Ayaklar Altına Alınan Ses Bayrağımız
Bir milletin tanımını yaparken her şeyden önce “aynı dili konuşan” diye başlanır cümleye. Çünkü dil, milleti meydana getiren millî kültürün ve millî duygunun taşıyıcısı, aktarıcısı; millî varlığın, birliğin ve kültürün temeli ve teminatıdır.
Bizi kimliğimizle birlikte geçmişten günümüze taşıyan, günümüzden de geleceğe taşıyacak olan en önemli varlığımız dilimizdir. Tarih dillerini kaybettikten sonra baskın kültürlerin egemenliğinde benliklerini de kaybederek tarih sahnesinden silinen veya sömürge devleti olarak hayatını devam ettiren milletlerin hikâyeleriyle doludur.
Türkçe, dünyada kullanılan 5000 civarında dil arasında en çok konuşulan 5. büyük dil olması bakımından bir dünya dili olarak bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. Türkçe bugün, Kuzey Buz Denizi’nden başlayıp Hindistan’ın kuzeyine, Çin Halk Cumhuriyeti’nden başlayıp Avrupa’nın en uç noktasına kadar yaklaşık 12 milyon kilometrekarelik bir coğrafyada 220.000.000 kişi tarafından konuşulmaktadır. 600 bini aşkın söz varlığı olan bu zengin dilin 100’e yakın ülkede öğrenimi yapılmaktadır.
Bir bireyin hangi millete ait olduğu ya taşıdığı bayraktan ya da dilinden anlaşılır. Bayrak da dil de bir milletin en önemli sembolüdür. Dil, ses bayrağıdır. Onu yüceltmek, ona saygı göstermek ve zenginleşmesi için çaba göstermek her ferdin millî görevidir. Ne yazık ki zengin ve güzel Türkçemiz, bugün tarihinin en zor günlerini yaşamaktadır. Sömürgeci güçlerin bayrağını gönderden indirerek ay yıldızlı bayrağımızı dalgalandırıp bize bağımsız bir ülke bırakan atalarımıza karşın bizler, ses bayrağımızı ayaklar altına almakta, kültür emperyalistlerinin ses bayraklarını dilimizde, evimizde, üstümüzde, en büyüğünden en küçüğüne kadar iş yerlerimizde dalgalandırmaktayız. Türkçemiz bu vefasızlık, bu nankörlük, bu şuursuzluk, bu duyarsızlık karşısında elleri kolları bağlı bir arslan gibi çaresiz bir şekilde kan kaybetmektedir.
Bugün Türkçemiz yabancı kelime özentisi nedeniyle “öz yurdunda garip” konumuna düşürülmüştür. “Show-room”larda “sale”ler, “chicken house”lerde “menü”ler, “outlet center”lerde “sleem feet” giysiler gözlerimizi yaşartmıyor, kamaştırıyor. Fakat özenti çılgınlığı, daha doğrusu bilinçsizliği, sınır tanımıyor. Artık yabancı dilden alınan kelimelerin Türkçe söylenişleri de özenti hastasını tatmin etmiyor. Mesela “kuaför” biçiminde bir ad vermek ona göre “demode”dir. “Cuaffour” biçiminde yazmalı ki ne kadar yenilikçi ve entel olduğu belli olmalı, dükkânı Fransız müşterileriyle dolup taşmalı. Kart, kafe diye telaffuz edilmeli ama “cart”, “cafe” şeklinde yazılmalı. Hatta Türkçeyi bozmak için bir adım daha atıp Türkçe kelimeleri de İngilizce gibi yazmalı: Vishne, dönerchi, börekchy, pacha… gibi.
Ne yazık ki, popüler kültürden en az etkilenmesi gereken ilimiz Kahramanmaraş’ta da bu özenti ve bilinçsizlik başını alıp gitmektedir. Bir aile için yurt sayılan evlerin, apartmanların isimlerine bakar mısınız? Adeta Türkçe olmayan kelime koyma yarışı içindeyiz. Yeni açılan iş yerlerinin levhalarında Türkçe isimlere rastlamak tesadüfe kalmıştır. Bir yabancı turistin ancak yolunu şaşırarak gelebileceği şehrimizin cadde ve sokaklarındaki işyeri levhaları sanki Amerikan, İngiliz veya Fransız şehrinin bir kopyası izlenimini veriyor. Dilinden utanan bir toplum görüntüsü içindeyiz.
Bu çılgınlık ilimizin isminin “Marash”, Ökkeş’in isminin “Occash” biçiminde yazılmasına kadar ulaşmıştır. Kahramanlar, şair ve yazarlar kenti olarak adlandırdığımız Kahramanmaraş, kültür emperyalizmine hiç direnç göstermeksizin teslim olmaktadır.
Biliyoruz ki dil, ancak sevdirilerek ve dil bilinci oluşturularak korunabilir. Ancak bireysel çıkarlarını millî çıkarların önünde tutan bazı bireylerin ancak yaptırımlardan anladığı da bir gerçektir. Bu durumda Belediye, Ticaret ve Sanayi Odası, Esnaf Odaları gibi kurum ve kuruluşların Türkçe olmayan işyerlerine ruhsat verme konusunda tavır geliştirme veya levhalarla ilgili vergilerde Türkçe lehine ayrımcılık yapılmasına yönelik çalışmalar yapmalıdırlar. “Dil” dernekleri levha dernekçiliği yapmak yerine toplumu bilinçlendiren etkinlikler düzenlemelidir. Sınıf ve Türkçe öğretmenleri dilbilgisi öğretmenliği, edebiyat öğretmenleri de edebiyat tarihçiliği yapmak yerine önce dil bilinci uyandırmakla sorumlu olduklarının farkında olmalıdırlar.
1930’lardan 1980’lere kadar yürürlükte olan 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nun 21. maddesi, çeşitli işyerlerinin kapılarına asılacak levha ve tabelaların Türkçe olmasını şart koşmaktaydı. Bu yasanın yeniden uygulanması için bütün sivil toplum kuruluşlarının ve vatandaşların kamuoyu oluşturmaları hayırlı sonuçlar doğuracaktır.
Atatürk’ün başkanlığında toplanan Türk Dil Kurultayı’nın 81. yıldönümü münasebetiyle kutlanan Türk Dil Bayramı’nı, bayramı gurbette geçiren garip bir vatandaş duygusuyla idrak ederken, günün özenti hastalığından kurtulmamız için uyarıcı rol oynamasını diliyoruz.
BİLSEK YÖNETİM KURULU ADINA
Ramazan AVCI