Yıl 1972, ülkemizin sanayii dalında yeni hamlelere hazırlandığı yıllar. Bu kervana bâzı Elbistanlı müteşebbisler de, bir un fabrikası ile katılmak isterler ve böylece Elbistan’a, bir un fabrikasının kurulmasına karar verirler.

 

Daha sonra Çekoslovakya’dan un fabrikasının makineleri getirtilir ve eski çarşı karakolu civarında ki bir yere indirilir. Fakat ortaklar arasında her nedense bir anlaşmazlık çıkar, makineler ortada kalır…

 

O günün ilçe kaymakamı Mustafa Oruçoğlu, her ne kadar devreye girerek problemi çözmeye kalkışsa da bir sonuç alamaz. Yeni ortaklar aranır, kimse talip olmayınca fabrikanın makinelerinin satışına karar verilir…

 

Kayserili iş adamları da bu makineleri satın alarak, un fabrikasını kendi illerine kurarlar. O fabrika hâlen Kayseri’nin bir beldesinde (Kalaba İlçesi’nde) , verimli bir şekilde un üretimini sürdürmekte…

 

Bu olayı bilen bâzı kişilerin iddialarına göre, -pek de inanmak istemiyorum ama- o zaman ilçemizde böyle bir un fabrikasının kurulmasına bâzı amele çalıştıranlar karşı çıkmışlar. Hem de gerekçeleri oldukça ilginç; şöyle ki, “eğer bu un fabrikası ilçemize kurulursa, burada çalışacak işçiler yüzünden, amele fiyatları yükselir, ucuz işçi bulmakta zorlanırız…”

 

İşte bencilliğin, kıskançlığın, hasisliğin, fakirin ekmek yemesini istememenin daniskası…

Bu olmuş bitmiş olayı niye anlatıyorsunuz diye düşünenler olabilir? Bu olayı şu anlatacağım kıssa ile birlikte düşündüğümüz zaman, nasıl bir insan tipinin ortaya çıkacağına varın siz karar verin.

Bir gün Hz. Mûsa, Tûr-u Sinâ’ya giderken bir köylüyle karşılaşır.

Köylü, Hz. Mûsa’ya derki, “Ne olursun benim için Rabb’inden bir merkep iste…”

Hz. Mûsa’da köylünün bu isteğini kabul eder ve Rabb’ine iletir.

Dönüşte köylü, “İsteğimi Rabb’ine ilettin mi? ” der.

Hz. Mûsa, “Durumu Rabb’ime ilettim, istediğin kabul edildi. Ancak Rabb’inin senden bir isteği var. Komşunun bir tane merkebi varmış, ona bir merkep daha vermesi için duâ edecekmişsin…” der.

Köylü, Hz. Musa’ya cevaben; “Olmadı yâ Mûsa; ben onun bir merkebinin olmasına dahi tahammül edemiyorum, eğer komşumun iki merkebi olursa kahrımdan çatlar, ölürüm! …” demiş.

 

*

Daha Hz. Âdem yaratılmamıştı İblis, Hz. Âdem’i kıskanmadı mı?

Yeryüzündeki ilk kan (Hâbil-Kâbil) kıskançlıktan akmadı mı?

Hz. Yüsuf’u, kardeşleri kıskançlık yüzünden kuyuya atmadılar mı?

Yapılan bir çok ihtilâllerin temelinde yatan duygu, kıskançlık değil mi?

Bu duygu daha çok siyâsette, ticârette ve sanatta hat safhâya çıkmamış mıdır?

 

O halde mânevi bünyemizin en tehlikeli mikroplarından biri olan “kıskanç”lık duygusunu bir tarafa atarak, yerine “gıpta”yı koymak en akılcı bir iş sayılmaz mı? …

Sâhi, dün kıskançlık duygusu vardı da, bu gün yok mu oldu dersiniz? Neden birbirimizle geçinemiyoruz, neyi paylaşamıyoruz, şu üç beş günlük dünyada? Mal için… Makam için…

 

“Mal da yalan, mülk de yalan

Var biraz da, sen oyalan…”

“Mal sahibi, mülk sahibi

Hani bunun, ilk sahibi…”

 

İşte hepimizin muhtaç olduğu gönül şablonu; “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz…”

Bir kutsi söze göre; “İmrenmeye lâyık iki kişi vardır”. Bunlardan birincisi Allah’ın vermiş olduğu malı, verenin rızâsını kazanmak için harcayan, diğeri ise Allah’ın vermiş olduğu ilmi, O’nun yolunda kullanandır. Keşke ben de öyle zengin olsam, keşke öyle ilim sâhibi olsam diye imreneceksin, fakât asla kıskanmayacaksın…

Kıskançlıkta; benim yok, onun da olmasın, gıpta da ise; onun var, benim de olsun duygusu hâkim.

Zîra, kıskançlık haram, gıpta etmek ise câizdir…

Kıskançlığın gıptaya dönüştüğü, sevgiyle hoşgörünün kucaklaştığı, güzel günlerde buluşmak dileğiyle…