Türkiye’de, üniversite serüveni 1863’te kurulan Dârülfünunla başlamıştır. Üniversite anlamına gelen Arapça kökenli bir kelimedir ve İstanbul üniversitesinin ilk adıdır. Ülkemizde bir elin parmaklarını geçmeyen üniversite sayısı özellikle 1970’li yıllardan sonra Anadolu’daki şehirlerde üniversitelerin kurulmaya başlanmasıyla yaygınlaşmıştır. Bu arada ilk vakıf üniversitesi olarak Bilkent 1984 yılında kurulmuştur.1992’ye kadar 29 olan üniversite sayısı bu yıl kurulanlarla birlikte 53’e yükselmiştir. 2006 yılında her ile üniversite kurulması ve 2018’de ise Anadolu şehirlerinde ikinci üniversite kurulması sayısı günümüzde 131’i devlet olmak üzere toplam 209 üniversiteye ulaşmıştır.

 

Bildiğiniz üzere geçenlerde YÖK’ün aldığı bir kararla YSK’nin ilk basamağı olan TYT için 150-180 barajı sıfırlandı. Böylece birkaç net yaparak puanı hesaplanan adaylar tercih yapabilecek. Üniversite sınav barajının kaldırılmasına gerekçe olarak, öğrenciler üzerindeki sınav baskısının kaldırılması ve gençlerin yükseköğretime daha fazla erişim sağlanmasının amaçlandığı belirtildi. Sınav barajının kaldırılmasının belirtilen bu iki hedef açısından kısa ve uzun vadede çeşitli sonuçları olacaktır.

Eskiden toplumun küçük bir kesimi üniversite okuyabiliyorken, bu oran günümüzde hayli yükselmiştir. Şöyle ki ülkemizde lisans mezunu sayısı 10 milyona dayanmış ve yükseköğretimin geniş kesimlerin erişimine açılmıştır. Bu anlamda, genç nüfuslarının %50′sinden fazlasının yükseköğretime erişiminin sağlandığı ülkelerde yükseköğretimin kitleselleştiğini söylemek mümkündür. Bu durum bir açıdan gelişme ve avantaj olarak değerlendirilebilir. Bunun ülkelere sağladığı avantaj ise yüksek nitelikli insan kaynağına sahip olmaktır. Ancak burada yükseköğretimin kalitesi gündeme gelebilir. Niceliğin yanında nitelik konusunda aynı şeyi söyleyemeyiz.  

Avrupa ülkelerinde ise yükseköğretimin kitleselleşmesi açısından %50 üzerinde olan ülkeler Litvanya, İzlanda gibi nüfusu az olan ülkelerdir. Nüfusu fazla olan Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde bu oran % 50’nin altındadır. Bu arada Türkiye’nin de gerisinde olan bir ülke var ki o da İtayla.

2021 yılı itibariyle üniversite okuyan öğrencilerin sayısı yaklaşık 8 milyon öğrencinin , % 90’ı devlet, okullarında öğrenim görmektedir. 70 civarındaki vakıf üniversitelerinin öğrenci sayısı ise 600 bin civarınadır. En fazla örgün öğretim öğrencisi İstanbul üniversitesinde (108 bin), en fazla yaygın eğitim öğrencisi ise, Eskişehir Anadolu üniversitesinin açık öğretim sisteminde (2 milyon 400 bin) öğrenci bulunmaktadır.

Gerekçe; Türkiye’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon adayın sadece 800 bin civarı üniversitelere yerleşmektedir. Ancak buna rağmen 300 binden fazla boş kontenjan kalmaktadır.

Beklenen Sonuçlar;

  • Bu uygulama ile kontenjanlar dolacaktır.
  • Böylece taşralara kurulan ve atıl halde olan bölümler ile az tercih edilen bölümler faal hale geçecektir.
  • Yöre ekonomisi canlanacaktır.
  • Vakıf üniversitelerine taze kan olacaktır.
  • Ama kaliteyi koruyamama ihtimali var.
  • Pandemi nedeniyle iyi eğitim alamamış yüzbinlerce aday için olumlu olacaktır.
  • Geçici koruma ve sığınma statüsündeki adayların yerleşimi ve uyumuna katkı sağlayacaktır.
  • Türkiye’nin üniversite mezun oranı ve eğitim seviyesi artacaktır.

Bu gençlerin mezun olduğunda iş bulmaları hiç te kolay olmayacaktır. Ancak şunu da unutmayalım ki; zaten tıp fakültesi dışında mezunlarına iş garantisi veren başka bir bölüm de bulunmamaktadır. Artık diploma değil yetenek ile iş bulmak daha yaygın hale gelmiştir. Sonuçta zaten düşük olan yükseköğretim seviyesi daha da aşağılara inecektir. Kanımca bu uygulamanın sonucunda yükseköğretimde nicelik olarak yerleşme ve mezun oran artarken, nitelik olarak ise ‘hak getire’ durumuna düşülecektir. 

Evet, eğitimin yaygınlaşması, eğitim seviyesinin yükselmesi için tedbirler alınmalıdır. Ancak bu yapılırken son derece düşük netler yapan öğrencileri akademik eğitime zorlamak yerine, daha iyi bir planlama ile gençleri mesleki yükseköğretime yönlendirmek daha uygun olacaktır. Küçük kentlere, taşra ilçelerine yüksekokul açılmasın demiyorum. Ancak açılacaksa bu bölümler öncelikle o yörenin ihtiyaçlarıyla doğrudan bağlantılı ve ülke genelinde ihtiyaç duyulan alanlarda mesleki eğitim veren okullar olmalıdır. Bu arada da tercih edilmeyen tüm bölümlerin derhal kapatılması ve/veya dönüştürülmesi gerekmektedir. Böylece yükseköğretim mezunu oranı artarken, işsizlik oranının da artmasının önüne geçilebilir.

Dr. Nurullah KILINÇ