Her Ufkun Zirvesinde “Gül” Vardır
“Hâtemü’l-enbiyâ”
[1]olarak bütün insanlığı İslâm ile müşerref kılan, “Gül Devri”inden çağlar ötesine vahyin diriltici soluklarını taşıyan, kul ve resûl olarak emsâli bulunmayan, sîret ve sûret îtibâriyle bir benzeri olmayan, nebevî ve beşerî vasıfları hayâllere bile sığmayan, her bir özelliğiyle insanlık ufkunun zirvesinde parıldayan, her sıfatında Esmâü’l Hüsnâ’nın nûru ışıldayan, her sâhada “en iyi” ve “en mükemmel” hasletlere, “en müstesnâ” ve “en güzel” özelliklere sâhip olan tek bir insan vardır; O da Varlık Sebebimiz, İki Cihan Serverimiz, Şanlı Peygamberimiz, Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v.)’dır.
Kur’an ve Sünnet perspektifinden baktığımız zaman; Efendimiz’in müstesnâ karakterinin, ahlâkının ve bedenî husûsiyetlerinin özel olarak yaratıldığını; O “Gül”ün, aklî, kalbî ve rûhî yönden zirveleşmesi için İlâhî bir terbiyeden geçirildiğini; hayatının her döneminde Rabbimiz tarafından himâye edildiğini ve peygamberler arasında bile çok yüksek bir mertebeye yükseltildiğini açıkça görürüz. Zîrâ, “Mir’ât-ı Muhammed” Allâhü Teâlâ’nın sıfatlarını kâmilen yansıtmış, yâni O “Gül”, Yaradan’ın bütün isimlerine en müstesnâ bir biçimde ayna olmuştur.
Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan’ın beyânları da, siyer ve hadis kitaplarının ifâdeleri de O “Gül”ün; nezd-i İlâhî’de hiçbir varlığa nasîp olmayan bir izzetle şereflendiğine, her bir vasfının ayrı bir ihtişamın zirvesini temsil ettiğine; iyilik, insanlık, güzel ahlâk ve kulluk adına ne kadar emsâlsiz vasıf ve erdem varsa, bunların cümlesinin Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in şahsında temâyüz ettiğine ve cümle güzel sıfatların O’nunla kemâle erdiğine şahâdet etmektedir.
Kur’ân âyetlerinin ve hadislerdeki ifâdelerin kesin olarak ortaya koyduğu sonuç şudur ki;her fazîletin, her erdemin, her güzel hasletin, her üstün özelliğin ve her ufkun zirvesinde “Gül” vardır.
O “Gül” ki,
Allah(c.c.)’ın, “nûr saçan kandil”[2] olarak vasfedip, insanlığa lütfettiği İlâhî rahmetin;
Mârifetullah burcunda ve Muhabbetullah ufkunda yükselen erişilmez bir kurbiyetin;
Mi’rac’ta, Hakk’a visâlin en mahrem sırlarına muttalî olan eşsiz bir mazhâriyetin;
İnanç, ahlâk, hayâ, sabır, şükür, iffet, izzet, zühd, takvâ ve güç yetmez bir ibâdetin;
Hamiyet, merhamet, bağışlama, vefâ, dostluk, sadâkat ve en içten samîmiyetin;
Tatlı söz ve güler yüze, çelikleşmiş bir kararlılığa eşlik eden vakar ve ciddiyetin;
Îman, edeb, hilm, tevâzû, şefkat ve şecâatle mezcolunmuş fevkalbeşer bir cesâretin;
Mağdurun ve mazlûmun yanında, zâlimler karşısında olan mü’minlere has bir asâletin;
Doğruluk, dürüstlük, cömertlik, ahde vefâ, muhabbet, müsâmaha ve hakkaniyetin;
Gazap hâlindeyken ve zâlimi mağlup etmişken bile her anlamda en hassas adâletin;
Kadere rızâ, kanaat, tereddütsüz bir tevekkül ve nâmütenâhî bir teslîmiyetin;
Aklı vahiyle terbiye edip, ona aşkla abdest aldıran peygamberî bir kudretin;
Akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîmi esas alan bir anlayış ve hassâsiyetin;
Müstesnâ bir ruh inceliğinden kaynaklanan her alandaki letâfet, nezâket ve zarâfetin;
Dünya hayatını âhiret zâviyesinden gören bir şuur, idrâk, iz’an ve ferâsetin;
Hâdiselere vahyin açtığı efsunkâr bir pencereden bakan nebevî bir basîretin,
Hayat çizgisinde en küçük bir değişiklik ve inhiraf olmayan dosdoğru bir istikametin,
En azılı müşriklerin bile tereddütsüz sığındığı ve güvendiği sarsılmaz bir emniyetin;
Küfrün katran siyahı gecelerini semâvî hikmetlerle aydınlatan en kutlu Hicret’in;
İnsanları her bakımdan çok iyi analiz eden zafer menzilli bir muvaffakiyetin;
Tarihin en mükemmel ve en müstesnâ toplumunu oluşturan bir gayret ve himmetin;
İşi ehline veren ve herkesi liyâkatine göre değerlendiren sınırsız bir fetânetin;
Muhatâbının seviyesine uygun sözlerle kalpleri fetheden muhteşem bir hitâbetin;
Kalpleri fetheden, gönülleri aşka getiren en etkili ve en bereketli beyân ve sohbetin;
Zamanı, zemini, imkân ve şartları en iyi kullanan idârî ve askerî her husûsiyetin;
Ümitsizliğe düşmeyen, sarsılıp gevşemeyen müthiş bir azim, irâde ve metânetin;
İfrat ve tefrite kaçmayan, her bakımdan dengeyi gözeten tavır ve siyâsetin;
Sağduyu, istikrar ve îtidâlini kaybetmeyen, istikametini değiştirmeyen bir şehâmetin;
Ferâgat ve fedâkârlıkta bulunmada beşer idrâkine sığmayan sonsuz bir fazîletin;
Ölümü hayatın merkezine koyan emsâlsiz bir îman şuûruna mensûbiyetin;
Her alanda şâhikalaşan mümtaz bir liderlikle, akıllara durgunluk veren bir mesûliyetin;
Süratli, isâbetli, en âcil ve en doğru kararı tereddütsüz verebilen bir kabiliyetin;
En kötü şartlarda dahi, rûhi motivasyonu en üst seviyede tutan eşsiz bir meziyetin;
Temkin, tedbir, esbâba tevessül, şûrâ ve meşverete dayalı bir muzafferiyetin;
Her bakımdan mükemmel, her açıdan muhteşem ve her yönden eşsiz bir şahsiyetin;
Akıllara durgunluk veren, her türlü târif, tavsîf, idrâki aşan bir mehâbet ve azâmetin;
Hiç yalanlanamayan ve kıyâmete kadar da tekzip edilemeyecek olan risâletin;
Her yönüyle muazzez, mutahhar, müseccel ve her açıdan muazzam bir nübüvvetin;
Velhasıl her sâhadaki iyilik, güzellik ve eşsiz özellik adına vâr olan her türlü hasletin
Zirvesi ve her ufkun son hudûdudur.
Çünkü;
O “Gül”; ebedî mutluluk bestesi olan İslâm’ı gönüllerde hâkim kılan, Muhabbetullah ikliminin tercümanı olan, peygamberliğin ve insanlığın kemâl ve cemâl noktasıdır.
O “Gül”; Allah Teâlâ’nın cümle sıfatlarını kâmilen yansıtan ve tek katresinde bile ummanlar dalgalanan İlâhî aşkın aynasıdır.
O “Gül”; ondört asırdır yalanlanamayan ve kıyâmete kadar da tekzip edilemeyecek olan doğruluk şâhikasıdır.
O “Gül”; İlâhî tecellîlerin cümle güzellikleri şahsında tebellür eden, tarihin şâhitlik ettiği/edeceği en muhteşem ahlâk ve şeref levhasıdır.
Ve zâten O “Gül”ün hayatını inceleyen bir Batılı mütefekkirin dediği gibi; “Eğer gâyenin büyüklüğü, vâsıtaların küçüklüğü ve netîcenin azâmeti insan dehâsının üç büyük ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Muhammed’le (sallâllahu aleyhi ve sellem) kıyaslamaya kim cesâret edebilir?”[3]
Çünkü;
O “Gül”; Kur’ân’ın emirlerini davranışlarına taşıyan, gönüllere güneş olup ışıyan, kalpleri Allah (c.c.) aşkıyla serâpâ dolduran, dikenleri gül edip goncaya durduran ve muhabbetsiz yürekleri sevgi ummânına daldırandı. Bu sebeple O; îmansız bir kalp, Kıblesiz bir gönül ve secdesiz bir alın gördüğünde üzüntüden iki büklüm olur ve yüreğinde en kasvetli hüzün fırtınaları eserdi.
O “Gül”; Allah(c.c.)’ın emirlerini en lâtif, en doğru, en etkili bir biçimde tebliğ ederdi. İslâm’ın güzelliklerini en güzel bir biçimde insanlara anlatırdı. Kimseyi kırmadan, kimseyi gücendirmeden, kimseyi aşağılamadan Peygamberî bir metotla tebliğ görevini yapardı.
O “Gül”; yaratılış gâyemizin Allah(c.c.)’ı bilip tanımamız ve O’na lâyıkıyla kul olmamız gerektiğini insanlığa tebliğ eder, irşâdıyla gönülleri aşka getirir, konuşmasıyla da, susmasıyla da etrafındaki insanları eğitir, dünya ve âhiret saâdetinin yollarını gösterirdi.
O “Gül”; kalp, his, düşünce, ideâl ve aksiyonu en iyi şekilde, en dengeli bir biçimde telif edip, insanlığı yaratılış gâyesine yönlendirirdi.
O “Gül”; insan-kâinât-ulûhiyet hakîkatlerini en mükemmel bir biçimde tebliğ eder ve ubûdiyet adına tebliğ ettiği kulluk mükellefiyetlerini öncelikle kendisi eksiksiz bir biçimde temsil ederdi.
O “Gül”; İslâm’ı bütün yönleriyle anlatır, dînî ve dünyevî her hâdisenin îzâhını yapar, kıyâmete kadar gelecek olan her meseleye Kur’ân’ın nûruyla ışık tutardı.
O “Gül”; -ferdî, âilevî, idârî, adlî, askerî, siyâsî, iktisâdî ve içtimâi- hangi konuda olursa olsun bütün problemleri en âdil, en kolay, en etkili, en kalıcı bir biçimde ve “bir kahve içimi rahatlığında”[4] çözdüğü gibi, hayata en kolay uygulanır tarzda ve bütün zamanlara şâmil olacak ölçüde kıstaslar ortaya koyardı.
O “Gül”; bir mûcize deryâsıydı; O, pek çok alâmetlerle gönderilmiş ve üç yüze yakın mûcize göstermişti... O mûcizelerin bâzılarını ifâde edecek olursak:
Allah(c.c.)’ın isim ve sıfatları en kâmil mânâda O’nun şahsında tecellî ediyordu.
Ahlâk, karakter ve bütün insanî özelliklerin en yücesi O’nunla kemâl buluyordu.
O; Allah (c.c.) tarafından korunuyor[5] ve melekler O’nun yardımına geliyordu.[6]
Duâları kabûl ediliyor[7], her türlü ilimle donatılıyor[8] ve O’na gayba âit bilgiler veriliyordu.[9]
Bir Gece Yolculuğu’yla Mescid-i Aksâ’ya geliyor ve oradan da Mi’râc’a yükseltiliyordu.[10]
Parmağının nûru değince Kamer’in gamzesine, bir anda Ay ikiye bölünüyordu.[11]
Susuz kalan ümmetine O’nun parmakları çeşme oluyor ve O’nun parmaklarından akan sudan koskoca bir ordu abdest alıyordu.[12]
Çağırdığı ağaçlar O’na doğru yürüyor, hasretinden hurma kütüğü inliyordu.[13]
Canlı-cansız her şey O’na selâm veriyor, nefes ettiği yemekler bereketleniyordu.[14]
Elinin değdiği hastalar şifâ buluyor[15], sütsüz keçilerin memesi sütle doluyordu.[16]
Fakat O “Gül”ün en büyük mûcizesi, her âyeti bir hikmet membâı olan Kur’ân’dı.[17]
Ve O “Gül”; İlâhî destek ve beşerî gayretle kâinât çapındaki îman mûcizesini 23 yılda gerçekleştirmiş ve Rabbinin inâyetiyle muhteşem bir zaferle netîcelendirmişti.
Efendimiz’in sîret ve sûretinden kesitler sunmaya çalıştığımız ve O “Gül”ün örnek şahsiyetinden bölümler nakletmeyi amaçladığımız bu yazımızı nihâyete erdirirken; bir husûsu bilhassa belirtmek isterimki; Rabb’e kul, Hakk’a resûl olmanın en ulvî makâmında bulunan Sevgili, Peygamberimiz(s.a.v.)’in müstesnâ özelliklerini tâdât etmeye çalıştığımız bu makâlede biz biliyoruz ki ummandan bir katre bile vasfedemedik.
Bizim bu konulardaki söyleyeceklerimizin nihâyeti, “Muhammed cümleye dindir, îmandır.”[18] diyen Allah Dostları’nın bu vâdide dile getirdiği sözlerin bidâyeti dahi olamaz. Çünkü Kâinâtın Solmayan Gülü’nü târif, tavsîf ve tasvir eden en muazzam ve en mufassal yazılardan oluşan kütüphâneler dolusu kitaplar bile; O “Gül”ü hakkıyla anlatmaktan âcizdir ve eksiklikten âzâde kalamayacağı muhakkaktır. Çünkü O “Gül”, hakkıyla târif edilemeyen sonsuz bir güzelliktir. Çünkü O “Gül”; temiz fıtrat timsâli, yüksek ahlâk misâli ve her güzel örneğin numûne-i imtisâlidir. Çünkü O “Gül”; en büyük Rabbanî iltifâtlara muhâtap olmuş, “Server-i Asfiyâ” ve “Habîb-i Kibriyâ” kılınmış, Mi’râc’a yükseltilmiş yegâne beşerdir. İmam Muhammed Busîrî’nin dediği gibi; “O bir beşerdir, fakat onların en mükemmelidir.” Busûrî’nin “Kasîde-i Bürde”sini Türkçe’ye uyarlayıp dizelere döken şâir de;
“Elbet anlatamaz şâir böylesin,
Nutku tutulmuştur kalem neylesin,
Bırak da son sözü ilim söylesin;
Âdem evlâdının O en hasıdır,
Yaratılmışların en âlâsıdır…”[19]
demiştir…
Niyâzî Mısrî de bu mevzûda şunları dile getirmiştir:
“Cihân bağında insan bir şecerdir, gayrılar yaprak,
Nebîler meyvedir, Sen zübdesisin Yâ Resûlallâh…”[20]
Bu konuyu -gönül mîmarlarımız gibi- “sükûtun sonsuzluğuna” havâle ederken; son sözü Hz. Âişe (r.anha) Vâlidemiz’e ve Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan’a bırakıyoruz…
Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in ahlâkını soran bir sahâbîye Hz. Âişe (r.anha): “Mü’minûn Sûresi’ni okuyabiliyor musun? Bu sûrenin ilk on âyetine kadar oku! İşte Allah Resûlü(s.a.v.)’nün ahlâkı böyleydi.”[21] cevâbını vermiştir. Allah Resûlü (s.a.v.) de Mü’minûn Sûresi nâzil olunca; “Kim bu on âyeti yerine getirirse, Cennet’e girer.” diye buyurmuştur.[22]
İşte Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in ahlâkını tasvir eden ve bu âyetler mûcibince hareket edenlere Efendimiz muazzez beyanlarıyla Cennet müjdesi verilen bu sûrenin ilk on âyeti:
“Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermiş, umduklarına kavuşmuşlardır. Onlar, namazlarını huşû ve tevâzû içinde kılarlar. Onlar ki, dünya ve âhiretlerine faydası dokunmayan her türlü boş şeyden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtını aksatmadan verirler. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Ancak, eşleri ve elleri altındaki câriyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar. Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşanlardır. Yine onlar ki emânetlerine ve verdikleri söze riâyet ederler. Ve onlar ki, namazlarını kılmaya devam ederler. İşte onlar devamlı kalacakları Firdevs Cenneti’ne vâris olanlardır..”[23]
Ve hâtm-i kelâmı bir duâ ile tamamlarken, bu “Gülnâme”ye de “Lâ-edrî Efendi”den (?) bir beyitle son noktayı koyuyoruz:
Yâ Rabbe’l-âlemîn! Bizlere de Efendimiz’in yolundan gitme azim ve irâdesini, bu âyetlerin mûcibince amel etme güç ve kudretini nasîp eyle!.. Âmîn!..
Yâ Îlâhe’l-âlemîn! Kullarına; “sırât-ı müstakim”i bulmayı, “Gül”ün gölgesinde kalmayı, Senin mağfiretine ve Resûlü’nün şefâatine nâil olmayı, Mahşer günü defterini sağ taraftan almayı, Cennet ve Cemâlullâh ile müşerref olup ebediyen gülmeyi ikrâm eyle!.. Âmîn!..
Yâ Erhame’r-râhimîn! Ahvâlimizden “Gül” ahlâkını, davranışlarımızdan “Gül” âdâbını ve yüreğimizden de “Lâle”ye müştâk “Gül” aşkını eksik eyleme!.. Âmîn… Yâ Mûin…
“Benim iki cihân içre murâdım ol Hüdâ’dandır;
Ümîdim Rûz-i Mahşer’de Muhammed Mustafâ’dandır (s.a.v.)”
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Ahzâb, 33/40
[2] Ahzâb, 33/46
[3] İbrahim Refik, Güllerin Efendisi’nden 63 Yaprak, 18 (Alphonse de La Martaine, Historie de la Turquie, Paris, 1854)
[4] Ali Ünal, “İslâm ve Hz. Muhammed (s.a.s.) Hakkında Batılıların Îtirafları”, Yeni Ümit Dergisi, 2002, Sayı: 57
(Sir Georged Bernard Shaw, The Genuine Islam, London, 1936)
[5] Mâide, 5/67; Âl-i İmrân, 3/13
[6] Âl-i İmrân, 3 /123; Enfâl, 8/65-66
[7] Tevbe, 9/103
[8] Tahrîm, 66/3; Rûm, 30/1-4
[9] Cin, 72/26-27; Muhammed, 47/30
[10] İsrâ, 17/1; Necm, 53/13-18
[11] Sâlih Suruç, Kâinâtın Efendisi Peygamber Efendimiz’in Hayatı, I, 236-238; Kamer, 54/1-2
[12] M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, IV, 474-479
[13] M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e., IV, 435
[14] M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e., IV, 434, 486
[15] M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e., IV, 514-516
[16] Sâlih Suruç, a.g.e., I, 306
[17] Şu’arâ, 26/192-194; Nahl, 16/102; Kıyâme, 75/16-19; Secde, 32 /2; Zümer, 39/1, 41; Ankebût, 29/51; Şûrâ, 42/17; Zuhruf, 43 /4
[18] Yunus Emre, Ah Nice Uyursun, Süleyman Doğdu, İlâhîler, Kasîdeler ve Na’t-ı Şerîfler,117
[19] Mahmut Kaya, Kasîde-i Bürde’yi Türkçe Söyleyiş
[20] Niyâzî-i Mısrî, Na’t-i Şerîf, Emine Yeniterzi, Türk Edebiyatında Na’tlar (Antoloji), 38
[21] İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I, 364
[22] İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, XV, 392, Hadis Nu: 5565
[23] Mü’minûn, 23/1-11