BİR CUMHURİYET OSMANLISI: EROL GÜNGÖR

BİR CUMHURİYET OSMANLISI: EROL GÜNGÖR
İLMİYLE ÂMİL, ÎMANIYLA KÂMİL YERİ DOLMAYAN BİR BÜYÜK ÂLİM,GERÇEK BİR MÜTEFEKKİR VE “ALTIN BEYİNLİ” BİR MİLLÎ MÜRŞİD, BİR CUMHURİYET OSMANLISI: EROL GÜNGÖR O; sosyal hâdiselere ilmî bir pencereden bakmış,...

İLMİYLE ÂMİL, ÎMANIYLA KÂMİL YERİ DOLMAYAN BİR BÜYÜK ÂLİM,

GERÇEK BİR MÜTEFEKKİR VE “ALTIN BEYİNLİ” BİR MİLLÎ MÜRŞİD, BİR CUMHURİYET OSMANLISI: EROL GÜNGÖR

 

O; sosyal hâdiselere ilmî bir pencereden bakmış, önyargılara, tabulara ve ideolojik dayatmalara hiçbir zaman iltifat etmemiş, ‘İlâhî kurallar dışında tartışılmayacak hiç bir mesele yoktur’ düşüncesiyle hareket etmiş, içtimâî mevzûlarda ve fikrî meselelerde sıradan görüşleri, bilinen düşünceleri tekrar etmeyip “yeni şeyler” söylemiş ve bakış açımızı ufuk çizgisinin çok ötelerine taşımış olan fikir dünyamızın Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, turkuaz düşünceli ve ömrü ikindi güneşi gibi kısa olsa da, ilim gölgesi çok ihâtalı ve çok uzun olan “Altın beyinli bir adam”[1]dı.

O;  öğrenme aşkı, okuma azmi, çalışkanlığı, üretkenliği, ilmî derinliği, irfânî kültürü, terkip yeteneği ve analitik düşünme kabiliyetiyle “âlim” sıfatını kâmil mânâda hak etmiş; birçok alanda çok kıymetli eserler vermiş, en ağır felsefî meselelerde bile fikirlerini son derece anlaşılır ve gâyet net ifâdelerle dile getirmiş ve bütün bu üstün özellikleri dolayısıyla da Türk düşünce tarihinde çok önemli bir köşe taşı olmuş mütefekkirlerin hasıydı.

O; Ahî Evran’ın memleketinde dünyaya gözlerini açmış, Horasan Erenlerinin rûhâniyetinden feyz alan ulemânın rahle-i tedrisinden geçmiş, Yunus Emre’nin ayak izini takip ederek Kızılırmak vâdilerinden su içmiş, edebiyat ve mûsikî gibi sanat dallarıyla da iştigal ederek gönül dünyasını tezyîn etmiş, böylelikle fikir ve sanatı inanç değerleriyle yoğurmuş olan bir Yesevî tuğrasıydı.

O; dedesinin Ahî tekkesinin son şeyhi olması hasebiyle dînî hayatın ve tasavvuf neşvesinin soluklandığı bir âilede yetiştiği, “İkra’[2] (Oku!) emr-i İlâhî’sini bir ömür rehber edindiği, “Nun ve’l-kalemi vemâ yesturûn.”[3] (Kaleme ve yazdıklarına yemîn olsun.) Âyet-i Kerîmesi mûcibince Kalem’in yazdığı her harfi mukaddes gördüğü, Osmanlı irfânını devam ettiren çok kıymetli âlimlerin eğitiminden geçtiği ve âriflerin sohbet sofralarına bağdaş kurduğu için; çoraklaşan düşünce iklimimize kalemi ve kelâmıyla rahmet olmuş ve çöle dönmüş tefekkür dünyamızı yeşertmiş bir fikir vâhasıydı.

O; Anadolu’nun yüreğinden yola çıkmış, ilim tahsili edip  irşâd olmak için “Âsitâne-i Saâdet”e, yâni ulemânın merkezi şehr-i İstanbul’a şehbâl açmış, çeşitli Batı ülkelerinde sosyal psikoloji alanındaki eğitimini tamamlamış, bilâhare Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkentindeki üniversitede rektörlük yapmak üzere Mevlânâ diyârına göçmüş, milletine hizmeti ibâdet bildiği için, 35 yaşında kalp krizi geçirip by-pas olmasına, “göğsünde fitili çekilmiş bir bomba” taşımasına rağmen gece-gündüz demeden çalışmış, 7-8 ay süren kısa rektörlük devresinde Selçuk Üniversitesi’ni hem fizîkî, hem de akademik bakımdan 4-5 kat büyütüp geliştirerek tam bir ilim-irfan yuvasına çevirmiş dört başı mâmur bir idâreci ve başlı başına bir ilim şûrasıydı.

O;  akademik kariyerini yaparken, üniversite duvarlarının dışındaki hayattan hiç kopmamış, kültür hayatının çok canlı olarak yaşandığı -Marmara Kıraathanesi gibi- mahfillerle ve irfan mektepleriyle irtibâtını hiç kesmemiş, fildişi kulelerden fikir serdetmemiş, milletiyle arasına aslâ duvarlar örmemiş,  toplumla iç içe yaşamış; insânî güzelliklerimizi, İslâmî değerlerimizi, millî hasletlerimizi ve ilim adamı olmanın bütün özelliklerini şahsında kâmilen tebellür ettirdiği için çok sevilmiş,  vefâtının ardından cenâze merasimi için büyük bir konvoyla İstanbul’a gelen kadirşinas Konyalılar tarafından gözyaşları içinde “Câmideki Rektör” diye isimlendirilmiş ve herkesin gönlünde taht kurmayı başarmış bir üniversite hocasıydı.

O; rûhunu İslâm’ın nûruyla aydınlatmış, gönlünü “Gül” aşkının sonsuz güzellikleriyle şekillendirip Uluğ Türkistan’ın irfan ışığıyla telvîn etmiş, yüreğini Türk kültürüyle ayağa kaldırmış, zihnini; ilim, îman ve tefekkür ateşiyle kıyama durdurmuş;  asırlardan beri Îlâ-yı Kelîmetullah Sancağı’nı taşıyan, ancak son iki asırdır inkıraz yaşayan Türk milletinin istikbâline ve medeniyet muhacirliğinden kurtuluşuna dâir ciddî fikirler üretmiş, ilmî çözüm yolları göstermiş ve eserleri kaynak kitap olarak yıllar yılı okunmuş olan ilmiyle âmil, îmanıyla kâmil bir büyük âlimdi.

O; sosyal çalkantıların yoğun olarak yaşandığı Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş döneminde milletimizin ve devletimizin geçirdiği değişim ve dönüşüm süreçlerine ilmî tahliller yapmış, milleti millet yapan aslî unsurların, devletin temel değerleri haline gelmesi için göz nûru, akıl ve gönül teri dökmüş, “Türkiye’de millî bünyeyi kuvvetlendirecek tedbirler üzerinde”[4] çalışmış, ilmini ve mesâisini millî kültürün tahkîm edilmesi, tarih şuurunun yerleştirilmesi ve Türk milliyetçiliğinin irtifâ kazanması hususlarına vakfetmiş, hayâtı boyunca ilmî ve fikrî çizgisini değiştirmemiş, inandığı gibi yazmış, düşündüğü gibi konuşmuş, söylediği gibi yaşamış, “akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm” sâhibi bir âlim olarak akademi dünyamıza ve fikir semâmıza “şems-i asr” olmuş dâhî bir filozof ve ‘Bir Cumhuriyet Osmanlısı’ydı.

O; din, kültür, medeniyet, milliyet, muhafazakârlık, kültür değişmesi, modernleşme, Batılılaşma, tarih şuuru, gelenek, aydın-halk ayrışması, sosyal ahlâk gibi konularda -yazılmasının üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ güncelliğini yitirmeyen- çok önemli makâleler kaleme almış, asıl uzmanlık alanı sosyal psikoloji olmasına rağmen, sosyolojinin bütün disiplinlerinde tartışılmaz bir otorite olmuş, olayları çok geniş bir perspektif ve derinlemesine bir bakış açısıyla yorumlamış, en çetrefilli içtimâî meselelere; dünya çapındaki ilmî kariyeri, Batı’ya ve Doğu’ya âşina entelektüel birikimi ve millî bir bakış açısıyla kendine has tespitler ve terkipler ortaya koymuş olan gerçek bir ilim adamı, mukaddes mefkûrelere hâdim çok çaplı bir münevver, Türk ve İslâm Dünyası’nın derdiyle hemdert olmuş milliyetçi bir mütefekkir, ufuk çizgisi çok geniş bir inanç ve ülkü âbidesiydi.

O; sosyoloji sâhâsında kendisinden önceki ilim ve fikir adamlarının eserlerini çok iyi özümsemiş, onların parça parça ele aldığı konuları, hem sistematik bir biçimde incelemiş, hem de kategorik karşılaştırmalar yapmış, Batılı ilim adamlarının referans aldığı kavram ve metotlara bize âit yeni tanımlar ve yorumlar getirmiş, içi boşaltılmış ya da kargaşaya yol açmış kavramları kendi medeniyet değerlerimiz doğrultusunda târif etmiş, yarınları inşâ etmek için, geleceği düşünerek ve gelecekten hareket ederek; “Düne âit ne varsa dünde kaldı cancağızım / Şimdi artık yeni şeyler söylemek lâzım”[5]  demiş ve analitik usuller kullanmak suretiyle; Türkiye’nin tarihî gerçekleri, sosyal ve iktisâdi şartlarını göz ardı etmeden te’lif eserler vermiş, önceki yazılanları fersah fersah  aşan tahliller ve tespitler yapmış çok değerli bir sosyologdu.

O;  Türk milliyetçilerine  “Kökü mâzideki âti”[6] olabilmenin ve medeniyetimizi yeniden ihyâ edebilmenin temel şartının; “tarih şuuru”, “fikrî tefekkür ve tekâmül”, “kültürel devamlılığın sağlanması” ve “çağdaş bir Türk millî kültürü kurmak”[7]tan geçtiğini söylemiş, bunu gerçekleştirmenin ilmî metotlarını anlatmış, meslekî bilgilerini ve irfânî müktesebâtını Türk Milleti’nin ve İslâm Ümmeti’nin sosyal problemlerini teşhis ve tedâvî için sebîl etmiş, bu toprağın çocuklarının fikrî istikametini “sırât-ı mustakim” çizgisine taşımış, zihinleri ve gönülleri Tevhîd merkezli, turkuaz renkli-ebrû desenli tablolarla süslemiş “hâlis bir Türk” ve ‘mektepli bir dâvâ adamı’ydı.

O; milliyetçiliği; ‘ideolojik bir şablon’ değil, ‘kültür vasatında şekillenen sosyolojik bir gerçek’ olarak görmüş; milliyetçiliğin fikrî temellerini inanç merkezli bir kültür müşterekliği ve tarih şuuru olarak tanımlamış; iç içe girmiş ‘millet-ümmet-beşeriyet dâireleri’ni içten dışa kucaklayan içtimâî bir fikir sistemi olarak ifâde etmiş ve milliyetçiliğin “menfî” sıfatlardan kurtulması için mutlaka ‘medeniyet tasavvuru olan’ bir hareket olması gerektiğini dile getirmiş ve milliyetçilik konusunda başucu eserler vermiş yerli bir müellif ve bir teorisyendi.

O; sosyal hâdiseleri irdelerken milletlerin dünya görüşleri, coğrafyaları, ahlâk anlayışları ve hayata bakışlarıyla değerlendirmiş, Kur’ânî bir kavram olan “millet”i “inanç eksenli bir topluluk”  olarak görmüş, değişim ve tekâmül olgularını ele alırken, medeniyet ve kültür kavramlarını birbirinin mütemmim cüzü saymış, kültür ve medeniyet arasında esas îtibâriyle bir farklılık olmadığını, millî kültürlerin âit olduğu medeniyetin “hayat tecrübesi”ni yansıttığını, yâni;  milletin ve medeniyetin hayata yansıyan yaşama üslûbunun “kültür” olduğunu ifâde etmek için; “Millî kültürler bir medeniyetin çeşitli manzaralarından ibârettir.”[8] demiş ve bilinen paradigmaları hâk ile yeksân etmiş ve iz bırakan  eserlere imzâ atmış sıra dışı bir müellifti.

O; milliyetçilik anlayışını sosyolojik bakımdan tahlil ederken hem çok genel, hem çok önemli, hem de çok kuşatıcı tanımlamalar yapmış ve; “Milliyetçilik bir dış mesele olarak göründüğü zaman yerli kültürün yabancı kültüre -bütün sosyal müesseseleri de dâhil olmak üzere-  karşı çıkmasıdır. Bir iç mesele olduğu zaman ise, asıl iş memlekette millî birliğe engel olacak mahiyetteki kültürel, iktisâdî ve sosyal farklılaşmaların asgariye indirilmesidir.” [9]  ölçüsünü ortaya koymuş bir millî mürşitti.

O; pek çok eserinde; Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş serencamındaki medeniyet değiştirme vetiresindeki din, dil, tarih ve kültür sâhâlarında oluşan buhranları incelemiş; Türkiye’de uygulanan toplumsal dönüşümlerin yanlış hedefler ve tepeden şekillendirmeci metotlar ahlâk ve kültür krizi olarak nasıl yaşandığını derinlemesine tahlil etmiş, “inkılâpçılık” anlayışıyla bu değişim ve dönüşümün menfî neticeler hâsıl etmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koymuş,  Tanzimat’tan bu yana “Batılılaşma / Batıcılaşma” adı altında yaşanan; yönetim, eğitim, ilim,  ahlâk ve kültür krizini  ‘hissî’ ve ‘hamâsî’  yaklaşımların ötesinde değerlendirmiş, hep “Ne yapmalı?” sorusunu sormuş, “Nasıl yapmalı?” kısmı üzerine derinlemesine kafa yormuş kâmil bir milliyetçi ve Türk milliyetçiliği fikrini ilim ışığıyla aydınlatan modern bir filozof ve bir düşünce feneriydi.

O; Doğu irfanıyla Batı ilmini birleştirmiş, çalışkanlığı sâyesinde akademik kariyerinin en üst noktasına kısa sürede yükselmiş, yaşı genç olmasına rağmen çok önemli eserler vermiş, en verimli çağında, en çok ihtiyacımız olduğu bir devirde ve peş peşe yeşil sürgünler verdiği ve en olgun meyvelerinin başağa durduğu bir dönemde, ömrü ikindiye bile merhabâ demeden  “dünya sürgünü”nü tamamlamış, henüz 45 yaşındayken aslî vatanına sefer eylemek için yükseldiği zirvelerden ötelere kanat çırpmış ve bir anda Bekâ Âlemi’ne uçup gitmiş “Yeşil yaprak arasında” ki “kırmızı gül goncası”ydı.

O;  lise döneminden üniversite yıllarına, asistanlığından profesörlüğüne, rektörlük yaptığı devreden, son nefesine kadar hep hayırlı ve yorucu bir çalışmanın içinde olmuş, tek sâniyesini bile boşa harcamamış; hayatını mukaddes hedeflere adamış, ama ne yazık ki bu dünyadan çok erken göçmüş ve şâirin;

“Ölecek miyim, tam da söyleyecek çağımda

Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda...”[10]

dediği gibi, söyleyecek pek çok sözünü söylemeden; asıl yazması gereken kitaplarını daha yazmadan çok genç yaşta Hakk’a yürümüştü. O; çok önemli bir sosyolog olarak milletimizin, medeniyetimizin ve İslâm Dünyası’nın pek çok problemini tespit etmesine rağmen, bu sıkıntıların sosyal çârelerini yazıya dökmeye başlamış, fakat -ömrü vefâ etmediği için- tam olarak anlat/a/madan, hayatının baharında aramızdan ayrılmış, kim bilir belki de;  “Ey Sevgili / Uzatma dünya sürgünümü benim”[11] diyenlerden olduğu için “âsûde bahar ülkesi”[12] ne çok erken göçmüştü. Kader-i İlâhî neticesi o; fânî dünyada 45 yıl kalarak ömrünü tamamlamış, ama devrini tamamlamamış, bedenen kısa yaşamış, fakat eserleri ve görüşleriyle günümüzde de yaşamaya devam etmiş, ismini sosyal bilimler dünyasına ve Türk tefekkür tarihine altın harflerle yazdırmış olan; “ilim ve tefekkürde henüz eteklerine bile ulaşamadığımız muhteşem bir dağ”[13] ve bir inanç, ahlâk ve mefkûre şâhikasıydı.

O; muttakî bir Müslüman, hâlis bir Türk, kâmil bir münevver,  irfan sahibi bir mütefekkir, hakîki bir ilim adamı, sıra dışı bir sosyolog,  gerçek bir milliyetçi, büyük bir vatansever, bilge bir ülkücü olan; zihinleri ve gönülleri Tevhid merkezli, turkuaz renkli ve ebrû desenli fikirlerle kıyâma durduran, 25 Kasım 1938’de  Kırşehir’de dünyaya gelen ve 24 Nisan 1983 günü geçirdiği bir kalp krizi sonucu İstanbul’da Rahmet-i Rahmân’a kavuşan Erol Güngör’dü.

Büyük âlim Kemal Paşazâde’nin, Yavuz Sultan Selim’in 55 yaşında vefâtı üzerine, yazdığı mersiyenin beyitleri; yalnız o büyük hakânı değil, Yavuz gibi -hatta on yıl daha erken- hayâtının baharındayken Hakk’a yürüyen ve I. Selim Han için; “Bizim tarihimizde Ortadoğu’nun gerçek önemini kavrayarak buna uygun politikayı takip eden iki dehâdan birisi”[14] diyen Erol Güngör’ü de tasvîr ederken şu ifâdeleri dizelere döküyordu:

“Şems-i asr idi, asırda şemsin

Zilli memdûd olur zamanı kasîr”[15]

İkindi güneşi gibi ömrü kısa, ilim gölgesi uzun olan Erol Güngör’ü;  vefâtının 38. yılında bir kere daha hasret ve minnetle arıyor,  rahmet ve hürmetle yâd ediyoruz.  Ve o büyük insanı sînesinde sakladığı için kıymeti bir kat daha artan vatan topraklarının bağrından yeni nice Erol Güngör’lerin yetişmesi, ‘Gittikçe Artan Yalnızlığımız’ın[16] artık hitam bulması için bütün kalbimizle Yüce Rabbimize duâ ediyoruz.  Rahmetli Erol Güngör Hocamızın; rûhu şâd, mekânı Cennet, makâmı âli olsun.  Cenâb-ı Allah;   onu da rahmet ve mağfiretiyle sarıp sarmalasın ve Cennet berâtını da Varlık Sebebimiz, İki Cihan Serverimiz,  Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın elinden almayı ihsân buyursun. Âmîn, Âmîn, Yâ Muîn...

“Küllü men aleyhâ fân”[17]*, “Küllü nefsin ẕâiḳatü’l-mevt”[18]*

Yâ Bâkî, ente’l-Bâkî[19]*

Hüve’l-Bâkî**

Erol Güngör’ün, cümle geçmişlerimizin ve şehitlerimizin azîz rûhları için el-Fâtiha...

Dr. Mehmet G

[1] Kenneth Boulding

[2] Alâk, 96/1

[3] Kalem, 68/1

[4] Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, 7

[5] Mevlânâ Celâledîn-i Rûmî

[6] Yahyâ Kemâl Beyatlı

[7] Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, 6

[8] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 101

[9] Erol Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, 128-129

[10] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Hasret, 141

[11] Sezâi Karakoç, Zamana Adanmış Sözler - Şiirler V, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine IV, 69

[12] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Kendi Gökkubbemiz, Rindlerin Ölümü, 93

[13] Taha Akyol

[14] Türk Kültürü ve Milliyetçilik 264

[15] “İkindi güneşi gibiydi; ikindi güneşinin gölgesi uzun olur, fakat zamanı kısadır, çabucak geçiverir.”

[16] Dr. Mehmet Güneş, Gittikçe Artan Yalnızlığımız, Cümle Yayınları, Ankara, 2015

[17] Rahmân, 55/26; * “Yeryüzündeki her canlı fânidir”

[18] Âl-i İmrân, 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57; * “Her canlı ölümü tadacaktır.”

[19] *Bâkî kalan ancak sensin, ey Bâkî; **Bâki olan ancak O’dur