Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan, fakat hoş bulmadın bizi…
Bu Ramazanda da, kanadı kırık coğrafyamızda yine yalnızız, yine yorgunuz, yine yürekten vurgunuz… Çünkü her yanda; umutları, hayâlleri, ideâlleri, istikbâlleri çalınan; hür irâdeleri, her türlü hakları, demokrasi talepleri ellerinden alınan; çağdaş putların, Nemrutların, Tagutların insafına âmâde kılınan Müslümanlar karşımıza çıkıyor.
Ne yazık ki, çok uzun zamandır İslâm coğrafyasında; atâlet, rehâvet, cehâlet, dalâlet, gaflet ve hıyânet hep iç içe yaşıyor. Dinmiyor bir türlü “Nazlı Hilâl”in gözyaşı… Ne yana baksak o yanda; hasretin hicrâna, hicrânın hüzzâma dönüşüne şâhit oluyoruz… Ve Söğüt’ten filiz verip cihâna yayılan, “Veliyyün külli mazlumîn” (Bütün mazlumların velîsi) olan, ancak 20. yüzyılın başında gurûb eden Türk milletinin tarihî mefahirinin yarım kalan mukaddes sevdâsının hüznünü yüreklerimizde duyuyoruz.
Müslümanlar, yine en vahşi katliamlara uğruyor… Yine bomba yağmurları altında sonu gelmeyen sürgünler yaşıyor. Vicdanları sağırlaşmış, yürekleri taşlaşmış “Hür Dünya”, katliamları BM ile birlikte vurdumduymaz bir tavırla sâdece seyrediyor…
Kudüs; akrebin kıskacında, yine öksüz, yine yetim... Mescid-i Aksâ yine kan ağlıyor… Yine sapan taşlı çocuklar tanka karşı yumruklarıyla vatan müdafaası yapıyor. Yine kundaklardan kan damlıyor. Yine anaların yürekleri parçalanıyor. Yine Gazze’de insanlık insanlığından utanıyor. Yine zulüm ayyuka çıkıyor…
Doğu Türkistan’da “Hicretlerin bakiyesi hicranlı duygular”[1] demir atıyor kalbimize… Çin hükümeti “toplama kampları”nda milyonlarca Türk’e zulmün, işkencenin, katliamın en alçak yöntemlerini uyguluyor soydaşlarımıza, dindaşlarımıza… Uygur Türkleri; insanlık dışı, en nâmussuz ve en akla gelmez Çin işkencelerine mâruz kalıyor… BM “üç maymun”u oynarken, İslâm İşbirliği Teşkilatı susuyor, Al Bayrak bildiriyle bile olsa destek veremiyor Gök Bayrağa… Boğulmuş feryatlar titriyor sesimizde… Otuz milyondan fazla Müslüman Türk tarihte eşi görülmemiş maddî ve mânevî işkence yöntemleriyle yok edilmeye çalışılırken bu korkunç faciaya Türkiye olarak seyirci kalmamızın ne vicdânî, ne ahlâki, ne millî, ne İslâmî, ne de insânî bir tarafı var mı acaba? Urumçi’de ezanlar minarelerde buz tutsa da; hâlini -Türkiye dâhil- hiç kimseye anlatamıyor, derdini hiç kimseye dinletemiyor. Mazlumların çığlığı gökkubbeyi deliyor, lâkin Müslüman yüreklerden içeri bir türlü giremiyor… Doğu Türkistan, iki milyarlık bir dünyanın yalnızlığını bölüşüyor… Uygur Türkleri; inancından, asâletinden, vakarından ve mertliğinden hiçbir şey kaybetmeden Osman Batur’un izinde yürüyerek cihad şuurunu kıyâma durdurmaya çalışıyor, insan haklarını savunan (?!) namertlere ve ABD uşağı herif-i nâşeriflere inat…
Suriye’de yaşanan; acı, kan, gözyaşı, sürgün, talan, işgâl ve katliam… Tam bir küresel vahşet… İslâm coğrafyasında insan hayatı sudan ucuz... Irak’ta küresel saldırılar bir soykırım boyutuna varıyor. Irkçılık ve mezhep çatışmaları bir türlü bitmek bilmiyor… Bağdat’ın, Kerkük’ün, Musul’un, Telâfer’in ufkunu yine siyah dumanlar bürümüş… Kuzey Irak’tan sonra Kuzey Suriye’de de yine bir “fitne fitili” ateşlenmiş… İsrail uşaklığına ve ABD tetikçiliğine “poşulu rakkâseler” yeniden seferber olmuş…
Sûdan ayrı bir dert… Mısır’da sergilenen yine küresel tezgâh… Huzûra hasret olan Şimâlî Afrika, Ceziretü’l-Arab, Yemen, Bahreyn, Kuveyt, Umman Osmanlı Türklerini nasıl aramasın? Libyâ, Ay Yıldızlı Söğüt dalının gölgesinde nefes almaya, huzuru bulmaya çalışıyor…
Afganistan’da toprak yine ölüm kokuyor. Kandehar Dağları’nda umutları paramparça olmuş insanlar gözyaşı döküyor… Küresel insan kasaplarının “demokrasi getirme” (!) yalanı Haçlı vahşetine dönüşüyor, ama hiç kimse kılını bile kıpırdatmıyor…
Keşmir yine yaralı, Ahıskalıların yine gözü yaşlı, Karabağ yine yaslı, Kırım yine kırılıyor, Batı Trakya yine garip, Bosna yine mustarip... Tuna öksüz, Üsküp yetim…
Arakan’da, Somali’de, Keşmir’de insanlar aç, insanlar biilaç, insanlar perişan, insanlar âciz... İnsanlar, “hastanın sabahı beklediği gibi”[2] bir yudum su, bir parça ekmek, bir tüp ilaç, bir kutu mama bekliyor; gözünü semâya dikerek…
Bütün bunlardan çok daha vahimi ise;
Birçok İslâm ülkesinde “Müslüman” liderlerin (?!), küffârın zulüm rekorlarını peş peşe egale etmesi. Orta-Doğu düşman çizmesi altında inlerken, yedi yıldızlı saraylarda keyif süren lider müsveddesi emirlerin petro-dolarların gölgesinde serinlemesi…
Oligarşik yönetimlerin, aşiret reislerinin, beşik uleması mollaların, fason kanaat önderlerinin, devşirme din baronlarının, beynini ve ruhunu kiraya veren “aydın” kisveli karanlık adamların, tatlı su demokratlarının, mevsimlik ideâlistlerin, rüzgâr gülü muhafazakârların ve ABD güdümünde siyâset belirleyen (?!) emireri politika bezirgânlarının İslâm coğrafyasındaki milletleri küresel yalanlarla kandırması, “sahip”lerinin arzuları istikâmetinde uyutması, manipüle etmesi ve gütmesi…
Hâl böyle olunca, nasıl bize “Hoş bulduk” diyebilsin bu mübârek Ay…
Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan, fakat hoş bulmadın bizi…
Anadolu Yaylası’nda ve Türk Dünyası’nda da derdimiz bitmek bilmiyor bir türlü… Yüreğimizi yakan sancılar ve zihnimizdeki dayanılmaz acılar hep iç içe giriyor. Âkif’imiz; “Ne gurbettir çöken İslâm’a, İslâm’ın diyârında”[3] derken bu hâleti vurguluyor. Ülkemiz, kendi medeniyetiyle kavgalı, kendi değerleriyle dâvalı, kendi insanıyla kavgalı hâle geliyor / getiriliyor. İnsanımız, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya”[4] durumuna düşüyor / düşürülüyor. “Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem”[5] mısraı milletimizin yaşadığı sıkıntıları sükûtun lisânıyla dile getiriyor. Devlet adamlarımız ayrı bir dert, ilmiyenin, seyfiyenin, kalemiyenin hâli ayrı bir külfet, kaht-ı ricâl bir başka sıkıntı, insanımız ayrı bir makam, ahvâlimiz ve minvâlimiz ayrı bir fasıl olunca, Şehr-i Ramazan bizi nasıl hoş bulabilsin ki…
Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; Ramazan’da kendimizi, maddî sıkletimizden çok daha fazla manevî eksikliklerimizi ölçmek için kantara vurmuyoruz /vuramıyoruz / vurmak istemiyoruz, nefis muhasebesinin üzerinde durmuyoruz /duramıyoruz /durmak istemiyoruz…
Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; ülkemizde de Ramazan’ın rûhu, saatlerin kadranına, ya da takvimlerin yapraklarına hapsediliyor, Onbir Ayın Sultanı’ndan yansıyan güzelliklerin gönüllere girmesine mâni olmak için bâzı “televizyon ulamalarının”; “sakala göre tarak vurduğuna”, İslâm’ın en net emir ve yasaklarını köşeli ifâdelerle değil, köşe dönmek adına yuvarlak hükümlerle (!?) anlattığına şahit olunuyor…
Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; Ramazan'ın rahmet ve hidâyet ikliminin; evlere, sokaklara, şehirlere ve tüm ülkeye yaydığı İlâhî sevdayı, ruhlarımıza duyurduğu “Gül” kokusunu ve yüreklerimize taşıdığı bayram coşkusunu hazmedemeyenler; taammüden “Ramazan suikastlari”ne teşebbüs etmek için yine sahne alıyorlar… Her yıl Ramazan’ın feyz ve bereketini azaltmak, bu inanç iklimin nûrânî güzelliklerini buharlaştırmak, zihinlerde tereddütlere sebep olmak ve gönülleri ifsat etmek için sahne alan bir kısım tele-vâizler ve modern din eksperleri (!) yine kafa karıştırmaya devam ediyorlar… Dîni dar bu hokkabazlar; dindarları tahrik ve tahkir, dînî hayatı tahrif ve tahrip için her yıl sun’i meseleler, art niyetli gündemler icat ediyorlar, bir kaşık suda fırtına kopartıyorlar, havanda su dövüyorlar, bozgunculuk yarışına giriyorlar ve dîni mihraptan yıkmaya çalışıyorlar…
Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; her sene olduğu gibi bu yıl da, “bir kısım medya”; hem “ruh kökümüze” duyduğu husûmet, hem milletimize karşı beslediği nefret, hem de ticârî ihlâsa dayalı hidâyet (!) sebebiyle “Ramazan Müslümanı” oluyor… Seyyar kıbleli boyalı basın, gözünü boyadığı Müslümanlardan nemalanmanın yollarını yine buluyor ve dindarlığını göstermek adına “tombala seti”nin yanında; “Tercüme Din Kitapları”nı, “Ramazan Yemekleri Târifi”ni ve “Kesikbaş” hikâyelerini de promosyon olarak veriyor… Ve “bizim mahallenin” “saf ve mütedeyyin sâkinleri” bâzı proğramların reytingleri ve gazete tirajları tavan yaptırmaya devam ediyor…
Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; Ramazan’ın gündüzünde oruç tutup, gecesinde teravih için safa duranlar, “Nasrânileri ve Yahudileri” kendisine dost ediniyorlar; Türkiye’nin “ABD ile Stratejik Ortaklık” masalı ve “AB Üyeliği” ütopyasıyla ne hâle düştüklerinin / düşürüldüklerinin farkına bile var/a/mıyorlar. Tolumda Ömerler bulmak isteyenler, “Câmiyi yık, ama adâleti yıkma!” diyen Hz. Ömer(r.a.)’in bu muhteşem ifâdesini kuvveden fiile geçir/e/miyorlar… İnandığını yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanıp icraat yapmaya başlıyor, Asr-ı Saâdet özlemini dillerinden düşürmeyenler, öz değerlerinden uzaklaşıp sekülerleşirken, ne yazık ki bu hâllerine dînî (?) fetvâlar da üretiyorlar… Temel İslâmî ölçülerini ve ahlâkî değerlerini kaybetmiş bir dindarlığın (?) ihlâstan mahrum ritüellere ve söylemlere dönüşmesi insanımızın ruh ve gönül dünyasını çoraklaştırmışken; VİP Umre abonesi ve Zemzem Towers müdâvimi “Hacılar” kesâfet kesbederken, “kasa, masa, nisâ” düşkünü ve rezidans müptelâsı “muhafazakâr Müslümanlar” madde bağımlılığı krizi yaşıyorken, Şehr-i Ramazan bizi nasıl hoş bulabilsin ki…
Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zîrâ; “Batılı müttefiklerimiz” (!) tarafından Türkiye üzerinde bir ameliyat plânlanıyor. Bu aziz vatan, göz göre göre etnik fitnenin ateşiyle kavruluyor… “Bin yıllık kardeşlik” yok edilmeye çalışılıyor. Akıl, iz’an, ferâset ve irfan; “ileri demokrasi ve özgürlük” terâneleri adına dile getirilen etnik fitnenin bölücü rüzgârlarında savruluyor. “Kimlik sorunu” diyenlerin, zihniyetlerinin arka plânında vârolan “kişilik problemi” ve “inançsızlık fenomeni” hiç mi hiç sorgulanmıyor. “Analar ağlamasın!” diyenler bu aziz milletin anasını ağlatmaya, Mehmetçiklerimizin kanını dökmeye devam ediyor… Durum böyle olunca Şehr-i Ramazan bizi nasıl hoş bulabilsin ki…
Elbette Şehr-i Ramazan hoş bulmadı bizi, zirâ; nefsimiz Ramazan’ın nûruyla tenvîr ve tezyîn edilmeyi beklerken, yüreğimiz dünyanın nârına yanmaya devam ediyor… Ramazan’da, Ramazan ruhunu yaşamadan ve yaşatmadan oruç tutuluyor… Ramazan’ın taşıdığı mânâ ve ruhu idrâk etmeden, şeklî olarak yaptığımız ibâdetlerin bir tezâhürü olan, özünden değil yüzünden tutulan oruçlar, Abbas Sayar’ın:
“Gündüz oruç, gece kumar
Deli gönül cennet umar”
dizelerinde sehl-i mümtenî tarzında ve çok veciz bir biçimde ifâde ediliyor…
(Devam edecek)
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Açık Deniz
[2] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Beklenen, 196
[3] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Gölgeler, Umar mıydın, 443
[4] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-400
[5] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Safahat, 3