Kahramanmaraş Türk Ocağı’nda “Oryantalizm” Konuşuldu
Türk Ocakları Maraş Şubesi Bahar dönemi programlarının ikincisini icra etti: “Batının Doğu'yu Anlama, Alt-etme ve Yönetme Çabası: Oryantalizm”
Geçtiğimiz gün gerçekleştirilen programa konuşmacı K.S Ü. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Mehmet Zahit Yıldırım, konunun kavramsal açıklamasını yaparak başladı, “Oryantalizm Nedir? Nasıl ortaya çıkmıştır? Bu terim ilk defa ne zaman kullanılmıştır?” sorularına cevap aradı. Sonra da Batının Doğu’yu, özelde de İslâm dünyasını alt-etmek için hangi yolları kullandığını, Edward Said’in adlandırmasıyla “Sömürgeciliğin Keşif Kolu”nu anlattı.
Doç. Yıldırım özetle şunları söyledi:
“Oryantalizm kelimesi Fransızca Orient (Doğu)'den çıkmıştır. Doğu ile ilgili, doğuyu inceleyen, araştıran, anlamaya çalışan çalışmaları ifade eder. Osmanlı deyimi ile Şarkiyatçılık, bu işi yapana müsteşrik denir. Özellikle 18-19. Yüzyıldaki çalışmalar sonucunda Batı'nın (Avrupa ve Amerika'nın doğuyu tanımlaması, anlaması ve ötekileştirmesini içerir. Bu terimin ilk kullanılışı 19. yüzyıldır. Nitekim bundan türeyen "Şark Meselesi- La Question d'Orient" 1815 Viyana Kongresi'nde gündeme gelmiş ve özellikle Osmanlı Devleti ve coğrafyasının parçalanması bu tarihten sonra hızlanmıştır.
Edward Said oryantalizmi üç şekilde açıklamıştır:
1- Akademik oryantalizm: Oryantalizm'in en kolay kabul gören manasıdır. Özel yahut genel bir açıdan Şark'ı öğrenme, yazıya dökme, araştırma işidir. Bu özel veya genel açı içerisine Antropolojik, sosyolojik, tarih, dil-bilimi vs. bütün ilimleri katabiliriz. Bu işle uğraşan bunun ilmini yapana ise Şarkiyatçı (oryantalist) denilmektedir. Son dönemlerin ilim adamları buna "Oriental Studies" demeyi daha uygun görmektedir. Bunun sebebi de bu terimin belirsiz ve genel oluşudur.
2- Doğu ile Batı arasındaki ontolojik (varlık bilimi alanı) ve epistemolojik (bilgi bilimi alanı) ayırıma dayalı bir düşünüş biçimidir. Yani aralarında şairler, romancılar, düşünürler, siyaset teorisyenleri, iktisat alimleri ve imparatorluk yöneticileri olan geniş bir yazar kitlesi, Doğu, Doğu halkı, teʿâmülleri "zihniyeti, kaderi, vs." konusunda detaylı teoriler ortaya koyarken, destanlar ve sosyolojik tasvirler yazarken, siyasi raporlar verirken "Doğu ile Batı arasındaki temel ayırımı" başlangıç noktasi ihdas etmişlerdir. Bu tür Oryantalizmin içerisinde Aşil, Hugo, Dante, Marx da bulunmaktadır.
3- Bu anlamda Oryantalizm, önceki iki tanımdan ziyade "tarihi ve maddi" biçimde tanımlanmıştır. On sekizinci yüzyıl sonlarını kabaca başlangıç noktası olarak alırsak Oryantalizm, Şark ile uğraşan toplu müessesedir; yani Şark hakkında hükümlerde bulunur. Şark hakkında kanaatleri onayından geçirir, Şark'ı tasvir eder, iskan eder, yönetir; kısacası "Doğu'ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun âmiri olmak için" Batı'nın bulduğu bir yoldur. Oryantalizmin aynı zamanda iki vechesi vardır. Birincisi ilmî ikincisi hayâli. Bu ikisi arasında daima bir alışveriş vardır. Bu alışveriş On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren hatırı sayılır ve disiplinli bir şekilde devam etmiştir.”
Doç. Yıldırım konuşmasına şu önemli soruyu sorarak devam etti:
“Peki, Batılıları Doğu'yu anlamaya, araştırmaya, incelemeye ve parçalamaya iten sebepler nelerdir?”
Genel Bir Panorama çerçevesinde şunları söyledi:
“İslam’ın doğuşu sırasında o günün dünyasında iki başat güç vardır. Bugünkü deyimi ile iki süper güç: Bizans ve Sasaniler. İslam’ın doğuşu ve 622 tarihinde devlet hayatına kavuşması ile birlikte kısa sürede Doğu'daki Sasanilerin yerini İslam Devleti almıştır. Bu devletin başını da üç asır boyunca Araplar çekmiştir. Daha sonra Türkler devreye girmiş ve Batı’daki güçlere, o güne kadar yaşamadığı ağır mağlubiyetler tattırmıştır. Önce Müslüman Arapların, daha sonra da Türklerin baskısıyla Batılılar güneyde bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Avrupa’ya çekilmek durumunda kalmışlardır. Hatta Kuzey Afrika’nın batısından Avrupa kıtasına geçen Müslümanlar Avrupalıları bugün İspanya diye bilinen topraklardan Fransa topraklarına kadar çekilmek durumunda bırakmışlardır. Emevi Halifesi I. Velid, hem Batı’dan hem de doğudan bir kuşatma harekâtıyla Avrupayı tamamen hâkimiyet altına almak istemiş ancak bu gerçekleşmemiştir. Kuzeyden ise XI. Asırda Anadolu’nun doğusunda başlayan ilerleme önce İstanbul’a kadar yaklaşıp buradan da Avrupa kıtasına geçmiştir.
İslam Dünyasında XI. asırda Arapların yerine yeni bir aktör, yani Türkler devreye girmiş ve Avrupalıları kıtanın doğusundan başlayarak o güne kadar görülmemiş bir şekilde geriye çekilmeye mecbur etmiştir. Haçlı seferleri ile Batı Hıristiyan Dünyası, bunun intikamını almak istemiş ise de bu duygusunu asırlarca ertelemek zorunda kalmıştır. Batıyı böyle bir karar almaya iten süreç şu şekilde cereyan etmiştir: 1071 Malazgirt mağlubiyetinin ardından bir yıl sonra Melikşah’a Abbasi Halifesi tarafından Emirü’l-Mü’minîn unvanının verilmesi Kiliseyi, İslam dünyasının tümü ile yok edilmesi fikrine götürmüştür. Bunun için miladi 1096 yılında başlayıp XIII. asrın sonlarına kadar devam eden Haçlı Seferleri’ni düzenlemişlerdir. Ancak son Haçlı Seferi’nin de öncekiler gibi yine mağlubiyetle sonuçlanması Kiliseyi İslam dünyasını topyekün Hıristiyanlaştırmak gerektiği inancına götürmüştür.
Hıristiyan dünyası İslam’ın doğuşundan itibaren onu doğduğu/bulunduğu yerde yok etmeyi düşünmüş ve buna teşebbüs etmiş ama başaramamış bir dünyadır. Haçlı seferleri ile defalarca (sekiz kerre) bunu denemişse de başaramayınca başka alternatifler aramış ve coğrafi keşifler denilen olaylar da bu baskıdan-çaresizlikten kurtulmak için aranan çareler sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bu alternatiflerin oluşturduğu imkânlarla Batı yeni güçler toplayarak yeniden tarihi rakibini alt etmenin yollarını aramış ve bu hususta hiç de aceleci olmamıştır. Bu uzun süreçte Batı, en aklî kararını IV. Haçlı seferi sonucunda vermiştir. Bu sefer sonucunda hedeflenenin aksine Doğu Hıristiyanlığının merkezi olan Constantinople (İstanbul)’un işgal edilerek Latinlerce talan edilmesi, Kilise babalarını sükutu hayale uğratmıştır. Bunu gören Vatikan’daki Kilise babaları, cephede kılıçla savaşmakla birlike cephe gerisinde de savaşmanın gerekliliğini görmüştür. Prof. Mehmet Hatipoğlu’nun Oryantalizmin Temelleri adlı çalışmasında belirttiği gibi, Vatikan’ın ince zekâlıları, “İslam’ın kendisini sadece kılıç kuvvetiyle değil, aynı zamanda hukuki, dini, entelektüel techizatı ile birlikte savunuyor” olması karşısında onu alt etmek için çok ince bir hazırlık yapmak gerektiğini anlamışlardır. Ayrıca daima mağlup olmalarına sebep olan karşılarındaki bu sağlam manevi güce bu dayanıklılığı veren şeyin, bilimsel deyimi ile psikomotor kuvvetinin ne olduğunu anlamak gerektiğini düşünmüş bunun için de Arapça öğrenmeleri zaruretini anlamışlarıdır. Bunu gerçekleştirmek için önce, XIII. asırın başlarından itibaren hem Sicilya’ya hem de Endülüs’e öğrenciler ve rahipler göndererek Arapça öğrenmeye başlamışlar, daha sonra da kendi memleketlerinde Arapça öğretecek mektepler ve üniversiteler açmışlardır.”
Doç. Zahit Yıldırım, daha sonra Batı’da Doğu’yu anlamak için daha Orta Çağ’dan itibaren açılan Üniversite örneklerini sıraladı. Yeni Çağ ile birlikte bütün Batı’da ve hatta Rusya’da nasıl Şark Enstitü ve Araştırma Merkezlerinin kurulduğunu, Batı’nın İslâm Toplumlarının dil, din ve tarihlerini öğrenerek onlara hükmetmenin, onları yönetmenin yöntemlerini bulduklarını, bütün bu yolları sömürgeciliklerine âlet ettiklerini özetle açıkladı.
Konuşmanın sonunda söz alan bazı dinleyiciler sordukları sorularla konunun daha çok aydınlanmasını sağladılar. Bu anlamda saf bilimsel çabaları da gözden kaçırmamak gerektiğini; oryantalistlerden sömürgeciliğe âlet olmayanların da bulunduğunu, ünlü Hallac-ı Mansur uzmanı Louis Massignon’un Cezayir’in Bağımsızlığından yana çıkarak bir örnek teşkil ettiğini, ayni Şarkiyatçı’nın yine Batı’yı Araplara ihanet etmekle suçladığını da belirttiler.