Sevgisi’nin bir tezâhürü olarak Efendimiz’in remzi olan “Gül”ü, Şanlı Peygamberimiz(s.a.v.)’in sevgili zevceleri olan Hz. Aişe (r.anha) Vâlidemiz’le yan yana getirmek, “Allah’ın Habîbi”yle, “Allah’ın Habîbinin Sevgilisi”ni bir arada anmak için “Ayşegül” veya “Gülayşe”  terkipleri yapmıştır/yapmaktadır. Kezâ, milletimizin çocuklarına en çok koyduğu isimlerin başında Ehl-i Beyt isimlerinden olan; Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ali, Fatma, Hatîce, Zeynep, Ümmü Gülsüm… adları gelmiştir/gelmektedir. Bütün bunlardan sonra şunu ifâde etmemiz gerekir ki, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre, ülkemizde en fazla koyulan ismin hâlâ  “Mehmet” olması, bu azîz milletin gönlündeki Muhammedî sevdânın -her şeye rağmen-  azalmadığını göstermiştir/göstermektedir.

 Allah aşkını bütün sevgi türlerinin en üstünde tutan “Gül Medeniyeti”nin edebiyâtında, Allah’ın Habîbi’nin sevgisine, övgüsüne, anlatılmasına ve anlaşılmasına elbette ki çok özel bir ihtimâm gösterilmiş; O’nun büyüklüğüne, üstün özelliklerine, hayat tarzına, ahlâkına ve mûcizelerine duyulan hayranlık, şâirlerin, nâsirlerin, âriflerin, âlimlerin en güzel eserlerinde dile gelmiştir. Evliyâmız; tasavvufî terbiyenin oluşturduğu sevdâ ikliminde “Gül” aşkını “hâl” ile hem tedris etmiş, hem tâlim ettirmiş, hem de “kâl” ile gönül imbiğinden süzülen incileri kültür ve edebiyâtımıza hediye etmişlerdir…

“Gül Medeniyeti”nin şâirleri, en güzel şiirlerini O “Gül”le taçlandırmış, insanımızın yüreğini mısrâ mısrâ bölerek “Gül” yaprağına belemiştir.

 “Gül Medeniyeti”nin nâsirleri, güneşin ve yıldızların ışık aldığı “Gül”ün “Sonsuz Nur”[2]unu anlatmış; “Gül”ün nûrundan gözleri kamaşan dolunayın, bulutları perde yapıp saklandığını yazmıştır.

 “Gül Medeniyeti”nin âlimleri, çoraklaşan ruhlarımızı ve şerha şerha olmuş sînelerimizi “Gül”ün rahmet ikliminde aşka getirmiş; hazan değmiş gönüllerimizi yeniden yeşertmiştir. 

“Gül Medeniyeti”nin mürşitleri, “Gül” kokulu rahlelerde nefsimizi dizgine vurmuş ve bizleri “Gül” aşkıyla pusatlayıp kıyâma durdurmuş; yarım kalmış sevdâlardan yükselen âh”ları, “eyvâh”ları, “Muhabbetullah” ile buluşturmuştur.

 Üdebâmız, edebiyâtımıza birbirinden güzel güller armağan etmişler, gönül dünyamızı “Gül” kokusuna bürümüşler, manzûm ve mensûr eserlerle yüreklere Gül Cemreleri düşürmüşlerdir. Yüreklerine Gül Cemreleri düşen şuâramız, ümerâmız, ulemâmız ve bilcümle sanatkârımız, sözün bittiği yerde başlayan “Ufuk Peygamber”e yazdığı “Na’t”larla kelâmı kanatlandırarak gönülleri aşka getirmiş; kandillerin nûruna, “Mevlid”lerle nur katmış; levhalar hâlinde tertip ettiği “Hilye-i Şerîf”lerle câmîleri, evleri, dükkânları süslemiş; “Muhammediye”lerle, “Mi’râciye”lerle, “Sîret”lerle, “Mensûr Hadis Derlemeleri”yle “Hat”larla, “İlâhî”lerle, “Salât-ı Ümmiye”lerle “Gül”e duyulan emsâlsiz aşkı ve sonsuz sevgiyi, akıllara durgunluk veren bir güzellikte dile getirmiştir. Öyle ki, sâdece O’nun hayatını anlatan Siyer, Sîret, Esmâ-i Nebî, Gazavât-ı Nebî, Ahlâku’n-Nebî, Hicretü’n-Nebî, Mû’cizât, Şefâat-nâme, Kırk Hadis, Yüz Hadis, Binbir Hadis gibi onlarca edebî tür oluşmuş; gerek telif, gerekse anonim türlerde -destan, ninni, mânî, bilmece, hikâye gibi- O’nu anlatan sayısız eserlerden meydana gelen, “Peygamber Edebiyâtı” diyebileceğimiz çok geniş, çok muhtevâlı, çok sanatkârâne ve çok zengin bir külliyât ortaya çıkmıştır.[3]  

Dünyada hiçbir medeniyetin edebiyâtında Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) kadar edebiyâta konu olan, O’nu anlatmak için yazılan eserlerle çok zengin bir külliyât oluşturulan, hakkında en içten, en samîmî ve en güzel sözler söylenip anılan ve anılmaya devam eden ikinci bir insan daha yoktur. Bu vâdide bizim kültürümüz o denli muhteşemdir ki, başka hiçbir kültür, “Peygamber Edebiyâtı” mevzûunda bizimle aslâ mukâyese edilemez. Çünkü şâir ve nâsirlerimiz “Gül” aşkını; aldıkları tasavvufî terbiyenin getirdiği coşkun ilhâm ve her şeyi O’nunla anlamlı kılma anlayışıyla yürekten teneffüs etmişler ve edebiyâtımıza kemiyet ve keyfiyet îtibâriyle olağanüstü sayı ve güzellikte şâheserler kazandırmışlardır.  

Şâirlerimiz, şiir burçlarında, “Na’t” denilen rengârenk çiçekler açtırmış, sözlerini O’nunla ziynetlendirdiği için en güzel sözleri “Na’t-ı Şerîf”lerde dile getirmiş ve kalpleri “Gül” kokularıyla sermest etmiştir. Mâlum olduğu üzere na’t, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i methetmek ve O’ndan şefâat dilenmek amacıyla yazılan eserlerin genel adıdır. Türk Edebiyâtı’nda na’tlar çok çeşitli şekillerde, farklı nazım biçimlerinde yazılmış ve takdir e şâyan bir yekûna ulaşmıştır.  Asırlar boyu süren, muhteşem bir gelenek oluşturan ve sayısız dîvânlar meydana getiren na’tlar, günümüzde modern çizgilerle devam etmektedir. Zâten na’t yazmak, okumak ve dinlemek, milletimiz için muazzam bir zevk ve an’ane hâline gelmiştir. Ve böylece, Efendimiz’e duyulan samîmî ve nâmütenâhî muhabbetin bir tezâhürü olan na’tların milyonlarca örneği kaleme alınmıştır.[4]

Üstelik, Türk Milleti olarak Fahr-i Kâinât Efendimiz(s.a.v.)’e duyduğumuz bu hudutsuz sevgi, saygı, bağlılık ve îmanımızın sanata olan tezâhürü, sâdece edebiyâtla sınırlı değildir. Bizim kültür geleneğimizde; dînî, ilmî ve edebî bütün eserlere; Cenâb-ı Hakk’a hamd mâhiyetindeki “hamdele” ve Efendimiz’e salât ü selâm eden “salvele” ile başlanması klâsik bir kâidedir.  Manzûm eserler olan dîvân ve mesnevîlerde ise Tevhîd ve Münâcâttan sonra Allah Resûlü(s.a.v.)’nü metheden bir na’tın bulunması vazgeçilmez bir âdettir.  Bu meyanda, manzûm eserlerin mukaddimelerindeki “salvele” bölümünde de bâzen birkaç cümle veya birkaç beyitle, bâzen de müstakil bir bölüm hâlinde na’tlar yer almıştır. Yâni Türk Milleti’nin rûhunda yer etmiş olan Muhammedî sevdânın tezâhürü, hayatın ve sanatın her alanında olduğu gibi, edebiyat sâhasında da kendisini göstermiştir /göstermektedir. Ecdâdımızda olduğu gibi, bugünkü toplumumuzda da ediplerimizin kaleme aldığı eserlerle yine “Gül” aşkı gönülleri aşka getirmekte ve bu sevginin tezâhürleri yine her sâhada kendisini göstermektedir.  

Kültürümüzdeki “Gül” aşkı o noktaya varmıştır ki, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in dünyaya teşrifleri asırlardır milletimiz tarafından “Mevlîd-i Nebevî” ya da “Mevlîd-i Şerif” adıyla anılmış ve “Mevlid Kandili” olarak kutlanmıştır. Türk Milleti, Efendiler Efendisi’ne karşı duyduğu sevgiyi muhteşem bir gelenek hâline getirmiş ve Resûlullah(s.a.v.)’ın doğumu asırlardır şükran duyguları içinde idrâk edilmiş, mevlidler okunmuş/okutulmuş, salât ü selâmlarla, İlâhî ve duâlarla O “Gül” tâzimle yâd edilmiştir.  “Mevlid” diye bilinen manzûm eserler, milletimizin Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’e duyduğu muhabbetin, saygının, bağlılığın duru bir Türkçe ile; en vecîz ifâdesi, en nâzenin göstergesi ve “Gül” aşkıyla şekillenmiş rûhumuzun gül-efşân bestesidir.

İslâm Dünyası’nda resmî devlet töreniyle Mevlid Kandili ilk defâ Türkler tarafından kutlanmıştır.  XIII. asırda Erbil Atabeklerinden Muzafferüddin Gökbörü tarafından iki ay süreyle ilim, sanat ve ibâdet ağırlıklı olarak ihtişamlı bir şekilde Mevlid Kandili ihyâ edilmiştir. Muzafferüddin Gökbörü’nün çok büyük masraflarla tertip ettiği kutlamalar; büyük bir ilgi görmüş ve birçok ilim adamı tarafından da ilk resmî mevlid töreni olarak kabûl edilmiştir.[5] İstanbul’da ilk Mevlîd-i Şerîf, Ayasofya’nın câmiye çevrilmesi dolayısıyla Fatih tarafından okutulmuştur. Osmanlılar zamanında resmî mevlid töreni III. Murad devrinden îtibâren devlet protokolünde yer almaya başlamış ve böylece halk nazarında gittikçe artan bir rağbet kazanmıştır. Sultan II. Mahmud zamanında Mekke’de mevlid töreni tertip edilmiş, 1910 yılında, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in doğum günü, dînî ve millî bir gün olarak resmî bayram hâline getirilmiştir. Diyânet İşleri Başkanlığı’mız tarafından Efendimiz’in dünyaya teşrif ettikleri hafta, 1989 yılından îtibâren “Kutlu Doğum Haftası” olarak îlan edilmiştir. Bu tarihten beri DİB, Allah Resûlü(s.a.v.)’nün dünyaya teşrif ettikleri 20 Nisan tarihini “Gül Günü” ve tâkip eden altı günü de “Kutlu Doğum Haftası” olarak “Gül”ü anlama ve anlatma faaliyetleri çerçevesinde büyük bir katılım ve coşku içinde kutlamaktadır.  

Süleyman Çelebi tarafından XV. asırda mesnevî tarzında yazılan, asıl adıVesîletü’n-Necât” (Kurtuluş Vesîlesi) olan Mevlid, Türk Edebiyâtı’nın dînî konuda en çok beğenilen, en sevilen ve en çok okunan eseridir. Mevlid, şekil olarak siyerleri andırsa da, aslında o muhteşem bir na’ttır. O öyle bir na’ttır ki, yazılmasından bu yana 600 yıl geçmesine rağmen tazeliğini hâlâ korumaktadır. Daha sonra bu tarzda birçok eser yazılmış olmasına rağmen, hiç birisi “Süleyman Çelebi’nin Mevlidi” kadar beğenilmemiş ve gönüllerde mâkes bulmamıştır. Altı asırdan beri Müslüman Türk Milleti’nin “Gül” aşkına tercüman olan Mevlid,  yazıldığı günden bu yana insanımızın gönlünde ve rûhunda büyük bir heyecan uyandırmış, büyük bir aşk ile okunmuş ve dinlenmiştir. Edebiyâtımızda hiçbir eser Süleyman Çelebi’nin bu şâheseri kadar millete mâl olmamıştır. Bugün de bu müstesnâ ve ölümsüz esere karşı duyulan muhabbet ve alâkâ hiç eksilmeden devam etmektedir. Bunun sebebi ise, Mevlid’in; milletimizin Allah Resûlü(s.a.v.)’ne duyduğu aşkı en güzel bir biçimde aksettirmesinin yanında, çok samîmî duygularla, sehl-i mümteni tarzında ve yüksek bir sanat anlayışıyla yazılan Muhammedî sevdânın en muhteşem destânı olmasıdır.

Mevlid’de O’nun doğumunu tasvîr eden dizeler okunurken;

 “Geldi bir akkuş kanadıyla revan,

 Arkamı sıvadı kuvvetle heman

(Bir akkuş geldi ve kanadıyla,

Hemen kuvvetlice arkamı sıvadı.)        

Doğdu ol saatte ol Sultân-ı Dîn

Nûra gark oldu semâvat ü zemin”

(O saatte, O Sultân-ı Dîn doğdu,

Yerler ve gökler nûra gark oldu) 

denildiği zaman, sanki Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) karşımızdaymış gibi ayağa kalkılmakta, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e hasret ve hürmet duyguları içinde el bağlanmakta, büyük bir tâzimle hep bir ağızdan salât ü ümmiye okunmakta ve duâ edilmektedir. Kültürümüzün rûhunu yansıtan bu anlayış ve hareket tarzı bile, milletimizin kalbindeki Muhammedî sevdânın ne kadar büyük ve müeddep olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bizim kültürümüz Gülaşkıyla şekillendiği için, O’nsuz hiçbir sevincin, hiçbir övüncün bizce hiçbir anlamı yoktur. Türklerdeki Peygamber Sevgisini, O’na duyulan muhabbet ve tâzimi en vecîz bir biçimde Vesîletü’n-Necât” dile getirmiştir. Bu sebeple, “Mevlîd-i Şerîf”, milletimiz tarafından, Mevlid Kandili başta olmak üzere, Kadir, Mi’rac, Regaip ve Berat gibi mübârek gün ve gecelerde; ölüm, doğum, evlenme, sünnet, hac farîzasını îfâ etme, asker uğurlama gibi özel günlerde; şehitlerin, din büyüklerinin ve devlet adamlarının ruhlarını tâziz için; duâlar ve aşr-ı şerîfler eşliğinde, ilâhîlerle, tekbirlerle ve salât-ı ümmiyelerle birlikte asırlardır büyük bir huşû içinde okunmakta, okutulmakta ve dinlenmektedir.  

Milletimizin gönlündeki Muhammedî Sevdâ’yı dile getiren eserlerden birisi de “Hilye-i Şerîfe”lerdir.  “Hilye”, kelime anlamıyla “süs, takı, ziynet, cevher, yüz güzelliği, ruh güzelliği, güzel sıfatlar ve güzellikler manzûmesi” demektir.  Istılâhî mânâda ise “Hilye”,  Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in yaratılışını, dış görünüşünü, fizîkî özelliklerini, ruhî güzelliklerini, emsâlsiz meziyetlerini ve müstesnâ sıfatlarını yazıyla ifâde etmek için kullanılan bir deyim, bir mazmûn olmuştur. Deyim anlamındaki hilye, “Şemâil”lerden doğmuş olup, şemâil ve siyerlerden daha kısa, fakat daha edebî ve sanatkârane bir üslûpla yazılan manzûm veya mensûr eser demektir. “Hilye” denen ve yalnızca Osmanlı şâirleri ve edipleri tarafından kullanılan bu edebî türle ecdâdımız; Efendimiz’in fizîkî ve ruhî özelliklerini şiir diliyle tasvir etmiş, rûhumuzu derinden etkileyen muhteşem eserler yazmış ve böylece, “Gül” aşkıyla her türlü güzelliğin zirvesine yürümüştür.  Dîvân Edebiyâtı’nda bu türün en meşhur örneği, Hâkânî Mehmet Bey’in kaleme aldığı “Hilye-i Hâkânî diye de bilinen Hilye-i Saâdet”tir.

XVI. asrın sonlarında yazılan “Hilye-i Saâdet”, büyük bir aşkla insanımızın rûhunda çağlayan İslâm îmanı ve Peygamber sevgisini çok sanatkârâne bir biçimde ifâde eden ve bizim kültürümüze has bir güzellik olarak Türk Edebiyâtı’nda parıldayan bir şâheserdir. Hakânî Mehmet Bey’in “Hilye-i Saâdet” isimli eseri; Hz. Muhammed(s.a.v.)’in fizîkî ve rûhî portresini, dînî heyecanı doruklara çıkaran çok güzel bir şiirle anlatan ve bu türün ilk ve en muhteşem örneğidir. Eserin başında besmele manzûmesi ile tevhîd ve na’t yer alır. Sonra Hakânî’nin kendi âcizliğini bildirdiği ve Allah(c.c.)’tan yardım talep ettiği kısa bir münâcat vardır.  Eserin konu bölümü Hz. Ali(r.a.)’den bir hadîs rivâyetiyle başlar. Allah Resûlü(s.a.v.)’nin bu dünyadaki son günlerinde, Hz. Fâtıma Anamız (r.anha); “Yâ Rasûlallah! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim!” diye ağlaması üzerine, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) kızını teskin ettikten sonra, Hz. Ali(r.a.)’yi çağırmış ve O’na; “Yâ Ali! Hilyemi yaz! Vasıflarımı görmek beni görmek gibidir!” diye buyurmuştur.[6] İşte “Şemâil” ve “Hilye”lerin yazılıp yaygınlaşmasının mesnedi, naklettiğimiz bu hâdise sırasında Efendimiz’in  ifâde buyurduğu hadîs-i şerîftir. “Hilye-i Saâdet” toplam 712 beyitten oluşan bir mesnevîdir. 510 beyitlik konu bölümünde, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in sûret ve sîret özellikleri anlatılmış, her uzuv için ayrı bölüm açılmıştır.  Hakânî Mehmet Bey’in üstün şâirlik kudreti, sanat kabiliyeti her bölümde kendisini göstermiş ve Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’e olan hürmet ve muhabbet, her bölümde berceste mısrâlarla tebellür etmiştir. 

İslâm inancı, Allah Resûlü(s.a.v.)’nü sûretle tasvir etmeyi yasakladığı, yalnız sözle ifâde etmeye ruhsat verdiği için, harflerin şiiri olan hat sanatıyla Efendimiz’in şemailini anlatan ve “Hilye-i Şerîf” adı verilen levhalar yapılmıştır. Bu levhalar, müminlerin İki Cihan Serveri’ne duydukları sevginin estetik bir tablosu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu maksatla meşhur hattatlarımız, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in şemâilini anlatan hadislerle, O’nun rahmet ve fazîletini ifâde eden âyetleri levha hâlinde tertip ve tezyîn etmişler, Garîk-ı bahr-ı isyânım, dahîlek Yâ Resûlallah” gibi berceste mısrâlarla bezemişler, farklı hat ve istiflerle nâdide eserler ve tablolar meydana getirmişlerdir.

İnsanımız, Peygamber sevgisinin ihtişamlı bir göstergesi olan “Hilye-i Şerîf”leri evlerinde bulundurmakla, “Gül”ün remzettiği mânâ ikliminin feyz ü bereketinden ve -biiznillah- O’nun şefâatinden nasîpdâr olacağına inanmıştır/inanmaktadır. “Vird-i Muhammedi”  veya “Gül-i Muhammedi” adı verilen gül şeklindeki “Hilye-i Şerîf”ler de Türk kültürüne has nişânelerdir.         

 Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’i rüyâsında gören Yazıcızâde Mehmet Efendi’nin, O’nun emri üzerine yazmış olduğu “Kitâb-ı Muhammediye” isimli eseri de; çok sevilen, okunan ve bestelenen siyer-mevlid-akâid terkibi bir manzûmedir. Yazıcızâde Mehmet Efendi tarafından yazılan; Efendimiz’in hayatını anlatmak, Ehl-i Sünnet anlayışını  ifâde etmek, dînî ve ahlâkî konuları işlemek gâyesiyle kaleme alınan “Kitâb-ı Muhammediye”; Yaratılış, Hz. Muhammed(s.a.v.)’in Peygamberliği ve Kıyâmet” diye üç bölümden müteşekkildir. Bu eser bestelenmiş olup, bir makam dâhilinde okunmuş ve medeniyet kültürümüzde mevlidhanlık gibi muhammediyehanlık diye bir meslek de vârolmuştur.

Kültür dünyamızda, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in sâdece Mi’râc mûcizesini anlatan mensûr risâleler ve adına “Mi’râciye” denilen manzûm eserler de yazılmıştır. Bu eserler içinde en çok beğenilen, bestelenen ve ezberlenen ise; Ganîzâde Nadirî’nin ve Nâyî Osman Dede’nin “Mi’râciye”leridir…                            

Yahya Kemâl’in;                                                                   

“Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden,              

Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden…”[7] 

dediği mûsıkîmizde de “Gül” aşkıyla bestelenmiş nice eserler vardır.  Tasavvuf mûsıkîmizin en büyük ismi, hiç şüphesiz Itrî diye anılan Buhûrîzâde Mustafa Efendi’dir. Itrî’nin Segâh Kurban Bayramı Tekbiri”, “Segâh Salât-ı Ümmiyesi”, “Mâye Cuma Salâtı”, “Dilkeşhâveran Gece Salâtı” üç yüz yıldır gönüllerimizi cûş eyleyen ve tesîrlerini hiç yitirmeyen muhteşem eserlerdir.  Itrî, bestelediği şâheserlerle, daha çok kitaplarda değil, milletimizin gönlünde ve dilinde yaşamaktadır.        

Ecdâdımızda olduğu gibi bugünkü toplumumuzda da Peygamber sevgisi eksilmeden devam etmekte ve Muhammedî sevdânın tavır ve davranışlarımıza yansımaları müeddeb tablolar hâlinde da tezâhür etmektedir. İşte misâlleri:

Efendimiz tıraş olduğu zaman saç ve sakal telleri Ashâb tarafından toplanmış ve hâtıra olarak saklanmıştır. Sürre Alayları ve diğer yollarla ülkemize gelen bu “Lihye-i Saâdetler”, milletimizin gönlünden hiç eksik olmayan Peygamber sevgisini daha bir coşkun yaşatan güzel bir gelenek daha oluşturmuş ve  “Sakal-ı Şerîf Ziyâretleri”ni başlatmıştır. Ülkemizde birçok târihî câmide, hattâ şahısların elinde Sakal-ı Şerîfler bulunmaktadır. Allah Resûlü(s.a.v.)’nün bu mübârek sakal ve saç tellerine halkımız çok büyük bir hürmet ve muhabbet beslemiştir / beslemektedir. Efendiler Efendisi’nin mübârek vücûdundan bize maddî bir hâtıra olarak mîras kalan, mübârek gün ve gecelerde tekbirler ve salât ü selâmlarla ziyârete açılan bu “Sakal-ı Şerîf”leri ziyâret etmekle; insanımız; gönlündeki “Gül” aşkının daha fazla yeşerdiğine, dünya gözüyle görmeden kendisine îman ettikleri “En Sevgili”yle bir mânâda rûhen buluştuğuna, O’na duyduğu hasreti bir nebze olsun giderdiğine ve O’nunla olan irtibâtının daha da kuvvetlendiğine inanmaktadır. Maddeye kutsiyet izâfe etmeden, ancak O’nun sâhibine ulaşan kalbî muhabbetle ve huşû içinde yapılan Sakal-ı Şerîf Ziyâretleri’nde büyük bir coşku yaşanmakta, “Gül” muhabbeti gözyaşı olup yanaklarda gamzeleşmekte ve bu ziyâretler esnâsında yer-gök tekbirlerle, tehlillerle, salât ü selâmlarla ve salâvât-ı şerîfelerle yıkanmaktadır.

Türk Milleti’nin tarih boyu “Mukaddes Emânetler”e gösterdiği tâzim ve hürmet de, gönlümüzün en mûtenâ köşesine taht kuran Muhammedî sevdânın müzeyyen bir tezâhürüdür. “Emânât-ı Mübâreke”ye karşı gösterilen teveccüh; maddeye odaklanmış mânânın bir nişânesi, yâni maddedeki mânânın aşkın bir muhabbete, muhabbetin de Muhammedî bir aşka dönüşmesidir. Şurası açık bir gerçektir ki, Hırka-i Saâdet Dâiresi’nde beş asırdır misâfir etmekle şerefyâb olduğumuz “Mukaddes Emânetler”e duyduğumuz muhabbet ve saygı, Efendimiz’e olan emsâlsiz aşkımızın çok vecîz bir ifâdesidir. Kim ne derse desin, ehlince çok iyi bilinmektedir ki, bizim kültürümüzde “Rahmet-i İlâhî’ye vesîle sayılan bu azîz hâtırâlara” milletimiz tarafından gösterilen ihtimâm ve yapılan ihtirâm, Efendimiz’e karşı beslenen sevginin bir tezâhürüdür.            

Kültürümüzdeki “Gül” aşkının ihtişamını ortaya koyan misâlleri saymakla bitiremeyiz; işte birkaçı daha:

Eski edebî metinlerimizden Dede Korkut Hikâyeleri’nde olduğu gibi, mahallî destanlarda da; “Bizleri yoktan vâr eden, varlığından haberdâr eden” “Kadîr Tanrı”ya hamd ü senâdan sonra, “Adı görklü Muhammed”e salât ü selâm gönderilip konuya girilmesi ya da “Ol öğdüğüm Kadîr Tanrı dost olup meded etsin. Adı görklü Muhammed Mustafâ yüzü-suyuna günâhunuzı bağışlasun”[8] diyerek Cenâb-ı Allah’a duâ edilmesi de çok kadim bir gelenektir.

Hâlen devam etmekte olan bir başka güzel geleneğimiz de ülkemizin hemen her yöresinde kız isteme sırasında “Allah’ın emri, Peygamberin kavli…” diye söze başlanması, Hz. Peygamber(s.a.v.)’e olan bağlılığın bir başka yansımasıdır.        

Milletimizin gönlündeki Muhammedî muhabbet öylesine derin, öylesine önemlidir ki, insanımız duâlarında her zaman hep O’nun şefâatini istemiştir/istemektedir ve hayırlı bir iş yapana da; “İnşallah Cennet’te Hz. Peygamber’e komşu olasın!” niyâzında bulunmuştur / bulunmaktadır. Hattâ, birine öfke duyulduğu zaman yapılan; “Peygamberimiz’in şefâatinden mahrûm kalasın! bedduâsı bile “Gül” aşkının ne kadar önemli olduğunu ifâde eden bir deyim olarak dilimize yerleşmiştir.

Hacca gitmek, insanımızın en fazla özlediği bir ibâdet olduğu gibi, Kâinâtın Solmayan Gülü’nün kabrini ziyâret edip, orada kırk vakit namaz kılmak da milletimizin bütün gönlüyle arzulayıp yapmak istediği -O’nun hadislerinden tevârüs edilmiş- bir sünnettir. Ancak buna imkân bulamayanlar, ne zaman hacca ve umreye giden bir yakınlarını veya tanıdıklarını görseler, Efendimiz’e selâm göndermeyi ihmâl etmemişlerdir. Sâdece hacılarla değil; şâirlerimiz bâzen “sabâ” rüzgârlarıyla, bâzen de “başını taştan taşa vuran” sularla, çocuklarımız ise kış gelince güneye göçen -Kıble istikametinde gittikleri için “hacı” sıfatını verdikleri-  “leylek”lerle hep O’na selâm ve tâzimlerini arz-ı niyâz etmişlerdir.

Ayrıca Uluğ Türkistan’da 63 yaşını ikmâl edenler, “Hz. Muhammed Toyu” denilen bir ziyâfet vermekte ve Mevlid okutmaktadır. Anadolu Türklerinde ise 63 yaşını geçenlere yaşı sorulduğu zaman; “Haddi aştık, ama emr-i Hak vâkî olmadı!” cevâbı verilmektedir. Bu ifâdedeki edep bile, milletimizdeki Muhammedî aşka, muhabbete, letâfet ve hürmete en güzel misâldir.

Bebeklerini; yüzünde gülücükler, gönlünde gonca güller açsın, bakışlarına “Gül” kokuları sinsin diye gül motifli kundaklara saran bir kültürün sâhibi olan milletimiz,  ebediyete uğurladığı insanların mezar taşlarına “Hüvel Bâkî” yazısıyla birlikte, şefâat talebinin remzî bir ifâdesi olarak da “Gül” motifleri işlemiştir/işlemektedir.

Hülâsa biz; “Gül” aşkından yansıyan ışıkla, karanlık geceleri müjdeli bir şafakla yırtarak nurlu bir sabaha vâsıl olmuş; hayatın bütün güzelliklerini “Gül”de bulmuş, her şeyi “Gül” aşkıyla anlamlı kılmış ve Muhammedî sevdâlarla aşka gelmiş bir milletiz… 

Mübârek ecdâdımız gibi Efendimiz’e yaraşır bir Müslüman, O’nun yolundan ayrılmayan bir ümmet ve O’nun tebcîl ve tebşîrine yaraşır bir millet olmayı; sâdece yaşadığımız coğrafyanın istikbâli için değil, bütün İslâm Âlemi’nin istiklâli için yeniden başarmak mecbûriyetindeyiz. Kültür ve medeniyetimizin bizlere bahşettiği ferâset ve basîret, mübârek ecdâdımızdan tevârüs ettiğimiz asâlet ve hamiyet, Kâinâtın Solmayan Gülü’ne duyduğumuz ve duyacağımız aşkı ve muhabbeti yeniden inşâ, ihyâ ve ibdâ için gerekli bütün referanslar  “Gül Medeniyeti”nde mevcuttur. Yeter ki, kültürel kodlarımızı, anlam ve kavram haritalarımızı, medeniyet tasavvurumuzu, Müslüman olma şuûrumuzu ve “Gül” aşkını kaybetmeyelim.  Zîrâ bizim kültür ve medeniyetimizin; adı “Gül”dür, yâdı “Gül”dür, özü “Gül”dür, sözü “Gül”dür, yüzü “Gül”dür, tadı “Gül”dür, tuzu “Gül”dür…

Bu gerçeği dile getiren, kültür dünyamızın ve insanımızın hâline tercüman olan Ümmî Sinan’ın mısrâlarıyla hatm-i kelâm edelim:

“Gül alurlar, gül satarlar,

Gülden terâzi tutarlar,

Gülü gül ile tartarlar;

Çarşı pazarı güldür gül…

 

Toprağı güldür, taşı gül,

Kurusu güldür, yaşı gül,

Has bahçesinin içinde,

Serv ü çınarı güldür gül…

 

Gülden değirmeni döner,

Anun ile gül öğünür,

Akar suyu döner çarkı,

Bendi, pınarı güldür gül…”[9]

 

 

 

 

Dr. Mehmet GÜNEŞ

 

 

 

[1] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügât;  MEB Örnekleriyle

       Türkçe Sözlük

[2] Halûk Nurbaki, Sonsuz Nûr, İslâm ve İlim Serisi, Damla Yayınları, 1984

[3] Nihat Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, I, 92-93

[4] Emine Yeniterzi, Dîvân Şiirinde Na’t, 38

[5] Nihat Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, I, 48

 

[6] İskender Pala, Hilye-i Saâdet, 2

[7] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Büyük Türk Klâsikleri, XI, 210

[8] Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Metin-Sözlük, 61

[9] Ümmî Sinan, Büyük Türk Klâsikleri, IV, 321

Kahramanmaraş'ın güncel haberlerini Google News'ten takip edin !
Etiketler : |
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
Belediye Başkanı Mahçiçek, LGS’de ilk 25’e giren öğrenci ve aileleriyle buluştu Belediye Başkanı Mahçiçek, LGS’de ilk 25...

Onikişubat Belediye Başkanı Hanefi Mahçiçek, 2022-2023 eğitim-öğretim yılında gerçekleştirilen Liselere Geçiş Sistemi’nde (LGS) derece ...

Sultangazi Spor Şenliği’nde gösteri maçını Ahmet Çakar yönetti Sultangazi Spor Şenliği’nde gösteri maçı...

Birçok sportif faaliyeti ilçe sakinleriyle buluşturan Sultangazi Belediyesi ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliği ile bu yıl 11. Spo...

Aşırı takım sevgisi sağlık sorunlarını beraberinde getiriyor Aşırı takım sevgisi sağlık sorunlarını b...

2014 Dünya Kupası sırasında Brezilyalı seyircilerle gerçekleştirilen araştırmada takımlarına aşırı bağlı taraftarların canlı maç izlerk...

Milli karateciler spor severlerle bir araya geldi Milli karateciler spor severlerle bir ar...

2020 Tokyo Olimpiyatları öncesinde müsabakalara hazırlanış aşamaları ve unutulmayan anıların konuşulduğu organizasyona katılan Kağıthan...


BU HABER HAKKINDA GÖRÜŞLERİNİZİ BELİRTMEK İSTER MİSİNİZ?(Yorum Yok)

SON EKLENEN HABERLER
Bu Konseri Sakın Kaçırmayın ! Bu Konseri Sakın Kaçırmay...

Kısa adı DUK olan  Dulkadiroğlu İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ...

Sağlıklı Nesil Sağlıklı Gelecek yarışması sonuçlandı Sağlıklı Nesil Sağlıklı G...

“SAĞLIKLI NESİL SAĞLIKLI GELECEK” BAĞIMLILIKLA MÜCADELE KONU...

PAHALILIK ÇÖKÜŞÜN HABERCİSİ PAHALILIK ÇÖKÜŞÜN HABERCİ...

Piyasaya iyi bakın. Bu pahalılık önünde hiçbir iktidar duram...

Saçalızade İlkokulu Romanya’nın Timişoara şehrinde Saçalızade İlkokulu Roman...

Kahramanmaraş / Onikişubat Saçalızade İlkokulu İI Milli Egit...

Gastroşef yöresel yemek yapma yarışması sonuçlandı Gastroşef yöresel yemek y...

Milli Eğitim Bakanlığı Gastronomi Festivali ve Yemek Yarışma...

Yaşar Gölcü İlkokulu Erasmus Projesi Kapsamında Romanyada Yaşar Gölcü İlkokulu Eras...

RAMANMARAŞ / DULKADİROĞLU – Yaşar Gölcü İlkokulu  İI M...

323. Fasl-ı muhabbet Atışma dörtlükleri 323. Fasl-ı muhabbet Atış...

1 İşveli göz kırpar , yamaçta meşe Ebruli renk tablo, baktığ...

DEVA Partisi Kahramanmaraş Milletvekili Karatutlu Basın Toplantısı Düzenledi. DEVA Partisi Kahramanmara...

Karatutlu: “Herhangi bir söz hakkı doğarsa, bırakın Cu...

322. Fasl-ı muhabbet Atışma dörtlükleri 322. Fasl-ı muhabbet Atış...

1 Dağlara kar yağar, yükselir sesi, Tozar Elif Elif, der Kar...

Saçaklızade İlkokulu’nun “We Grow With Love”isimli etwinning projesi Saçaklızade İlkokulu̵...

Kahramanmaraş Onikişubat Saçaklızade İlkokulu 4.sınıf öğretm...

FOTO GALERİ
YAZARLAR HABERLERİ
VİDEO GALERİ