"Gül" Olmasaydı
“GÜL” OLMASAYDI
Âlemler yaratılmazdı... Rahmet yüklü hidâyet bulutları, Âdemoğlunun yüreğinde karar kılmazdı... Allah (c.c.), hakkıyla anılmaz; Kur’ân, gerçek mânâsıyla anlaşılmazdı… Hilâl’in ışığı yanmaz, zifirî karanlıklar aydınlanmaz, gurûbu olmayan şafaklar ufka dayanmaz ve insanlık İslâm şerefiyle bahtiyâr olmazdı...
“Gül” olmasaydı;
Hira Dağı “Cebel-i Nûr” olmaz, gecelere bürünmüş Mekke semâları uyanmazdı gül yüzlü bir sabaha… Serâ da, süreyyâ da âyet âyet dokunan yeni bir diriliş muştusuyla tekbir almazdı bir daha… İnsanlar, semâvî sevdâlarla serfirâz olmak, vâhyin emsâlsiz güzelliklerinden feyz almak için yol bulamazdı en kutlu felâhâ… Medîne’den yayılan İlâhî dâvet, bütün dünyayı kuşatmazdı… Aşkın mi’râcına çıkan gönüller, aklın verâsına ulaşıp secdekâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı;
“Müjdeleyici”[1]ve “uyarıcı”[2], “dâvetçi”[3]ve “şâhit”[4],olarak gönderilen Hakîkat Güneşi (s.a.v.) ufkumuza doğmazdı… Dînin, duânın ve ibâdetin nûru sînelerimize sağanak sağanak yağmazdı… Kâinâta dar gelen Rabb-i Rahîm’in aşkı yumruk kadar bir kalbe sığmazdı… Yürekler “Allah” nidâsıyla dalgalanmaz, diller her nefeste şükrederek Hakk’ı anmaz, gönüller Muhabbetullah aşkıyla alev alev yanmazdı... Ve insanlık, sevginin bütün kapıları açtığından hiçbir zaman haberdâr olmazdı...
“Gül” olmasaydı;
O’nu gören gözler “Sahâbî” sayılmaz, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir.”[5] Hadîsi duyulmaz, Hz. Ebûbekir (r.a.) “Sıddîk” unvânını almaz, Hattâb oğlu Ömer (r.a.) adâlet timsâli “Ömerü’l-Fâruk” hâline gelmez, Hz. Osman (r.a.) “Zinnûreyn” diye çağrılmaz ve “İlmin kapısı” Hz. Ali(r.a.)’nin kılıcı da “Zülfikâr” olmazdı...
“Gül” olmasaydı;
Hakk’a ve hayra dâvet eden “Son İlâhî Mesaj”ı işitemez, “Çöle İnen Nûr”un hâlesi olmaya gidemezdik... Sevdâ yaylasından Mevlâ’ya ulaşan yolun bidâyetinin de, nihâyetinin de O’nun “İz”inden geçtiğini idrâk edemezdik… İç âlemimizde çözülmeyi bekleyen binlerce buzulun, kalbimizi neden mesken tuttuğunun ve nasıl çözüleceğinin sırlarını asla çözemezdik… Yüreğimizdeki kin ve nefret dağlarını hâk ile yeksân etmeyi, nefsanî arzuları dizginlemeyi, kalbimizi işgal eden buzulları îman ateşiyle eritmeyi “Gül” olmadan kat’iyen öğrenemezdik… Kalplere “Gül” Cemresi düşmeden dünyamıza bahar gelmez ve cennet-âsâ baharların getirdiği yemyeşil bir sevdânın nûru yüreğimizi gönül hâline getirmezdi… O’nun kâinâta can veren muhabbeti olmasaydı; gözyaşlarında dalgalanan rahmet ummanları gönül sâhillerimize vurmaz, duâlar kıyâma durmaz, seher vakti âşıkların “Hû, Hû”lara karışan “Âmin”leri duyulmaz ve yürekler İlâhî aşka giriftâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı;
“Güzel Ahlâk” tamamlanmazdı... Beşeriyet, insanlığın kemâl ufkunu tanımazdı... Risâletin numûne-i imtisâli olan Son Hidâyet Sancağı (s.a.v.) gönül gönderinde dalgalanmazdı... İnsanlar; Kelime-i Şahâdetin, Hakk’ı zikretmenin, amel-i sâlihin, tatlı sözün, güler yüzün, yumuşak huyun, muhabbetin, meşveretin, sohbetin, affetmenin, eman vermenin gerçek anlamını hiçbir zaman anlayamazdı... İyiliği emretmenin, kötülükten menetmenin, kötülüğe iyilikle mukâbelenin hâlet ve hasletini hiç kimse öğrenemezdi… İnsanlık; edep ve iffetin, hayâ ve haysiyetin, vefâ ve asâletin, tevekkül ve teslîmiyetin, doğruluk ve emniyetin, vakar ve izzetin, cihat ve cesâretin, îtidâl ve şehâmetin, tevâzu ve mehâbetin, cömertlik ve fazîletin, barış ve sükûnetin, şefkat ve merhametin, insaf ve inâyetin, müsâmaha ve hürmetin, huzur ve saâdetin, nezâket ve zarâfetin, hak ve adâletin ne olduğunu aslî mânâsıyla aslâ bilemezdi… Kadın esir muâmelesi görmeye devam eder, eşyâ gibi alınıp satılır, kız çocukları diri diri toprağa gömülür, acımasızca öldürülürdü… İnsan hakları konusu, kadın hukûku mevzûu hiç gündeme gelmez ve hiç kimse kul hakkına, komşu hukûkuna hürmetkâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı;
“Ölmeden evvel kendimizi hesâba çekmeyi”[6], “ölümle uyanmadan önce”[7] Müslüman olarak yaşamayı, “Allah (c.c.) için sevmeyi ve Allah (c.c.) için buğzetmeyi”[8], “Ya hayır söylemeyi, ya da susmayı”[9] öğrenemezdik… “İnsana teşekkür etmeyen, Allah’a şükredemez.” ve “Mahlûku sevmeyen, Mâbudu sevemez.”[10] kıstaslarını idrâk edemez, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”[11] ölçüsünü öğrenemez, “Din kardeşliğinin kan kardeşliğinden daha önemli olduğunu”[12] bilemezdik… Böyle olunca; “Ebâbil Kuşları”nın aşkına meftûn olan mâhur düşlerimiz hüzzama döner, hayatımız hüsrân denizinde boğulur, umutlarımız karanlığın girdabında kaybolur, kelâmın tahtı devrilir ve “Âlemlere Rahmet” olan “En Sevgili”ye “Yâ Muhammed cânım arzular Seni” ikrârımız aslâ âşikâr olmazdı...
“Gül” olmasaydı;
Kullar, “sırât-ı müstakim”i bulamaz, yıllar “Asr-ı Saâdet”i bilemez, yollar Kıble’de karar kılamazdı... Dünyaya köle olup irtifâ kaybedenler, gurur ve kibirde zirveye çıkanlar, Gayyâ kuyularından kurtulamazdı… Nefse tutsak olan duygular yüzünden onlarca parçaya bölünen yürekler; “bir kızıl goncaya” dönene kadar kanasa bile, gönüller bir türlü gül bahçesine dönemezdi… Ve “Senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi ”[13] diyen çile harmanları “Aşk-ı Hakîkî”den nasîp almaz, gönüller aşk ile tâcidâr olmazdı...
“Gül” olmasaydı;
İnsanoğlu; subaşında susuz kalır, “bağrı yanan” kızgın çöller gibi susuzluktan bunalırdı... İnsanların değer ve ölçüler dengesi kaybolur, beşeriyet her alanda zevâl bulurdu… Fecr-i kâzipler, fecr-i sâdıkların yerine ikame olurken; ruhlara tulû eden meskenet tüllerine, cehâlet bulutlarının en koyu sisleri çökerdi… Göz körlüğe mahkûm, kulak sağırlığa mecbûr, kalp mâsivâya meftûn olurdu… Kul, günah çukurlarından kurtulamaz, nefsin yalçın dağlarını aşamaz, ebedî hayatın efsunkâr güzelliklerine ulaşamaz, ölümle dost olup merdâne dolaşamaz ve “cânı cânâna teslim edip” ölümsüzlük ikliminde berhudâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı;
Ay’ın yüreğine değen O Şefkatli El’in mübârek parmağıyla, mehtabın titreyen gamzesi ikiye bölünmezdi… Î’lây-ı Kelimetullah aşkına yelken açıp, gönül fethi için sefere çıkanların, zamansız mekânlara ve mekânsız zamanlara yaptığı sır dolu yolculuklar bilinmezdi… Mâverâ aşkıyla düşlerine kanat vuranların gönül seccâdeleri, müjdeli şafaklara serilmezdi... Gözler, “Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı”nı görmez, “her zorluğun yanına bir kolaylık”[14] varmaz, her hüznün içine bir huzur girmezdi… Tefekkür, tezekkür, tenevvür, tekemmül ve tevekkül el ele vermez; ayrılık vuslata, zayıflık tâkate, ölüm hayata bestekâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı;
Beşeriyetin kanayan yaraları gül yaprağıyla sarılmaz; yetimlere, öksüzlere, mazlûmlara ve mağdurlara merhamet edilmez; insanlara müşfik davranılmazdı… İnsanların hayatında firkat içinde yeni bir firkat kıyâma durur, gözbebeklerine en kasvetli hüzünler oturur ve amel defterlerinde günahkâr gölgelerin nabzı vururdu… Katran siyahı küfür gecelerinden, îmanın âsûde iklimine varılmazdı…Karanlığın kalbine nûrânî imzâlar atılmaz, Hilâl’in hükmü kalmaz, Kıble’yi kimse bilmez ve gecenin siyah perçemlerini aydınlatan ay yüzlü sevdâlar efsûnkâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı;
İlmi farz, tefekkürü ibâdet telâkki eden bir mukaddesâta sırtımızı dönerdik… Biz; gül diye dikenleri dermeyi, umut dağıtmak yerine hazan bahçelerinde gazeller toplamayı şiâr edinirdik…Gül rengi diye ateşlere sarılırdık… Hazan sarısına dönerdi hayallerimiz… Yürekler sevdâlanmaz, gönüller yanmaz, kışta gelenler baharı soluklamaz, kul ölümsüzlük şerbetini yudumlamaz, hâl ehlinin cümle eksikleri aşk ile tamamlanmaz ve ehl-i dil, dildâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı;
İnsanlığın gördüğü en muhteşem inkılâb gerçekleşmezdi... Rûhumuz, Mâverâ’ya kanat çırpmaz, kalbimiz “Allah” aşkıyla çarpmazdı... Rahmetli Ali Ulvi Kurucu’nun;
“Doğmazdı kalbe îman, inmezdi arza Kur'ân,
Meçhûl olurdu esmâ, Levlâke Yâ Muhammed!..
Mâtem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,
Mahzûndur Arş-i âlâ, Levlâke Yâ Muhammed!..
Feyzinle güldü âlem, gufrâna erdi âdem,
Ağlardı belki hâlâ, Levlâke Yâ Muhammed!..
…
Gün görmeden baharlar, sislerle örtülürdü,
Zindân olurdu dünyâ, Levlâke Yâ Muhammed!..
İnler dururdu sesler, her nağme hıçkırırdı;
Tutmuştu arşı şekvâ Levlâke Yâ Muhammed!..
Dünyâda tek hakîkat uğrunda can verenler,
Bulmazdı derde kimyâ, Levlâke Yâ Muhammed!..”[15]
diye ifâde ettiği gibi; Arş-ı âlâ aşka gelmez, melekler gülmez, yürekler îmanda karar kılmaz, gönlümüz Muhabbet-i Resûlullah’tan Muhabbetullah’a ulaşan yolu bulmaz ve insanoğlu için her iki cihan aslâ gül-i zâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı;
Azgın tûfanlar içinde âciz kalan bîçâreler, çâresizliğe göğüs geremezdi... İnsanlar ebedî barış ve kurtuluş menzîline eremezdi... Hayırlar fethedilmez, şerler defedilemezdi… Gönül tellerimize dokunan mızraplar ferahnâk nağmeler veremezdi… Ruhların ölümden vâreste olduğunu; kışın bahara, gecenin nehâra, vefâtın dirilmeye bir beste olduğunu anlayamazdık... Bâkî olanı unutup, fânî olanlar için “âh etmeye” devam ederdik… “Canlar cânı”nı bilemez, “Ballar balı”nı bulamazdık… İstikbâlimizde “Gül” yüzlü bahar, bakışlarımızda “Gül” mushaflı nazar, kalbimizde Gül Yüzlü Yâr ve gönlümüzde “Vâreden”in aşkı vâr olmazdı…
“Gül” olmasaydı…
* * *
Ve hatm-i kelâmı da; İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından hâdis-i kutsî olarak kabul edilen;“Levlâke levlâk lemâ halâktü’l-eflâk.”[16] (Sen olmasaydım kâinâtı yaratmazdım.) sırrının muhatabı olanO “Gül”den şefâat niyâzımızı, “Gül” kokulu umutlara yaslanmış bir yüreğin sâhibi olan Süleyman Çelebi’nin diliyle yapmak için;
“Yâ Habîbullah bize imdâd kıl,
Son nefeste dîdarın ile şâd kıl…”
diyor ve dünya halk edildiğinden bu güne açılan güllerin yaprakları adedince Kâinâtın Solmayan Gülü’ne salât ü selâm gönderiyoruz...
Essalâtü ve’s selâmü aleyke Yâ Resûlallah!
Essalâtü ve’s selâmü aleyke Yâ Habîballah!
Essalâtü ve’s selâmü aleyke Yâ Seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn!
Ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn!.. Âmîn!..
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Bakara, 2/119; En’âm, 6/19; Furkan, 25/56; Ahzâb, 33/45; Sebe, 34/28; Fetih, 48/9-10; Fâtır, 35/23
[2]Bakara, 2/119; Hûd, 11/2; Hicr, 15/89; Hac, 22/49; Furkan, 25/56; Fâtır, 35/24; Sebe, 34/28; Sâd, 38/65; Ahkâf, 4
[3]Ahzâb, 33/45, 46; Fetih, 48/9-10
[4] Nahl, 16/89; Nisâ, 4/41; Bakara, 2/143; Ahzâb, 33/45
[5] İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, XII, 418, Hadis Nu: 4368
[6] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 402
[7] İmam Gazâlî,İhyâ-i Ulûm-id-dîn, II, 18
[8] Ebû Dâvûd, Sünnet 3
[9] Tirmîzî, Kıyâmet 51;Buhârî, Edeb 31, 85
[10] Ebû Dâvûd, Edeb 11; Tirmîzî, Birr 35
[11] Müslim¸ Fedâil 60; Tirmîzî¸ Birr 16
[12] Âl-i İmrân, 3/103; Hucurât, 49 /10; Mücâdele, 58/ 22; Şeyhe Muhammed Emin Erbilî, Tenviru’l-Kulub’tan Tasavvufî
Sohbetler ,43
[13] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Aşk, 51
[14] İnşirâh, 94/6
[15] Ali Ulvi Kurucu, Gümüş Tüller ve Alevler, Doğmazdı Kalbe, 89
[16] Hâkim, Müstedrek, II, 615; Beyhâkî, Delâilü’n-Nübüvve, V, 489 (Beyhâki’ye göre bu hadis zayıftır.); İmâm-ı Rabbânî,
Mektûbat, III, 122. Mektup; Said-i Nursî, Emirdağ Lâhikası, 153; Aliyyü’l-Karî, Şerhü’ş-Şifâ, I, 6; Aclûni, Keşfü’l-Hafâ,
II, 164, 214 (Kütüb-i Sitte’de yer almayan bu hadis hakkında Aliyyü’l-Karî ve Aclûnî gibi birçok İslâm âlimi de; “Bu
hadis mevzû, fakat mânâ olarak doğruluğu kesindir.” demiştir.)