Mavi Düşlerin Şairi Ertuğrul Karakoç da Hakk’a Yürüdü-Serdar Yakar
“Ola ki bir gün barıştan söz edelim
Denizlerden, şiirden, aşktan
Çocuklardan söz edelim bayram sabahlarında
Ola ki bir gün sevgiden söz edelim
Elimize silah almadan”
Mavi düşlerin şairi Ertuğrul Karakoç tam da sevgiden söz etmeye ihtiyacımızın doruk noktaya çıktığı bir anda apansız ayrılıverdi aramızdan. Sevgi ve memleket meselelerinde yolu şair baba Ümmet Hoca’nın yoluydu, tıpkı ağabeyleri Bahaettin ve Abdurrahim Karakoç gibi. Ama onlardan ayrı bir üslup ve ayrı bir yol takip etmişti. Güçlü bir nefesle kendine bambaşka bir yol seçmiş ve 79 yıllık ömründe o yolun savunucusu olmuştu.
Cela (Ekinözü)’nın Ümmet Hocası’nın Bahaettin, Abdurrahim ve Osman’dan sonra dördüncü evladı olarak 1936’da dünyaya gelmişti. Beş kardeşin dördüncüsü idi ve beşi bir yerde şair Ümmet Hoca’nın şair evlatları idiler.
Birinci evlat Bahaettin Karakoç okumak için yollara düşerken ikinci ve üçüncü evlat baba ocağını beklemiş, dördüncü evlada da yollara düşmek kalmıştı.
İlkokulu köyünde okuyan Ertuğrul Karakoç ortaokulu Elbistan’da okur ve lise eğitimi için Gaziantep Öğretmen Okulu’na kaydolur. Genlerde var olan şairlik gurbette daha bir depreşir. Tıpkı babası ve ağabeyleri gibi kağıt ve kaleme sığınıp şiirler yazar. Av. Hulusi Yetkin’in çıkarttığı dergide sanat danışmanlığı yapar. Yine de bu çabalar onu tatmin etmez. Henüz lise öğrencisidir ama bir gün arkadaşı Cuma ile ağabeyi Bahaettin Karakoç’un kapısını çalarak “Abi ben bir dergi çıkartacağım” der. Abisinin kapısını çaldığı an aslında çıkartacağı derginin adını da koymuştur. “Ozan”. Ağabeyin yardımcı olmaktan başka bir seçeneği yoktur. Bu noktada “Ozan”ın çıkışı ile ilgili olarak Bahaettin Karakoç şunları söylemektedir: “Ben derginin kapak kompozisyonunu hazırladım, klişesini yaptırdım. Zaman zaman da hikaye ve şiirle katkıda bulundum.”
İlk şiirlerini Gaziantep’te okuduğu lise yıllarında, 1953’de yayınlayan Ertuğrul Karakoç ilk kitabını da yine o yıllarda Gaziantep’te yayınlar. “İlk” ismi ile yayınlanan bu ilk şiirler 1956’da Gaziantep Yüksek Tahsil Okutma ve Kültür Derneği’nin yayını olarak neşredilir. İkinci ve üçüncü kitaplar “Kan Ağrısı” ile “Altay Türküsü” on yıl aradan sonra 1966’da ard arda yayınlanır. Antoloji olarak hazırlanan “Yurt Güzellemesi” 1988’de yayınlanırken son şiir kitabı olan “Turnama Ağıt Yakamam”da yine onyıllık bir aradan sonra 1998’de yayınlanır.
Yazı ve şiirlerinin yayınlandığı dergiler; Ozan, Alev, Gaziantep Kültür, Ocak, Meşale, Su, Ilgaz, Kök, Kavşak, Zeren, Elif, Hareket, Varlık, Çaba, Çele, Kumru, Çağrı, Doğuş, Dolunay, Genç Kuşak, Hisar, Kültür ve Sanat, Milli Kültür, Meltem, Türk Edebiyatı ve Şölen’dir.
Çok farklı dergilerde şiirler yayınlayan Ertuğrul Karakoç’un şiiri için Ağabey Bahaettin Karakoç şu yorumu yapmaktadır:
“Varlık’ta yazardı. Daha başka sol tandanslı dergilerde de yazardı. Ama özünde milliyetçilik duygusu oksitlenmez bir maden idi.
Halim Yağcıoğlu diye bir edebiyat öğretmeni vardı. İyi bir edebiyatçı idi. Ertuğrulu da çok severdi. Ertuğrul’un bazı yazılarına ben karşı çıktığımda müdahale etmememi istedi. Ben müdahale etmiyordum, kardeşimin yanlış yolda bir çığır açmasını istememiştim. O ne yaptıysa yüreğim titreyerek takip ettim.
Kardeşim Abdurrahim’e de Ertuğrul’a da şiirde tekdüzeliğe düşmemeleri için önerilerde bulundum. Abdurrahim’in ünü sokaklara taştı. Partilerin slogan şiirleri ile işleri götürdü. Ama sokakların egemenliği bittiği zaman ortada yapayalnız kalırsın. Tavsiyelerime uydu güzel inanç şiirleri ve aşk şiirleri de yazdı.
Abdurrahim de Ertuğrul da beni hiç kırmadılar. Hiç birisine hangi dergide yayınlanırsa yayınlansın müdahale etmedim. İkisine de o dönemde sorsanız ikisi de üstün şair olduklarını hali ile söylerlerdi. Beni beğenmezlerdi. Ben gülerdim, haklı olarak gülerdim. Tenekeden çelik üretilmeyeceğini, tenekeden yapılan bıçağa gök mavisi çelik suyu verilemeyeceğini örnek verirdim.”
Türkiye’de çıkan tüm dergileri takip ederek bunları kardeşlerinin de okumasını sağlayan Bahaettin Karakoç, Ertuğrul Karakoç’un şiirlerine değer verir. Hatta son şiir kitabını sahibi olduğu Dolunay Yayınları arasında yayınlar.
Ertuğrul Karakoç da şiiri önemseyen bir şair olarak Bahaettin ve Abdurrahim Karakoç’un şiirlerinden etkilendiğini, ancak onlar gibi olmak istemediğini, kendisinin Ertuğrul Karakoç olmak istediğini, ağabeyleri ile üsluplarının farklı olduğunu açık yüreklilikle söyleyerek “Ben Bahaettin abim gibi de olmak istemedim, Abdurrahim abim gibi de olmak istemedim. Ben ben gibi olmak istedim” demektedir.
Gaziantep’te okuyup Gaziantep’e damat olan ve uzun bir süre de burada görev yapan Ertuğrul Karakoç’un evlilik sürecini Ağabey Bahaettin Karakoç kendine has üslubu ile şu cümlelerle anlatıyor:
"Okulda anlaştığı kız arkadaşı ile daha talebe iken evlenmeye karar verdi. Gaziantep’e gidip kızın ailesi ile görüştüm. Kabul ettiler. Orada ben patavatsız bir söz ortaya attım. “Kız ile oğlan bu işi kendi aralarında çözümlemişler” dedim. Buna müthiş alındılar. Evlendikleri tarihten bugüne Ertuğrul eşinden başka hiçbir kadına bakmadı. Her zaman söylerim Ertuğrul kardeşim diye söylemiyorum namus hususunda hepimizi yollarda ekecek boyutta bir namus timsali idi.
Evlenmek için hazırlık yaparken Ertuğrul’un tayini Hakkari’ye çıktı. Ben hemen resmi nikahı yapıp bu tayini durduralım, dedim. Bu önerime rağmen evlilik meselesini tavsıtır gibi oldular. Ertuğrul’a acele eğitim enstitülerinden birine gir bir edebiyat öğretmeni ol dedim. Dediğimi yaptı. Necatibey Eğitim Enstitüsü’ne kaydoldu ve oradan mezun oldu. Evlilik meselesi de yoluna girdi diğer işler de...”
Öğretmen olarak başladığı meslek hayatını çeşitli orta dereceli okullarda müdürlük yaparak devam ettirdi. Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı ve Milli Eğitim Müdürlüğü yaptı. Bir ara Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatlarında da çalıştı ve Başmüfettiş olarak 2001’de emekli oldu. Adana’yı kendine mesken tuttu.
Gaziantep’te yayınlanan “Kumru” dergisinin 2013’de kendisi ile yaptığı bir söyleşide, Türkiye’de üç çeşit şair olduğunu belirterek şunları söylüyordu:
“Türkiye’de üç çeşit şair vardır. Bunlar; kendini şair sananlar, gerçek şairler ve şiir sevdasında olanlar.
Hece şiiri yazmak hem kolay hem zor, batı etkisinde serbest şiir yazan iyi şairlerimiz var, ama hep de iyi değil” der ve bir örnek verir:
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.
Yıkadılar aldılar, götürdüler,
Ummazdım babamdan bunu
Kör oldum”
Ertuğrul Karakoç bugünlerde “Şiirin Başkenti” olarak tanınmaya başlayan Kahramanmaraş’tan çok şair çıkması ile ilgili de görüş belirterek Karacaoğlan’a sahip çıkmamızı belirtir ve şunları söyler:
“Bahaettin abim yazdığı “Emmideşim Karacaoğlan” isimli makalede Karacaoğlan’ın bizim sülaleden olduğunu savunur. Bu makaleye karşı kimse evet veya hayır dememiştir. Bu makale tutarlıdır. Çünkü Karacaoğlan’ın kullandığı dille bizim köyde kullandığımız dil aynıdır.”
En sevdiği şairleri Turgut Uyar, Cemal Süreya, Orhan Veli ve Cahit Sıtkı Tarancı olarak sıralayan Ertuğrul Karakoç; “Şair yaptığını bilmeli, ne yapacağını bilmeli, şair bol bol okumalıdır” der ve devam eder; “Şiir bir anıttır. Şiir sıradan söz değil ki, bir şafağı vardır bir aydınlığı vardır, bir gücü vardır şiirin.”
Ağır bir hastalık geçirerek uzun süredir tedavi gördüğü Adana Balcalı hastanesinde 25 Temmuz 2015 Cumartesi günü vefat eden Ertuğrul Karakoç, ailesi, kardeşleri ve sevenlerinin omuzunda Adana Çukurova’da son yolculuğuna çıktı. “Ola ki” şiirinde; “Ola ki bir gün Çukurova’dan söz edelim” demişti. Biz de 26 Temmuz Pazar günü o güzel insanı toprağa verip Çukurova’dan söz ettik dostları ile...
Gözü yaşlı Bahaettin ağabeyin dönüş yolunda söyledikleri düşündürücü idi:
“Az gittik uz gittik, anladık ki hayat bir şeye benzemiyor. Önce Abdurrahim’i toprağa verdik. Bugün de Ertuğrul’u toprakla buluşturduk. Mezarı başında Kur’an okunurken düşündüm ki bu dünya için ne ağlanır, ne gülünür. Çalar çarpar zengin olursun, bunu egemenliğin bir gereği sanırsın, kesinlikle değil. Tüm o çalıp çırptıkların ayaklarına pranga olur. Sanatçı hür olmalıdır. Hür düşünmedikçe, hür algılamadıkça noksanlıdır. Bundan arınmak gerek.
Sanatçı başucuna dikilen mezar taşının yerine sevgiyi dikmedikçe hepsi fani, hepsi boş.”
Avşar ellerinin göç eylediği Kabasakal mezarlığı dönüşü “Ola ki” şiirini okumanın da tam zamanı idi:
“Ola ki bir gün barıştan söz edelim
Denizlerden, şiirden, aşktan
Çocuklardan söz edelim bayram sabahlarında
Ola ki bir gün sevgiden söz edelim
Elimize silah almadan
…
Ola ki bir gün denizden söz edelim
Maviliklerden, balıklardan pul pul
Sıcak ülkelerden, dostluktan, kardeşlikten
Avuçlarımızda gün ışığı pırıl pırıl
Ola ki bir gün sizden söz edelim
Bakışlarımıza kin dolmadan
…
Ola ki bir gün kırlangıçlardan söz edelim
Gelinlik kızlardan telli duvaklı
Yorgun askerlerden, avuçlarında zeytin dalı
Ak çeşmelerden söz edelim cığıl, cığıl akan
Ola ki turnalardan söz edelim
Avcılar uyanmadan
…
Buğday başaklarından söz edelim
Konya Ovasından, Harandan
Seyhan’dan söz edelim, Karacaoğlan’dan
Erzurum’da Emrah olalım, Sivas’ta Veysel
Ola ki bir gün Çukurova’dan söz edelim
Kalksın göç eylesin Avşar elleri
…
Ola ki bir gün kapım sabah rüzgarlarına açıla
İçime siz dolasınız
Bir bardak ayran içelim birlikte
Elleriniz ellerimde
…
Ola ki bir gün mavi düşlerden konuşalım
Silahların sustuğu cephelerden
Pamuk tarlalarından söz edelim
Pirinç tarlalarından
Ola ki türküler söyleyelim birlikte.
Rahmetle anıyoruz. Ruhu şâd olsun.
Serdar YAKAR