RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GÂLİP ERDEM

         RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GÂLİP ERDEM12 Mart 1997 tarihinde Hakk’a yürüyen             Galip Erdem Ağabeyimizi rahmetle               ...

         RÜTBESİZ BİR MAREŞAL: GÂLİP ERDEM

12 Mart 1997 tarihinde Hakk’a yürüyen

             Galip Erdem Ağabeyimizi rahmetle   

             anıyor, hasretle arıyoruz…

 

Şeyh Edebâli’nin dediği gibi “İnsanlar vardır, şafak vakti doğup, akşam ezânında ölürler...  Kendilerine tahsis edilen ömrü tamamladıktan sonra, bu fânî dünyadan göçüp, bâkî âleme vâsıl olurlar... Bu insanların büyük çoğunluğu, hayata ve topluma  dâir önemli izler bırak/a/madıkları için geceye misafir olan akşamla birlikte unutulup giderler... Bir kısım insan da vardır ki; yaptıkları, yaşadıkları, yaşattıkları ve yazdıklarıyla tarihe, topluma ve insanlığın hafızasına derin izler bırakır; geceye karışıp gitmez, nisyâna terk edilmez, geceleri yırtan müjdeli bir şafak gibi hayâtiyetini devam ettirir, hatırlanır, aranır ve yâdedilirler...

Onlar, mukaddes inançların, büyük dâvâların, ulvî hedeflerin ve soylu mefkûrelerin müntesibi olup, bu yüce değerlerin gölgesinde şekillenen eşsiz bir mücâdelenin, tâvizsiz bir tavrın ve kâvî bir îmânın sahibidirler… Onlar, hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, çizgilerinde aslâ kırıklık olmayan, etrafı birer meşâle gibi aydınlatan, yollara ışık serpen, toplumlara hedef ve istikâmet veren, pek çok nesle örnek olabilmeyi başarabilen âbide şahsiyetlerdir...

İşte Rahmetli Gâlip Erdem ağabeyimiz de bu âbide şahsiyetlerden birisiydi. O,  îman ve inancı, ilim ve kültürü, kararlılık ve cesâreti, ahlâk ve fazileti, tevâzûu ve vefâsı, tavır ve duruşu, ferâgat ve hasbîliğiyle nesiller boyu anlatılması gereken ve mutlaka anlatılacak olan örnek bir davâ adamıydı… Gâlip Erdem, gençliğe yeni ufuklar açan  bir mütefekkir, gelecek nesillere idealizm aşılayan bir gönül eriydi... Gâlip Erdem, Türk milliyetçilik tarihine ve bütün ülkücülerin kalbine altın harflerle yazılan rütbesiz bir mareşaldi...

Gâlip Erdem, “67 yıllık hayatına 500 senelik bir ömür sığdıran” sıra dışı bir insandı... Bu müstesnâ insan; tavizsiz ülkücülük anlayışı, fedakârlılığı, ferâseti, engin müsâmahası, kıvrak zekâsı, nüktedanlığı ve hazır cevaplığıyla nev’i şahsına münhasır bir erdem şahikasıydı… O, “Herkes ölür ama her insan gerçek hayatı yaşayamaz” sözünü hayatıyla ispatlamış olan bizim “Cesur Yürek”imizdi…O, hayatı normal ölçülerde yaşamadı; normali aşan her şey vardı onun ömründe... O, ülküsü için şahsî hayatını hiçe saydığı, inandığı değerler için yaşadığı, yaşatmayı yaşamaya tercih ettiği, kendini unutup milletini hiç aklından çıkarmadığı için “unutulmazlar” arasına girmiş örnek bir davâ adamıydı…O’nun gönlünde süflî sevdâlar aslâ yer bulamadı. O, basit dünyevî hesaplar ve menfaatler için ideallerini hiç unutmadı. O, kalbini ve beynini hiç bir zaman midesinin emrine vermedi. O, kimliğini ve kişiliğini inkâr etmeden, eğilmeden, bükülmeden, inançlarına gölge düşürmeden, üç günlük dünya için bırakın nâmerde, merde bile muhtaç olmadan da idealist  bir hayat yaşanabileceğini cümle âleme gösterdi…

Gâlip Erdem 13 Ağustos 1961 tarihli Tercüman Gazetesi’nde kaleme aldığı “Ülkücünün Çilesi” adlı makalesinde: “... Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde  rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Daima bir mücadele içinde ömür tüketirler..  ..Ülkücü, dünya nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki nasibi olsun. Bir lokma-bir hırka ona yeter. Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlamaz...” diyerek anlattığı ülkücü çileyi bir ömür boyu çekmiş, lâf ile dünyaya nizâmat vermemiş , hânesinde bin türlü teseyyüp”  bulundurmamış ve dünya malına tenezzül etmediği için ne bir banka hesabına, ne de bir tapu senedine sahip olmamıştı...

Bülbülün kırk türküsü vardır, kırkı da gül üstüne” derler  ya, onun da bütün türküleri ülkü ve ülkücülük üzerine idi. Kimi zaman onlardan “Beşiktaşlı” diye bahseder, kimi zaman “Has Kul”lardan söz eder, kimi zaman  “Akyuvarların Hikayesinde” onları anlatır, kimi zaman da “Biri Elma, Biri Armut, Biri Muz” diye hep ülkücü camiânın dertlerini, meselelerini, inançlarını, çilelerini ve çözüm yollarını dile getirirdi...

İşte bu sebeplerden dolayı yaşlı-genç bütün ülkücüler; Gâlip Erdem’e ayrı bir muhabbet beslediler, ona farklı bir sevgi duydular, onda vefâyı buldular ve onu en emin liman bildiler… Gerçekten de o, sıkıntı çeken bütün ülkücülere tam bir “Ağabey” oldu, zaten o büyük-küçük hepimizin “Gâlip Âbi”siydi... O, doğuştan ağabey yaratılan insanlardandı. Gâlip Erdem, ağabeylik sıfatını bi-hakkın yerine getirmiş, en kâmil mânâsıyla temsil etmiş bir davâ adamıydı. Aynı yaştakiler, hatta büyükler bile ona ağabey derdi. Çünkü Gâlip Erdem Ağabeyimiz, kocaman yüreğinin bir yerinde her ülkücü için ayrı bir mekan ayıran müstesnâ ve kadirşinas bir ağabeydi… O, yalnızlığın asâletini kendi içinde yaşayan, ama binlerce seveni olan muzdarip bahtiyarlardandı...

Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu, 12 Ağustos 1963’te Nürnberg’ten  yazdığı bir mektupta Gâlip Erdem’e “Gâlib-üz zaman” diye hitap eder. Bu mektubunda: “..Saltanatsız bir çınar ağacının dibinde senin Dede-Korkut’dan olduğunu ayân-beyân gördüm. Onun kişilerindensin. Anlı-şanlı o tâifedensin. Kutlu, sırlı sözler dağıtırsın. Esrarlı bir çeşmesin. Sözü muhkem söylersin. Özden söylersin. Bir ibâdet vecdi içinde, bir sema şevki içinde  kelâm eylersin. Gönülden, kelâmdan yana cömertsin. Sehâ sende mazhârını bulmuştur. Allah, Peygamber-i Ekberi, İmâmeyn-i Muhteremeyni yüzü suyu hürmetine seni esirgeyip hıfzeyleye. Himâyet ve siyânet buyura...  ” sözleriyle duygularını satırlara dökmüş, Gâlip Erdem hakkında yıllar öncesinden çok isâbetli tespitler yapmıştı...

Gerçekten de o bir gönül adamıydı, bir kelâm ustasıydı, bir kalem ehliydi, bir nükte hazinesiydi. Asırlar öncesinden günümüze hitabeden, soy soylayan-boy boylayan  bir Dede-Korkut, inandığı değerlerin çilesine talip olan  bir Osmanlı Çelebisi, serhat boylarında at koştururken yolu Ankara’ya düşmüş  bir akıncı beyiydi... O, fikir tezgâhında devamlı çile dokuyan ve çile girdâbında hiç şikâyet etmeden ülküsünü yaşayan idealizmin son efsânesiydi. Ülkücü hareket için mesai harcamak, fikir çilesi çekmek, düşünmek, konuşmak, yazmak onun için çok önemli bir görev, ihmâli mümkün olmayan bir vazifeydi. Bu sebeple bizim çıkardığımız bütün gazete ve dergiler, mutlaka Gâlip Âbi’nin kalemiyle müşerref olur ve  yayınlarımız onun yazılarıyla irtifâ kazanırdı...

Gâlip Erdem, çok genç yaşında  Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi olan Tercüman’da köşe sahibi olmuş ve başyazarlık yapmıştı. Kısa sürede ismini geniş kitlelere duyurdu. Yazarlık felsefesini 1.1.1961 tarihli Tercüman’daki yazısında. “..İnandıklarımın hepsini yazamayacağım, ama  inanmadığım hiç bir şeyi de aslâ yazmayacağım..” demişti. Hayatı boyunca hep bu temel ilkesine ve hayat felsefesi olan ülküsüne her zaman bağlı kalmış, onlara aslâ ihânet etmemiş ve inançlarından hiçbir zaman taviz vermemişti… Türkçe’ye çok hakim ve anlatım mahâreti çok kuvvetli bir yazardı. Hemen bütün yazılarında; güçlü anlatım ve lirik bir üslûbun yanında, hafif bir alay, ironi, taşlama ve korkusuz bir edâ vardı...Yazıları zevkle okunurdu. Kalemi, en güçlü  silahıydı.Türkçe onun kaleminde çifte su verilmiş çelik kılıç gibiydi. Kalemini kılıç gibi kullanmasına rağmen,  bazen “yazma orucu” tutar, bazen de “söz perhizine” girerdi...

Gâlip Erdem, zayıf, çelimsiz ve öne doğru hafif kamburdu.   O, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünü tedâvülden kaldıran insanlardan biriydi… Vücudu çok sağlam değildi, ama kafası çok sağlam, muhakemesi çok güçlü, hafızası çok kuvvetli, yorum kabiliyeti olağanüstü olan ve pek çok sahaya vukûfiyeti bulunan kalem ve  kelâm ehli bir “ayaklı kütüphane”ydi... Gâlip Erdem’in cesâmetiyle mütenasip olmayan bir cesâreti vardı… Köroğlu cesâretiyle yaşamasına ve yazmasına rağmen, üfürülse uçacak 45 kiloluk bir insandı. Hâlim selim yapısına, çelimsiz bedenine rağmen çatal yürekli bir dava adamıydı. Cesaretini inancından ve çok sağlam fikir yapısından alıyordu. O’nun hiç kimseye eyvallahı yoktu...  O, en karanlık devirlerde ve en olumsuz şartlarda bile dimdik ayakta durdu, hiç kimseden yılmadı, sözünü sakınmadı, korkmadı, ürkmedi, eğilmedi; her şartta ve her zaman önce “adam”, sonra “davâ adamı” olmayı  bildi. 12 Eylül döneminde en cesur yazıları Gâlip Erdem yazdı...  Kolay günlerin, rahat dönemlerin tatlı su milliyetçisi değildi.. Fuzûlî’nin:

“Dost bî-pervâ, felek bî-rahm, devrân bî-sükûn

              Dert çok, hem-dert yok, düşman kâvî, tâli zebûn”

diye ifâde ettiği dar zamanlarda vârolan bir yiğit insandı... “Erlik, darlıkta belli olur” diyenlerdendi... İnancı uğruna her türlü fedâkarlığı göze alırdı ve aldı. Hiçbir hesabı olmadan dardaki her ülkücünün yardımına koşardı ve koştu… Bizim neslimiz için 12 Eylül bir mîlattı, bir mikyastı, bir mihenkti… Bu zor dönemde 12 Eylül mihengine vurulan ve  “yüzü-gözü krem çıkan”  bazı davâ adamlarının (!) ayar düşüklüğü ortaya çıkarken, Gâlip Ağabeyin 24 ayar has altın olduğu bir kere daha herkes tarafından  görülmüştü. O, Türk milliyetçilerinin bu zor döneminde her işi bir yana bırakmış, eski defterleri kapatmış, “Zaman erlik zamanıdır, dünkü küskünlükleri bir yana bırakmak ve birlik olma zamanıdır” demiş, kendisine “hain” diyenleri de  savunmak için yıllar önce çıkarıp sandığa koyduğu avukat cübbesini yeniden giymiş, haksız yere zindanlara atılan, akıl almaz işkencelere maruz kalan “darbezede” ülkücülerin yardımına koşmuştu. Bir yandan avukat sıfatıyla dâvâlara giriyor, bir yandan oluşturulan hukuk bürosunda diğer avukat arkadaşlarına yol gösteriyor, bir yandan da bahtsız ülkücülere ve ailelerine o meşhur “Mektupları” götürüyordu…

Mamak’taki ülkücülere göndermek için topladığı paralara Gâlip Âbi “Mektup” adını vermiş ve bu mektupları değişik isimlerle cezaevlerine göndermişti. Gâlip Erdem, ülkücülük söz konusu olunca; sevmek fiilini diline tespih edenlerden değil, hayatıyla çekenlerdendi… Mamak mağdurları için emekli olan, emekli ikramiyesini bu uğurda harcayan, 5-6 yıl hiç aksatmadan her hafta duruşma ve ziyaret için devamlı olarak Mamak’a taşınan, fedâkarlık ve vefâ emsâli olan ve ender-i nâdirattan bulunan bir güzel insandı... Eylül’deki hüznü, çileyi, yalnızlığı, çâresizliği ve ihaneti belki de en fazla o yaşadı; fakat ne Yusufiyeli ülkücüleri, ne de ailelerini boynu bükük bırakmadı.12 Eylül’de nice büyük görünen bazı insanların esâmesi okunmazken, Gâlip Ağabey; Cunta Üyeleri’ne çok büyük riskler taşıyan cesur mektuplar yazdı. Bu mektubunda: “..Mamak’ta dar ağacına çekilmek istenen kişiler değil, Türk Milliyetçiliğidir..” diyordu..

Gâlip Âbi, kendisi için hiç yaşamadı, hep başkaları için, hep ülkücüler için  yaşadı… Hasbîliğin canlı bir timsâliydi... Bilenler çok iyi bilir ki, Gâlip Erdem’in o dönemde yaptığı yiğitlikleri, yardımları, kadirbilirliği anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır… Eskilerin; “Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir...” diye bir sözü vardır. Her şey bir tarafa Gâlip Abi’nin 12 Eylül’de verdiği mücâdelenin zekâtı bile onu hayırla yâdetmeye yeter de artar bile… Bu sebeple, 12 Eylül denilince ülkücülerin  akıllarına hep Gâlip Erdem gelir ve bu erdem âbidesinin kalbimizdeki müstesnâ yerini ve sevgisini kelimelere  sığdırmak aslâ mümkün değildir...

Gâlip Erdem, dünyaya ve olaylara filozof gözüyle bakardı. Hayatı her türlü kural ve kayıttan münezzeh tutardı. Özellikle zamana dayalı sınırlamalara ve düzenlemelere kendisini bağlı hissetmezdi. Geceleri, sabahlara kadar okuyarak geçirir, gündüzlerin bir kısmını da uykuya hasrederdi. Bu sebeple gündüz çalışılan ve zamana bağlı olan işleri bırakmış, avukatlık ve memurluk yapamamış, hep yazarlık ve müşâvirlik görevlerini üslenmişti. Dağınık yaşardı, pejmürde giyinirdi, üç-dört günlük sakalla gezerdi... Elbisesi hiç ütülü olmazdı. O zaten kendi ifâdesiyle “Bekârlar tekkesinin bir garip Gâlibî şeyhiydi…” Fikir, his, mefkûre dünyamızı düzenleyen, ülkü, ahlâk ve siyâsî tercihlerimizi belirleyen bir “şeyh”ti. Dünya işlerini, evini, üstünü-başını kendisini sevenler tanzîm ederdi.  “Bizim tarikat, şeyhi ıslah tarikatı. Her tarikat, müridi ıslah için kurulur; Gâlibî tarikatı da beni ıslah için kurulmuştur..” derdi...

Gâlip Erdem, paraya hiç önem vermez, akçalı işleri sevmez ve maddeye hiç eyvallah etmezdi. “ Maddecilerin en ustası olmaktansa, bir ömür boyu  Ülkü erlerinin peşinden gitmeyi, hatta ifâdemi mazur görünüz hep çırak kalmayı tercih ederim” diye yazan tok bir gönlün sahibiydi. Dünya malına îtibar etmedi, maddeye  hiç önem vermedi. Cebinde ne varsa, fakir ve ihtiyaç sahibi ülkücülere dağıttığı için hep maddi sıkıntı çekti… O zâten, “Fenafilhalk olmadan, fenafilhak olunamaz” felsefesinin müntesibiydi...

Gâlip Erdem,  kıvrak bir zekâ ürünü olan nükteleri, müthiş hafızası, engin hoşgörüsü ve çelebi tavırlarıyla hepimizin gönlünden taht kurmuştu. Rahmetli çayı çok sever, sigarayı ağzından düşürmez, meşrubat olarak Pepsi içerdi. Doktorlarla arası yoktu. Ya, “Biraz sabırlı olursak doktora lüzum kalmaz” der, ya da “okunmuş hap” dediği ilaçlardan ne bulursa içerdi. Hep böbrek taşı düşürür, çok sancı çekerdi. Zaten onun ömrü  hep sancı içinde değil miydi..? Emine Işınsu’nun “Sancı” romanında anlatılan fikir çilesini ve davâ  sancısını  en fazla çekenlerin başında o gelmez miydi..?

Çok farklı bir bakış açısı  vardı ve hadiseleri kendine has üslûbuyla, orijinal bir biçimde yorumlardı. Ona göre  milliyetçilik  “mensûbiyet şuuru” diye tarif edilen ve tâviz verilmemesi gereken bir vakardı… Ülkücü çilesi daha lise yıllarında başlamış ve ilk “Turan Seferi”ne Erzurum Lisesi öğrencisiyken çıkmıştı… “Kürşad’ın kırk çerisinden birisi” olmak için trenle Van’a gitmiş, oradan Ötüken’e yol bulmak için gayret göstermiş, Orta-Asya’ya nasıl gidileceğinin yollarını sormuştu. Derdini kimselere anlatamasa da, tren garındaki görevliler tarafından: “Van civarında Ötüken ve Orta-Asya diye bir  yer bulunmadığı” söylense de; o, Turan denen bu kutlu yola, “bir mehâbetin zirvesine”  baş koymuş, “Pars Âbi’sine ayıp olmasın” diye de Almıla’ya gizli gizli sevdâlanmıştı...

Yüreğinde Türk Dünyası’nın ayrı bir yeri vardı. Hayattaki en büyük mutluluğu, Sovyet Birliği’nin parçalanması ve Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığına kavuşmasını görmesiydi... Esir Türk illerinin hürriyet mücadelesini ülküsüne tuğ yapan,  “Yaslı yaralı Türklerin” derdine derman olmak, kurtuluşuna ferman bulmak için bir ömür vakfeden  Gâlip Erdem’e  -lise yıllarında niyetlenip Van üzerinden gitmek istediği-  ‘Hacc-ı Turan’ı ifâ etmek 50 yıl sonra nasip olmuştu… Ata yurduyla hasret gidermek ve Türk Dünyası’nın bağımsızlığına  kavuştuğunu görmek; bütün ülkücüler gibi Gâlip Âbi’ye de kelimelerin ifâdede yetersiz kalacağı çok büyük bir mutluluk yaşatmıştı...  24 Kasım 1969 tarihinde kaleme aldığı ve: “..Bana hayalperest diyorlar… Aptallar... Hayâl kurmasını bilmeyenlerin insan değil, ancak eşek olabileceklerinden haberleri bile yok..”  diye biten “ Bakü Geceleri” isimli yazısında Gâlip Erdem; Kafkaslardan esen yellerin Turan ufuklarını bir lâle bahçesine çevireceğine, Uluğ Türkistan’ın semâlarında mübârek bayraklarımızın dalgalandıracağına yıllar öncesinden işâret etmişti…

Rahmetli Gâlip Erdem, sohbet ve konferanslarında vermek istediği mesajları, anlatmak istediği meseleleri yumuşak tonda ve tatlı bir üslûpla anlatırdı. Sesi görüntüsüne tezat teşkil edecek derecede kalın ve etkileyiciydi...Tavır koymasını çok iyi bilir, hiç kimseden lafını çekmezdi. Tâvizsiz bir dâvâ adamı ve gerçek bir Türk münevveriydi. O, mevsimlik idealist, sentetik milliyetçi, seyyar kıbleli muhafazakâr, fason dâvâ adamı ve rozeti yüreğinden büyük olan insanlardan değildi. O ismiyle müsemmaydı... O bir Erdem şahikasıydı.  O, günümüzün Dede Korkut’uydu… Bir ülkü, bir vefâ, bir davâ, bir inanç adamıydı... Son yıllarda sıkça söylediği bir sözüyle, yarım asırlık milliyetçilik serencâmımızı bir cümlede özetlemiş; “Türk milliyetçiliğinin temel meselesi, Türk milliyetçileridir...” diyerek çok yerinde ve çok özlü bir teşhis ve tespitte bulunmuştu...Gâlip Erdem 67 yıllık hayatında; şahsî ideallerin değil, hep millî mefkûrelerin peşinde koşan, “günün adamı olma” yerine, “tarihin ve milletin hayırla yâdettiği insan olma”  cehtini gösteren, başı dik, alnı ak, sevdâsı Hakk olan bir Türk milliyetçisiydi…1959 yılındaki bir makâlesinde kendisini: “Millet gerçeğine inanmış, milliyetçilik ülküsüne yüreğini kaptırmıştı.. Hâlâ o eskisi gibidir, hiç değişmedi...” diye ifâde ediyordu. 1961 yılındaki bir başka yazısında ise: “İnsan vardır kendini dünyanın mihveri sanır; insan vardır kendini aşan bir büyük gâyenin vasıtası olduğuna inanır... Ben inananlardanım...” Ömür boyu çizgisini hiç değiştirmeyen Gâlip ağabeyimizi, biz ülkücüler; her zaman rahmet, minnet, hürmet ve eksilmeyen bir muhabbetle anıyor, hasretle arıyoruz… Hakk’a yalvardığı “Bayram Duası” yazısında: “ ..Allah’ım hırsımızı yenmenin yollarını öğret bize. Birbirimizi sevmenin, çilekeşliğimizi düşünmenin, muhtaçlarımızı hatırlamanın yollarını öğret.Sana ve milletimize lâyık insanlar olalım. Önce Hakk’a, sonra da halka hizmet etmesini bilelim. Bize “Büyük cihad”ın yollarını göster. Nefsimizi yenmenin sırlarını bildir, iyi görünmenin yetmediğini anlat bize, iyi olmanın şerefini öğret... Allah’ım, vefâyı öğret bize, fazîleti öğret, inanmanın büyüklüğünü anlayacak bir idrâk ver bize... Sevmeyi öğret bizlere..” diyordu... Biz onu hep iyi biliyor, inancına, vefâsına, fazîletine, sevgisine, nefsini yendiğine ülkücüler olarak şahâdet ediyoruz.. Son elli yılda çok  alperenler yetiştirdik ama, tek bir Dede Korkut’umuz oldu, o da Gâlip Erdem Ağabeyimizdi… Gâlip Ağabeyimizin; âbide şahsiyeti, idealist zihniyeti, üstün cesâreti, vefâsındaki asâleti, mücadele azmi, zulme direnişi, fedâkârlığı, yiğitliği, “haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmaması”, her zaman  Hakk’ın yanında yer alması, dünyevi menfaatler için eğilmemesi, inancından asla taviz vermemesi, ülkücülüğünden en olumsuz şartlarda bile geri adım atmaması bize ve gelecek nesillere  örnek olmalıdır. 1984 yılında yayınlanan “Mektuplar” isimli kitabında “Allah’ınıza, milletinize, tarihinize hesap verebildikten sonra ötesine hiç aldırmayın”  diyen Gâlip Erdem Ağabeyimizin ruhu şâd, mekânı cennet  olsun... Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfireti, Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in şefkât ve şefaati Gâlip Âbimizin üzerinden hiç eksilmesin… Allah (cc) O’ndan razı olsun ve gani gani rahmet eylesin… Âmin...

Gâlip Ağabeyimiz hepimizden alacaklı gitti… O’nun hakkını bizler hiçbir zaman ödeyemeyiz… Artık bize, Rahmetli Gâlip Erdem için bol bol duâ etmek düşüyor…  Fâtihâ’sı ve Yâsin’i, o çok sevdiği ülkücüler tarafından hiç ama hiç eksik edilmeyeceğine inanıyor ve bu yazıyı  “El Fâtihâ” diyerek bitiriyorum…

 

Dr. Mehmet GÜNEŞ

Yazarlar Haberleri