2023 Yılının ilk cumartesi günüydü. Genellikle geceleri geç yattığım için o sabah da kendime gelmem biraz zor olmuştu. Sabah erkenden ailecek kahvaltı yaparken bir yandan da gözlerimi ovuşturuyordum. Çünkü oğlumu yine okulunun kursuna götürecektim. Tekerek yolundan Yatılı Bölgeye doğru acele etmeden arabamı sürüyordum.
Cumartesi günü olmasına rağmen işlerine giden yetişkinlerle kurslara giden öğrenciler adeta yollara dökülmüştü. Kimisi kendi arabalarında yoluna devam ederken kimileri de bu soğukta duraklarda dolmuş ya da otobüs bekliyorlardı. Ocak ayının ilk günlerinde olduğumuz için hava acayip sisliydi. Oğlum bana ‘baba sis bir nevi bulut mudur?’ diye bir soru sordu. Ben de ‘evet sis aslında yere değen buluttur. Güneşin çıkmasıyla havalar ısınır, ısınmaya bağlı olarak yoğuşma azaldığı için sis de azalır ve yavaş yavaş kaybolur.’ dedim. Umarım ülkemizin geleceği olan gençlerin önündeki sisleri de ortadan kaldıracak bir güneşleri olur. Hayat şartlarının kolay olmadığından gençlerin ‘adam olmak için’ okumaktan başka çareleri yok diye düşünüyorum. ‘Adam olmak’ tabi ki sadece bir meslek sahibi olmak anlamına gelmez. Eğer sadece bir meslek sahibi olmak için okuyorsanız bu bir zorunluluktur. Kendinizi geliştirmek ve hayatı anlamak için okumalısınız. İşte o zaman okumak zevkli ve anlamlı bir uğraşa dönüşür.
Efe’yi okuluna bıraktıktan sonra kurumuma giderek arabamı düzgünce park ettikten sonra, kurum binamızın dış kapısının henüz açılmamış olduğunu gördüm. Eğer okulum açık olsaydı, benim için çok değerli olan bu bir saatlik zaman dilimde sınıfıma gidip, bilgisayarımı açarak bir yazı yazmayı planlıyordum. Sabahları erken geldiğimde genellikle öyle yaparım. Binadan içeriye giremeyince bulunduğum yere çok yakın olduğu için hemen öğretmenevinin okuma salonuna gidip kitap okumaya karar verdim. Öğretmenevinin yıllardır tanıdığım lobi görevlisine ‘günaydın’ diyerek merdivenlerden yukarıya çıktım. İkinci kattaki lokal bölümünde temizlik yapan görevli erken bir saatte karşısında beni görünce biraz şaşırdı! Ben de kendisine selam verdikten sonra kitap okuyacağımı belirterek okuma bölümüne geçtim. Lokalin asıl büyük bölümünde 25-30 civarında oyun masası, okuma bölümü için ayrılan küçük bir köşede ise birkaç koltuk, birkaç sehpa ve eski dolapta birkaç kitap vardı. Öğretmenliğe ilk başladığım yıllarda sık sık geldiğim öğretmenevine uzun süredir ilk defa geliyordum. Kitapların sayısının az ve eski kitaplar olduğunu görünce üzüldüm. Çünkü toplum olarak fazla okumuyor olmamız bir tarafa, topluma her konuda örnek olması gereken öğretmenler bile fazla kitap okumuyordu. Bu durum gerçekten üzücü... Çünkü okumamak cahilliği cahillik de geri kalmışlığı getirir. Ayrıca burası Ortadoğu ve bu coğrafyada belirttiğim nedenlerden dolayı medeniyetler tekamül etmekten çok yıkılıyor ve tıpkı Zümrüdüanka kuşu gibi küllerinden doğarak yeniden kuruluyordu. Türk milletinin son dirilişi olan Türkiye Cumhuriyetimizi de yaşatacak olgu okumak, okumaktır.
Bu cümleler beynimde dönüyorken, Stefan Zweig’in satranç romanındaki kahramanın yaşadıkları aklıma geldi. Kitap da ünlü bir yazar olan kahramanımız, uzun süre bir tutukluluk dönemi geçirmektedir. Ancak bu tutukluluk sürecini bir hücrede filan geçirmiyor. O bu süreci lüks bir otel odasında geçiriyor. Buna rağmen orası kendisine acı veren bir mekâna dönüşüyordu. Çünkü tecrit de bulunduğu odada okumak için herhangi bir kitap bulunmuyordu. Ben de uzun süre kitaptan uzak kaldığım için bir an önce bir şeyler okumak istiyordum. Kitaplıktan umudumu keserek şöyle bir etrafıma baktığımda sehpanın üzerinde duran ve kapağında Orhan Veli’nin siyah beyaz vesikalık fotoğrafı olan bir dergi gözüme ilişti.
Bu dergi ‘Düşeyaz’ dergisiydi. Normalde de takip etmeye çalıştığım bu derginin okumadığım bir sayısını o anda görmüş olmak beni sevindirdi. Dergi okuma tarzım öteden beri, önce mutlaka kapak ve içindekileri inceledikten sonra, en çok dikkatimi çeken yazıdan başlamaktır. Eğer yeterince vaktim de varsa tamamını okurum. Okumak için derginin ilk sayfasını açtığımda bazı kelimelerin altlarının tükenmez kalemle çizilmiş olduğunu gördüm. Vedat Ali Kızıltepe’nin yazısında dergicilik serüvenine 2015’te başlamış olmasına rağmen, adının değişmiş şekliyle ‘düşeyaz’ olarak ilk sayısının bu sayı olduğu ve bu sayının temasının da ‘diriliş’ olduğu yazıyordu. Okumaya devam ederken dikkatimi bir şey çekti. Benden önce bu dergiyi okuyan kişi ‘şevk, akıl dimağı, istişare, meşakkatli, dem vurmak ve fikri özgürlük kelimelerinin altını çizmişti. İkinci sayfadaki yaşama sevinci, doğa ve umut temalı ‘yaşama tutunmak’ yazısını da beğendim. Dirilişle ilgili şiirlerden sonra Niyazi Kara’nın insandan başlayarak toplumun dirileceğini ve erdemli insanlar sayesinde erdemli toplum olabileceğimizi anlatan güzel bir yazısı vardı. ‘Bin Umut’ yazısına şöyle bir göz gezdirdiğimde benden önce okuyan ve kim olduğunu merak ettiğim kişi bu yazıda terminal, peron, muavin, bavul, paradoks ve hikaye kelimelerinin altını çizmişti. Bu kişinin de benim gibi yolculuğu seven biri olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü altı çizili bu kelimeler anlamları bilinmeyecek ya da çok ilginç kelimeler değillerdi. Hatta dikkatli okuma yapmasından onun bir yazar bile olabileceğini düşmekten kendimi alamadım.
Bu arada neden bir dedektif gibi inceleme yaptığımın farkında bile değildim. Sonra kendi kendime en son okuduğum Ahmet Ümit romanının etkisinde kalmış olmalıyım diye düşündüm. Komiser Nevzat’ın maceralarını anlatan ‘Kırlangıç Çığlığı’ adlı bu maceranın etkisinden çıkmamışsam güzel bir roman olmalıydı değil mi? Türk milletinin binlerce yıllık tarihi boyunca geçirdiği evreleri çam metaforuyla anlatan ve çok güzel bir söz ile biten Veysel Altunbay’ın da yazısını çok beğendim. Selma Dolgun hanımefendinin yazdığı ‘zakkum konağındaki diriliş’ adlı öyküyü de benden önce okuyan kişi bazı izler bırakmıştı. Ancak bu sefer kelimelerin altlarının kurşun kalemle çizilmiş olduğunu fark ettim. Bu arada yine bu konulara takıldım ve kafam karıştı. Okuyan kişinin neden bu sefer de kurşun kalemle çizmiş olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Acaba dergiyi okuyan kişi aynı kişi miydi? yoksa başka birisi miydi? diye düşündüm. Belki de kendine ait kurşun kalemini yanına almayı unutmuştur. Garsondan bir kalem istediğinde o da okey oynayan kişilerin kullandığı kalemlerden birini vermiştir diye düşündüm.
Bu yazıda ise matem, sükut, zapt etmek, tebessüm, hissiyat, şefkat, mahcup, defa ve nirvana kelimelerinin altları çiziliydi. Bu çok uzun bir öyküymüş sonra okurum diyerek, Zekeriya Çakabey’in ‘Yıldız tutan çocuklar’ şiirine geçtim. Çünkü her bir nesir iyi birer yemek türü ise, şiir de benim için çeşit çeşit tatlı türlerindendir. ‘Bir hortum çıkmalı, yıkmalı eğri duran direkleri, bir ruh üflemeli yeni doğan çocuklara, düzeltmeli dünyanın altında dönen tekerlekleri’ diyordu Çakabey bu şiirinde. İyi bir damak tadı bırakan şiirdeki bu temennilere ben de ‘amin’ diyerek okumalarıma devam ettim. Okumaya dalmışım epey vakit geçmiş tabi saatime baktığımda ders vaktim yaklaşmıştı. Ama bir saatlik de olsa güzel bir vakit geçirmiştim. Hepsini okuyamadığım derginin içim rahat etsin diye son sayfasına şöyle bir göz attığımda Orhan Veli; tüyden hafif olurum böyle sabahlar, karşı damda bir güneş parçası, içimde kuş cıvıltıları şarkılar, sanırım ki böyle günler hep güzel gidecek... Benzer hislerle ayrılmıştım o gün sabah öğretmenevinden.
İşte o günden bir ay sonra büyük deprem yaşandı ve ağır hasar alan öğretmenevi bir süre sonra yıkıldı. 1990’larda zamanın şartlarına göre oldukça lüks yapılmış bu öğretmenevinde; konakladığım zamanlar oldu, yemek yediğim zamanlar oldu, çay içtiğim zamanlar oldu, misafir ağırladığım zamanlar oldu, hatta yeri geldi lokalinde maç izledim, yeri geldi kuaföründe tıraş da oldum… Ancak bu bir saatlik son ziyaretime ait öğretmenevi anılarımın kalıcı olmasını istedim. Çünkü Kahramanmaraş’a yıllarca hizmet etmiş olan Öğretmenevi depremde ağır hasar almıştı. Depremden 3 ay sonra da bütün benzer anılarıyla birlikte bizlere veda ederek yıkıldı gitti!
Dr. Nurullah KILNÇ