Dostluğun, sevginin ve aşkın mad-deye müncer olduğu günümüzde, sadâkatin, hasbîliğin, fedâkârlığın ve ferâgatin menfaat denizinde boğulmaya yüz tuttuğu dünyamızda bugün her zamankinden çok daha fazla türkülerimizin ruhunu idrâk etmek ve sözlerinin sırrına ermek mecbûriyetinde değil miyiz? Zâten çok kıymetli bir millî kültür hazinesi olan, çok etkili bir ifâde gücüne sâhip bulunan ve “gönül şifâsı” diye de tesmiye olunan türkülerimiz; ilk iki bölümde açıklamaya çalıştığımız pek çok özelliğinin yanında, şunu da vurgulamamız gerekir ki- hem nağmesi, hem de sözleriyle, sâdece bir mûsikî eseri değil, aynı zaman da çok önemli bir hikmet, irfan ve nasihat membaıdır.
“Gel ha gönül havalanma / Engin ol gönül engin ol / Dünya malına güvenme / Engin ol gönül engin ol” diyebilmeye; “Telgrafın tellerini arşınlamalı / Yâr üstüne yâr seveni kurşunlamalı” sözlerinin derûnda saklı olan sadâkat sırrına erebilmeye, “Neye gamlanırsın dîvâne gönül / Elbet bir gün kış gider de yaz gelir / Ben dertliyim diye şikâyet etme / Âşık isen bu cefâlar az gelir” ferâset ve basîret ufkuna varabilmeye; “Gâfil gezme şaşkın bir gün ölürsün / Dünya kadar malın olsa ne fayda / Söyleyen dillerin söylemez olur / Bülbül gibi dilin olsa ne fayda” gerçeğinin şuuruyla yaşayıp Âhiret azığı hazırlamaya muhtaç olduğumuzu, irfânî hikmetlerle yüklü türkülerimizi dinlerken mükerreren idrâk etmez miyiz?
Türkülerimizde dile gelen; “El vurup yâremi incitme tabip / Bilmem sıhhat bulmaz hicrâneler var / Dert vurup da yârem eylersin derman / Her can kabul etmez virâneler var / Vay dünya, dünya fânisin dünya / Oy dünya, dünya yalansın dünya / Cân ile cânânı alansın dünya / Yalansın dünya” hükmündeki yalın gerçeğe muttalî olmaya; fânî olana değer vermeyip, “Dünyayı dünyada boşayıp gitmeye”; “Bütün dünya senin olsun / Bir dost, bir post yeter bana / Atlas libas senin olsun / Bir dost, bir post yeter bana / Beyler tahtından inerler / Ayaksız ata binerler / Toprağa gömüp dönerler / Bir dost, bir post yeter bana” şuuruyla hareket etmeye; “Geldi geçti ömrüm benim / Ömrüm, kadrini bilmedim / Bir kuş gibi uçtu ömrüm / Ömrüm, kadrini bilmedim” dizelerinde, ömür sermâyesini beyhûde harcayanlara “Eyvâh!..” faslından bir nasihat verilmesine ve “Tükendi nakdi ömrüm, dilde sermâyem bir âh kaldı / Derûn-i derdimi Lokmân’a gösterdim / Dedi eyvâh bu derdin defûnine çâre / Hakiki bir İlâh kaldı” uzun havasının yüreğinde sakladığı anlamları idrak etmek için “akleden kalp” ile türkülerimizi dinlemeye günümüzde ne de çok ihtiyaç olduğu âşikâr değil mi?
Şunu da ifâde etmemiz gerekir ki türkülerimizde dile gelen; “Har içinde biten gonca güle minnet eylemem / Arabî, Farisî bilmem, dile minnet eylemem / Sırat-ı müstakîm üzre gözetirim rahîmi / İblisin tâlim ettiği yola minnet eylemem” diyebilme erdeminin önemini, “Erenlere gönül verdim, yola çevirdiler beni / Damla bile değil idim, göle çevirdiler beni / Tohumu döl eylediler, dikeni gül eylediler / Yâri bülbül eylediler / Güle çevirdiler beni” sözlerini sûfî bir idrakle “kâl”den “hâl”e çevirebilmenin anlamını, “Semâdan sırr-ı tevhidi duyan gelsin bu meydâne / Derûn içre bir gün Allah diyen gelsin bu meydâne” diyenlerin ve “Seyreyle güzel Kudret-i Mevlâ neler eyler / Allah’a sığın, Adl-i Teâlâ neler eyler / Meyl’eylemezem gayrısına Hazreti Hak’tan / Şol yüzleri dost, özleri düşmandan usandım” gazelinin bize vereceği kul olma dersini ve insan-ı kâmil olma yolunda hangi mesâfeleri kat edeceğimizi “kalb-i selîm” ile düşünmemiz gerekmez mi?
Muharrem ayında Kerbelâ faciasının hüznünü yüreğinin bütün hücrelerinde duyan, dergâhlardaki müzik âletlerini rafa kaldıran, sofralarda suyu azaltan, yemeklerdeki tuzu çoğaltan ve ezanları Hüseynî makamında okuyan insanımız Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın şehâdetinin o büyük acısıyla gönül sazına şelpe vurunca; “Hasan’ım ağu içti, leb-i sükker âh çeker / Hüseyin attan düştü, kime şikâr âh çeker / Nerde kalmış acabâ, bak ZüIfikâr âh çeker / Ali’nin on bir oğlu yerde yatar âh çeker / Fatma ana ciğeri sızlar sızlar âh çeker / Hüseyin attan düştü sahra-i Kerbelâ’ya / Cibrîl kurban haber ver Sültân-ı Enbiyâ’ya” dizeleri bağlamanın tellerinden yanık yanık dökülmez mi?
Halkımızın yürek sesi olan; dize dize, ezgi ezgi, makam makam nağmeleri ve havalarıyla hayata bakışımızı sözleriyle ortaya koyan, insanımızın; “dünya, kader, tâlih, zaman, gökyüzü, ecel” mânâlarında kullanıp, olumsuz anlamlar yüklediği “felek” kavramı da türkülerimizde çok sık yer almıştır. “Zalım felek değirmenin döndü mü / Bağın bahçen sular ile doldu mu / Ben yaparım sen yıkarsın bendimi / Döne döne nöbet bize geldi mi” türküsünde felek; insanları öğüten, yıkıp yok eden değirmene benzetilerek feleğe kahredilmesi çok anlamlı bir biçimde dile getirildiği gibi; “Ben ayrılmaz idim felek ayırdı / Ağlama gözlerim Mevlâm kerimdir” denilerek felek mazmunundaki kastın “İlâh” olmadığı da çok âşikâr bir biçimde ifâde edilmiştir. Türkülerin vicdânına emânet edilen felek kavramı bâzen; “Şu yalan dünyaya geldim geleli / Tas tas içtim ağuları sağ iken / Kahpe felek vermez benim muradım / Vîran oldum mor sümbüllü bağ iken” çağrışımıyla; bâzen “Aşk dediğin bir ateşten gömlektir / Başımızda dönen çark-ı felektir / Ele çirkin, bana hûri melektir / Bir güzelden yâdigârdır bu sevdâ” benzetmesiyle; bâzen “Bu dağlar kömürdendir / Geçen gün ömürdendir / Feleğin bir guşu var / Pençesi demirdendir” teşbihiyle; bâzen “Dağlar dağımdır benim / Dert ortağımdır benim / Ağlatma zâlim felek / Yaman çağımdır benim” yorumuyla; bâzen “Dağlar dağladı beni / Gören ağladı beni / Ayırdı zalım felek / Derde bağladı beni” nitelemesiyle; bâzen “Sabahtan esti de bir kanlı sazak / Felek bize kurmuş kötü bir tuzak / Bilmem derdimizi kimlere yazak / Dağlar bana geri verin gardaşım” sitemkâr ifâdesiyle, bâzen “Mihrican mı değdi, gülün mü soldu / Gel, ağlama garip bülbül, ağlama / Felek baştan başa kimi güldürdü / Gel, ağlama garip bülbül, ağlama” üzüntüsüyle; bâzen “Felek şâd olacak günün görmedim / Garip gönlüm bir efkâra düşürdün / El uzatıp gonca gülün dermedim / Bülbül gibi intizâra düşürdün” melâliyle; bâzen “Felek çakmağını üstüme çaktı / Beni bir onulmaz derde bıraktı / Vücudum şehrini odlara yaktı / Yandım ateşine su leyli leyli” kederiyle; bâzen “Yaz gelende yayla çıkam senin başına / Kurban olam toprağına taşına / Zalım felek agu kattı aşıma / Ağam nerden aşar yolu yaylanın” hüznüyle; bâzen “Kahpe felek sana nettim neyledim / Attın gurbet ele pârelerimi / Âkıbetin beni sılamdan ettin / Kestin mümkünümü, çârelerimi” kahrıyla ve bâzen de “Bugün benim efkârım var, zarım var / Değme felek değme telime benim / Gül yüzlü cânânı elden aldırdım / Ecel oku değdi gülüme benim / Değme felek değme gülüme benim” inkisârıyla dile getirilmiş ve “felek” kavramına farklı anlamlar yüklenerek dizelere dökülmüştür.
Kâinat muhabbet üzerine, sevgi üzerine, aşk üzerine yaratılmıştır… Türkülerimiz de, yaratılış gayemizin ifâde ettiği bu fıtrî hakîkâte mebnîdir. Ulaşılması mümkün olan bir şeye karşı hissedilen duygu, “Mutlak Hakîkât”e ulaşma yollarının bir vasıtasıdır. Bu sebeple, “Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi / Gâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni” diyen türküler, bizleri alıp bambaşka diyârlara götürür. Çünkü bizim türkülerimizde; gönül gönderimize çekilen muhabbet sancağında aklın aşka gelerek kendinden geçmesine, hayâl âlemimizde duygu çiçeklerinin açmasına, kalbin sevgi pınarından bâde içmesine ve bir “İlâhî” aşkla “Nefes”lenen ruhların mâverâya kanatlanıp uçmasına şâhit olursunuz.
Aşk; bir fâniye fedâ edilemeyecek kadar değerli bir duygu olduğu için, “aşk-ı mecâzî”, “Aşk-ı Hakîkî”ye yol bulduğu zaman ebedîleşir… Türkülerimizde, İlâhî aşka giden yolun beşerî sevginin tekâmülüyle meydana geldiği, bu olgunluğu veren dergâhların rahlesinde insanımızın “Hüsn-ü Aşk”ı bulduğu ve “Yeşil köşkün lambası”nın İlâhî aşkla yanmaya karar kıldığı anlatılır anlatılmasına, ama bizler; ya çok geç anlarız, ya da hiç anlamadan “bize ayrılan vakti” gaflet içinde zamanı katlederek geçiririz... Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Anadolu’muzun iç romanı” diye tarif ettiği türkülerimizin özünden nasiplenmediğimiz takdirde; “İncecikten bir kar yağar / Tozar Elif Elif deyi / Deli gönül abdal olmuş / Gezer Elif Elif deyi” ezgisinin dış zarfını zâhirî olarak terennüm eder, fakat mazrufundan haberdâr olmadan bu dünyadan göçüp gideriz.
Türkülerimizde his dünyamızı kıyâma durduran nağmeler dile gelirken, dinleyenlerin göz pınarlarından süzülen inciler de yanaklarda gamzeleşir. “Yâr, deyince kalem elden düşüyor / Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor / Lambada titreyen alev üşüyor / Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban” türküsü söylenirken bir duygu fırtınası eser gönüllerimizde… Türkülerimiz unutulan sevdâları yeniden yaşatır insanımıza... Dumanı hâlâ tüten aşkların yüreklerde küllenmediğini; “Kara gözlüm bu ayrılık yetişir / İki gözüm pınar oldu gel gayrı / Elim değse akan sular tutuşur / İçim dışım yanar oldu gel gayrı / Ayların sırtında yıllar taşındı / Sanma ki garibi eller düşündü / Bebekler evlendi yollar aşındı / Kozalaklar çınar oldu gel gayrı” sözleriyle sarsıldığımızı, “Siyah saçların da hatem yüzlerin / Garip bülbül gibi zaralar beni / Hilâl ebrûların, âhu gözlerin / Tığ-ı sevdâ ile yaralar beni” dizeleri seslendirilince ya da “Yarim senden ayrılalı / Hayli zaman oldu gel gel / Bak gözümden akan yaşa / Âb-ı revân oldu gel gel” dizelerini veya “Karadır kaşların ferman yazdırır / Bu dert beni diyar diyar gezdirir / Lokman hekim gelse yaram azdırır. / Yaramı sarmaya yâr kendi gelsin” diyen ve bizleri “of” ile “âh” sarkacında gidip getiren o güzelim türkülerimizi duyduğumuzda bir kere daha fark etmez miyiz?
“Deli gönlün” mahzûn ve mahcup duygularını kendi lisânınca anlatan türkülerimiz; sevgiliden, anadan, sıladan, vatandan kopmanın ya da koparılmanın hüznüyle, kalbinde derin tahâssürler yaşasa bile; “Ne ağlarsın benim çeşm-i siyâhım / Bu da gelir bu da geçer ağlama / Göklere yükseldi feryâdım, âhım / Bu da gelir bu da geçer ağlama” diyerek istikbâle ümitle bakılması gerektiğini çok içli ve sâmimi bir biçimde dile getirirken, kalbimizdeki kadim yaralara da merhem olur. Şunu da ifâde etmemiz gerekir ki; evine elvedâ diyecek olan bir gelin kızın ayrılık ve vuslat duygularını birlikte yaşadığı bir zaman dilimini; “Kınayı getir aney / Parmağın batır aney / Bu gece misafirem / Yanında yatır aney ” dizeleriyle ve muhteşem ezgisiyle ifâde eden bu Urfa türküsünden daha güzel hangi söz anlatabilir acaba?
Türkülerimiz, dağların ardındaki hikâyeleri de kendine has bir üslûpla anlatır... “Erzurum dağları kar ile boran / Aldı yüreğimi de dert ile verem” diye başlayan ve ahvâlini anlatan , “Bir dağ ne kadar yüce olsa bir kenarı yol olur / Buna bayram günü derler dostla düşman bir olur” hükmünü ortaya koyan, “Göç göç oldu göçler yola dizildi / Uyku geldi elâ gözden süzüldü” sözleriyle bizi “sevdâlara salan”, “Ben razı değilem hicrâna, gama / Garip gönlüm hâlden hâle salan var / Sebâvetten beri bir yol gözlerim / El zanneder uzahlarda kalan var / Sümmâniyem yâ Rab gönlüm hoş eyle / Ya sabır ver, ya da başım taş eyle / Ya bir çift kanat ver, ya bir kuş eyle / Tez ulaşam yâr bağında talan ver” diyerek bizi mâverâ menzilli mekânlara ulaştıran ve “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır / Bugün posta günü canım sıkılır / Ellerin mektupu gelmiş okunur / Benim yüreğime hançer sokulur” diye hüznümüze tercüman olan, uzun havası ve etkileyici makamıyla bizi hâlden hâle koyan türkülerimiz ise her dinleyeni alıp bir başka âleme götürür...
Türkülerimiz; mâzîden hâle, hâlden istikbâle uzanan kültür köprüsünü; ‘bir dut dalından, bağlamanın telinden, mızrabın elinden ve şiirlerin dilinden’ oluşan dört temel direk üzerine kurmuştur. Türkülerden oluşan bu muhteşem kültür köprüsü; ses ve söz kalıpları kullanılarak, uzun bir tarihî süreç içinde ve zamana karşı mukâvim olarak milletimiz tarafından inşâ edilmiş bir sanat şâheseridir. Türk kültürünün mihenk taşı olan türkülerimiz Anadolu yaylalarında dile gelip, gönüllerimize “dar gelen” hudut boylarında yankılanırken; “Türk’üz Türkler yoldaşımız / Hesaba gelmez yaşımız / Nerde olsa savaşımız / Türk’üz türkü çağırırız” dizeleri duygularımızı mükemmel bir biçimde ifâde ederken; “Baş koymuşum Türkiye’min yoluna / Düzlüğüne yokuşuna ölürüm / Asırlardır kır atımı suladım / Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m” derken sinemiz Ay-Yıldızlı bir sevdâ ile aşka gelir…
Türk’ten uzaklaşanlar, türkülerimizi de öksüz bıraktılar... “Yastadır hey deli gönül yastadır / Gelir diye kulaklarım sestedir” diye feryat eden türkülerle kendi insanımızdan medet beklediğimizi anlatmaya çalıştık yıllar yılı... Anadolu toprağından eksik olmayan rahmet yüklü şafak yağmurlarının serinliğini yüreğimize serpmek için; “Ayrılık, hasretlik kâr etti cana / Seher yeli sultanımdan bir haber / Selâmım tebliğ et kutb-i cihâna / Seher yeli sultanımdan bir haber” nidâsıyla seslenip durduk senelerdir…
Türk’ün yürek sesi olan türkülerimiz, bayram yapamayanların bayramını anlatırken; “Bayram gelmiş neyime / Anam anam garibem / Kan damlar yüreğime / Anam anam anam garibem / Yaralarım sızlıyor / Anam anam garibem / Doktor gelmiş neyime” derken, bir diğeri de “Anam ağlar başucumda oturur / Derdim elli iken yüze yetirir / Bu dert beni yiye yiye bitirir / El çek tabip el çek benim yaramdan / Ölürüm kurtulmam ben bu yaramdan” diyerek bizleri hüzün ummânına götürür. bir başka türkü ise; “Bir acayip sevda düştü serime / Yenemem kendimi ağlar gezerim / Dağlar taşlar dayanmıyor zarıma / Bahar seli gibi çağlar gezerim” diye elemle seslenir. Sevip de kavuşamayan ve bu sebeple onulmaz bir gönül yarasıyla dünyaya vedâ edenlerin ahvâlini anlatan; “Ham meyvayı kopardılar dalından / Beni ayırdılar nazlı yârimden / Eşim dostum tutmaz oldu elimden / Onun için kapanmıyor gözlerim / Benim yârim yaylalarda oturur / Ak ellerin soğuk suya batırır / Demedim mi nazlı yârim ben sana / Çok muhabbet tez ayrılık getirir” türküsü de hüznün her rengiyle sînemizi dağlar. Ve bahtı karaların hâl-i pür melâlini dile getiren;“Kader torbasına elim uzattım / Tecellî kâğıdım karalı çıktı / Ömür defterine bir yol göz attım / Dertlerim içinde sıralı çıktı” türkülerimiz sözleriyle ve ezgileriyle yüreklermizi kanatır…
Türkü yakan da, adına türkü yakılan da, sevdâlanıp solan, gurbette kaybolan ve ciğeri pâre pâre olan da hep bizim insanımızdır. Türkülerimizde, “Davullar ah çeker, zurnalar ağlar”sa, biliriz ki hem derdimiz, hem de dermânımız türkülerde saklıdır. Gönlünün bütün perdelerini türküyle aralayan insanların gözleri buğulanıp, iç geçirerek söylediği, “Kırmızı gül, demet demet /
Sevdâ değil bir alâmet / Gitti gelmez o Muhammed / Şol revanda balam kaldı / Yavrum kaldı, balam nenni” türküsü hangi ananın içine bir yangın düşürmez? Ya da “Hastane önünde incir ağacı / Doktor bulamadı bana ilacı / Baştabip geliyor zehirden acı / Garip kaldım yüreğime dert oldu / Ellerin vatanı bana yurt oldu” türküsünü her duyduğumuzda bir hastalıktan kaybettiğimiz ya da gurbet elde garip kalan bir yakınlarımızın unutulmayan acısı ve onulmaz yürek sancısı gönlümüzü kanatmaz mı?
Türkülerimiz, bâzen coşkun bir ırmak gibi gönülden gönüle akar. Bâzen, “Yüce dağ başında yanar bir ışık / Düşmüşem derdine olmuşam âşık” diye seslenir. Bâzen “Yüksek minarelerde kandiller yanar / Kandilin şavkına bülbüller konar” nidâsıyla dile gelirken, bâzen de “Bülbül havalanmış yüksekten uçar / Has bahçe içinde gülüm var benim” diyerek “serinden geçer.” Bâzen, bir “Seher yıldızı” olup âsumanı aydınlatır. Bâzen; “Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül aldırma” diye gönlümüzü teskîn etmeye çalışır. Bâzen, “Huma kuşu” olup, “yükseklerden seslenir.” Bâzen “Sarı gelin” olup “Erzurum”da bizleri “çarşı pazar” gezdirir; bâzen “Kaldır nikâbını görem yüzünü / Aç başını Yaradan’ı sevdiğim / Siyah zülfün mah yüzünün üstüne / Tel tel eyle Yaradan’ı sevdiğim” der, bâzen “Zahidem”, bâzen “Nazifem”, bâzen “Oy Sanem”, bâzen “Eminem”, bâzen “Al Fadimem”, bâzen “Leylâm”, bâzen “Ferâyi”, bâzen “Mefâret Hanım” bâzen “Zeynebim” nakaratlı türkülerle kalbimizdeki küllenmiş hâtıraları alevlendirir, bâzen de cânânının kederlenmemesi için “Bir gün bu dünyadan göçüp gidersem / Boşa gider gözyaşların ağlama” diye teselli verir.
Neler anlatılmaz ki türkülerimizde; “Dün gece yâr hânesinde yastığım bir taş idi / Altım çamur, üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi” nağmesine, “Şâd olup gülmedim eller içinde / Soldu benim gülüm, güller içinde / Bir bahtı karalıyım kullar içinde / Gitti yârim, gurbet elden gelmedi” diye feryat edenlerin sesi eklenirken, “Gönül gurbet ele varma / Ya gelinir ya gelinmez” diyenlerin ve “Ah neyleyim gönül senin elinden / Her zaman ağlarım gülemem gayri / Ben bıktım usandım elin dilinden / Terk ettim sılayı dönemem gayrı” türkülerini dinleyenlerin de gözleri bulutlanır. Sevdâ ateşiyle yüreği püryân olanlar “Bir güzelin hasretinden âhından / Tutuştu her yanım yandı ha yandı” derken, kimisi “Derdim çoktur hangisine yanayım / Yine tâzelendi yürek yarası” der, kimisi “Aşkın ne derin yâreler açtı ciğerimde / Bir makbere döndü koca dünya nazarımda / Yaş kalmadı şâhittir Hüdâ dîdelerimde / Topraklara seni gömmek varmış şu zavallı kaderimde / Bir sönmeyen hicrân ataşı var içerimde” diyerek feryâd eder, kimisi de “Düşürdün âşkın nârına / Karıştırdın küle beni / Atın yolun kenarına / Yâr geçtikçe göre beni” diye hâlini ve isteğini dile getirir… Bir başkası “Bilmezdi özüm, gamzene meftûn imişem ben / Âfetzede, dil hasta, ciğer hûn imişem ben / Sevdâzedesin sen dediler zülfüne söyle / Çeksin beni zincire ki Mecnûn imişem ben” diye inlerken, bir diğeri de “Mevlâ’m birçok dert vermiş / Berâber derman vermiş / Şu onulmaz derdime / Neden ilaç vermemiş” diye gözyaşı döker... Ve mecâzî aşktan aşk-ı Hakîki’ye yol bulanlar ise “Ben derdimi söyleyemem / Dilim yaralı yaralı / Bülbülüm amma ötemem / Gülüm yaralı yaralı / Aşk kitabını açamam / Akı karadan seçemem / Kanadım yok ki uçamam / Kolum yaralı yaralı / Hüdâî gafletten uyan / Her geçen günüm bir ziyan / Ruh bir arı, vücut kovan / Balım yaralı yaralı” şuuruyla hareket eder ve fânî olanı bırakıp bâkî olana yönelir...
Türküler, pembe dünyaların sabun köpüğü misâli sönen yalancı aşklarını dile getirmez, “Bir âh çeksem karşıki dağlar yıkılır” ya da “Gel dilber ağlatma beni, Şâh-ı Merdân aşkına” mısrâlarında ifâdesini bulan ahları ve aşkları anlatır. “Ahçiği yolladım Urum eline / Eser bâd-ı saba zülfün teline / Gel seni götürem İslâm eline / Serimi sevdâya salan o Ahçik / Aman o Ahçik, civan o Ahçik” diye seslenen Harputlu Mustafa’nın Ermeni kızı Ahçik’e olan aşkını anlatan yürek yakan hikâyesi sevdâ doruklarında dalgalanmaya devam ederken, “Akşam olur karanlığa kalırsan / Derin derin sevdâlara dalarsın” türküsünün içli nağmeleri de kalbimize dokunur. Tezenenin tellere dokunmasıyla inleyen nice gönüller, bağlamayı aşka getirirken, Âzerî mahnısının o eşsiz ritmiyle; “Fikrimden geceler yatabilmirem / Bu aşkı başımdan atabilmirem / Neyleyim ki sana çatabilmirem / Ayrılık, ayrılık yaman ayrılık / Her bir dertten âlâ yaman ayrılık” dizelerini “bahtı kara” türkülerimiz terennüm eder. Türkülerimizde; “Niçin ağlamayım niçin gülmeyim / Deli gönül bir sevdâya bağlandı / Özü şirin, sözü şirindir yârin / Gamzesi ok, kaşı yaya bağlandı” diye sevdiğinin târif edenlerin kervânı “katar katar” yol alırken; kimisi “Gizlenir gönlümün tenhalarında / Sevdân tüte tüte yandırır beni / Ya ne zaman görsem seni karşımda / Cemâlin deliye döndürür beni” der; kimisi “Nasıl methedeyim sevdiğim seni / İstanbul, Bursa'yı değer gözlerin / Arasan bulunmaz ruh-u revânım / İzmir’i, Konya’yı değer gözlerin” diye sevdiğini târif eder, kimisi “Ne güzel yaratmış seni Yaradan / İstemem esmesin yeller incinir / Güzelsin sevdiğim gülden goncadan / Uzanmasın sana eller incidir / Kirpiklerin oktur kaşın yay gibi / Gözlerin aklımı etti zay gibi / Cemalin güneşe benzer yüzün ay gibi / Değmesin zülüfler teller incidir.” dizeleriyle yârinin güzelliğini dile getirir; kimisi “Hazana ermeden bahâr-ı ömrüm / Bir muhabbetnâme yaz bana gönder / Hicrine yanmıştır dayanmaz gönlüm / Sitemli sözIeri az bana gönder” nağmeleriyle yârinden beklentisini terennüm eder, kimisi de “Bir karakaş bir kara göz sende var / Yenilmedik kara sevda bende var / Yedi yıldır derde dermân ararım / Demedin ki derde derman bende var” diye hem gönül verdiği “cânının cânânını” târif eder, hem de kahır dolu sitemlerle türküler yakar…
Gönül dilimizin tercümânı olan türkülerimizde, “üç harf-beş nokta” olaraka vasfedilen aşkın beşerî olanı da İlâhî olanı da terennüm edilir. Ancak türkülerimizde “sevdâ yüklü kervanların” her hâli dile gelse de, ağırlıklı olarak beşerî aşkın rengârenk melâli anlatılır. “Bozkırın Tezenesi” hikmetli sözleriyle ve muazzam nağmeleriyle hepimizin yüreğine dokunur, aşağıda yâd edeceğimiz türkülerindeki birkaç mısrada ne çok duyguyu dile getirir ve gönül tellerimizi titreten her bir ezgisiyle bizi alıp başka diyârlara götürür… Şimdi gelin bu sevdâ türkülerini hep birlikte yâd edelim: “Gönül dağı yağmur boran olunca / Akar can özümden sel gizli gizli / Bir tenhâda can cânânı bulunca / Sînemi yaralar dil gizli gizli”; “Derde düştüm dermanını aradım / Derdimin dermanı yar imiş meğer / Yâri arar iken yârdan ıradım / Yardan ayrı kalmak zorumuş meğer”; “Küstürdüm gönlümü güldüremedim / Baharım güz oldu, yazım kış oldu / Gönüle yârimi bulduramadım / Baharım güz oldu, yazım kış oldu”; “Ben bu yıl yarimden ayrı düşeli / Her günüm bir yıla döndü gidiyor / Gene zindan oldu dünya başıma / Gönlüm ataşlara yandı gidiyor / Ömrüm boş hayâle kandı gidiyor”; “Çırpınıp da şan ovaya çıkınca / Eğlen Şan ovada kal Acem kızı / Uğrun uğrun kaş altından bakınca / Can telef ediyor gül acem kızı”; “Niye çattın kaşlarını / Bilmiyom yâr suçlarımı / Ölürsem ben saçlarını / Yolma gayrı, leyli, leyli”; “Hep sen mi ağladım hep sen yandın / Ben de gülemedim yalan dünyada / Sen beni gönlümce mutlu mu sandın / Ömrümü boş yere çalan dünyada / Yalandan yüzüme gülen dünyada”; “Bilemedim kıymetini kadrini / Hatâ benim, günah benim, suç benim / Elimle içtim derdin zehrini / Hatâ benim, günah benim, suç benim”; “Kirpiklerini ok eyle / Vur sîneme öldür beni / Bıktım dünyanın tadından / Vur sîneme öldür beni”; “Niye çattın gaşlarını / Bilmiyom yar suçlarımı / Ben ölürsem saçlarını / Yolma gayrı, yolma leyli”; “Aldın aklımı bir bakışta / Yaktın yüreğim ateşte / Al hançeri sînem işte / Acımazsan vur sevdiğim”;” Karadır bu bahtım kara / Sözüm kâr etmiyor yâre / Yüreğimi yaktı nâra / Kendim ettim kendim buldum / Gül gibi sararıp soldum”; “Sevda olmasaydı / Gönüle dolmasaydı / Dünya neye yarardı da / Gözeli olmasaydı”; “Datlı dile, güler yüze / Doyulur mu, doyulur mu / Aşkınan bakışan göze / Doyulur mu, doyulur mu / Ah, doyulur mu, doyulur mu / Canana gıyılır mı / Cananına gıyanlar / Hakk’ın gulu sayılır mı”; “Sevda olmasaydı da / Gönülle dolmasaydı / Dünya neye yarardı da / Gözeli olmasaydı / Nar dânesi dânesi de / Seviyom merdânesi / Güzellerin içinde de / Sevdiğim bir danesi”; “Mühür gözlüm seni elden / Sakınırım, gıskanırım / Uçan kuştan, esen yelden / Sakınırım, gıskanırım / Havadaki turnalardan / Su içtiğin kurnalardan / Yerdeki karıncalardan / Sakınırım, gıskanırım”; “Dane dane benleri var yüzünde / Can alıcı bakışları gözünde / Bin bir dat var edasında nazında / Dünyada yârdan datlı var m’ola / Sallanı sallanı gelen yâr m’ola” ve “Kaşların karasına / Kurbanım arasına / Anca sen melhem olun / Göynümün yarasına” türkülerini dinlerken aşka gelmez miyiz?
Ve “Hayatını türkülerine, türkülerini hayatına adamış eşsiz saz ve söz ustası Neşet Ertaş”ın en çok sevilen eserlerinden birisi olan “Evvelim sen oldun, âhirim sensin” türküsünü gözlerimizi kapatarak hep birlikte cânânımızı neşeyle terennüm edelim: “Câhildim dünyanın rengine kandım / Hayâle aldandım, boşuna yandım / Seni ilelebet benimsin sandım / Ölürüm sevdiğim zehirim sensin / Evvelim sen oldun, âhirim sensin / Sözüm yok şu benden kırıldığına / Gidip başka dala sarıldığına / Gönlüm inanmıyor ayrıldığına / Gözyaşım sen oldu, kahırım sensin / Evvelim sen oldun, âhirim sensin.”
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Devam edecek)