HOŞ GELDİN YÂ ŞEHR-İ RAMAZAN - I

“Müjde mü’minler size, ihsân-ı Rahmân’dır gelen.Şânına tazim için bu mâh-ı gufrândır gelen.O’ndadır feyz-i hidâyet, O’ndadır afv ü kerem.Kadrini bil mevsimi inzâl-i Kur’ân’dır gelen.”[1]                  ...

“Müjde mü’minler size, ihsân-ı Rahmân’dır gelen.

Şânına tazim için bu mâh-ı gufrândır gelen.

O’ndadır feyz-i hidâyet, O’ndadır afv ü kerem.

Kadrini bil mevsimi inzâl-i Kur’ân’dır gelen.[1]

 

                  * * *

Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan!..

Hoş geldin ey vahyin nâzil olduğu mübârek Kur’ân ayı.

Hoş geldin ey ‘bir ömre bedel bir gece’ye ev sahibi olan gufrân ayı.

Hoş geldin ey günahların hazan mevsimi, sevapların harman ayı.

Hoş geldin ey “rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluşa vesile olan” [2] sınırsız ihsân ayı.

Hoş geldin ey gönülleri nûra doyuran, yüreklere “Gül”  kokuları duyuran Ramazan ayı…

Hoş geldin ey on bir ayın sultanı.

Hoş geldin ey ayların en fazîletli olanı.

Hoş geldin ey orucun farz kılındığı, yılın en kutlu zamanı.

Hoş geldin ey huşû, hayır ve bereket ummanı.

Hoş geldin ey; canımızı Hakk’ın yoluna koymaya, kalbimizde O’nun aşkını duymaya, her ânımızda İlâhî Mesaj’ın emir ve yasaklarına uymaya vesile olan “Üç Aylar”ın hakânı...

 

Hoş geldin ey nefsin belinin kırıldığı, ihtirasların durulduğu, kardeşlik duygularının dirildiği, ibâdetlere en çok sevabın verildiği ay.

Hoş geldin ey  “Cehennem kapılarının kapandığı, Cennet kapılarının açıldığı, Şeytanların zincire vurulduğu”[3] ay.

Hoş geldin ey semâvî meltemlerle günah ateşini söndüren ay.

Hoş geldin ey fakirlerin feryâdını dindiren ay.

Hoş geldin ey âşıkları en fazla sevindiren ay.

Hoş geldin ey kalplerimizdeki merhamet duygusunu çoğaltıp bizleri hayra özendiren ay.

Hoş geldin ey çöle dönmüş sîneleri İlâhî sevdânın diriltici soluğuyla yeşertip yeniden hayata döndüren ay.

Hoş geldin ey mâsivâdan uzak durmanın hâletiyle, rûhumuzu kâmil sıfatlarla bezendiren ay. Hoş geldin ey rahmetiyle asûmânı saran ve gönüllere irtifa kazandıran ay…

Hoş geldin ey, kulluk şuurunun şahikalaştığı; semâvî feyzin dolup taştığı; mü’minlerin tezekkür, tefekkür ve tasadduk yoluyla rûhî inkişâfa ulaştığı; şefkat hislerinin bayraklaştığı ay.

Hoş geldin ey taksîrâtın ve seyyiâtın azaldığı; ibâdetin ve rızkın çoğaldığı ay.

Hoş geldin ey îman ehlinin; duâ, zikir ve şükür ikliminde en fazla kaldığı ay…

Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan!..

Hoş geldin ey cömertlik damarlarımızı besleyen, muhabbet duygularımızı merhametin en gümrah çağladığı yamaçlara yaslayan, tavırlarımızı tevâzû ile süsleyen ay.

Hoş geldin ey aç kalıp açların, susuz kalıp susamışların hâlini anlamamızı sağlayan, ihtiyaç içinde olanlara yardımın önemini kavratan, varlık içinde yokluk çektirerek yokluk içindekileri varlığa kavuşturan ve Kur’ân-ı Kerim’de ismi açık olarak zikredilen Allah’ın ziyâfet ve bereket ayı.

Hoş geldin ey günahlarımıza kefaret, duâlarımıza icâbet, hâlimize necâbet, davranışlarımıza sabır ve selâmet, ruhlarımıza sükûnet bahşeden ay.

Hoş geldin ey her ânımızı Kur’ân ve sünnetle dolduran ay.

Hoş geldin ey, nefsin isteklerinden bunalan ruhlara oruçla nefes aldıran ay.

Hoş geldin ey ağzı bağlayıp gönülleri açarak mü’minleri hikmet deryasına daldıran ay...

Hoş geldin ey hayatımıza çeki düzen verilmesine, yakınımızda olup da göremediklerimizin fark edilmesine, ihtiyaç içinde olanların sıkıntılarının giderilmesine vesile olan ay.

Hoş geldin ey Âlemlerin Rabbi’nden selâmlar getiren, bizleri ihlâs ve takvâ ufuklarına götüren, oruçlarını tutup, amellerini düzeltip, sıdk ile tövbe edenlerin günahlarını yakıp bitiren ay.

Hoş geldin ey “fenâlıklara karşı siper”[4], nefsânî arzulara karşı kalkan, kin ve nefret duygularına karşı zırh olan ay.

Hoş geldin ey “bedenin zekâtı olan oruç”la[5]; organlara istirahat, bünyeye sağlık, sinir sistemine mukâvemet veren, vücudu tâmir edip yenileyen, irâdeyi kuvvetlendiren, bizleri maddî ve mânevî olarak temizleyen, tâzeleyen, dengeleyen, dirilten, zindeleştiren ve nihayet ruhun doyurulması için bedenin aç bırakılmasını simgeleyen sıhhat ayı…

Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan!..

Seherleri, Kur’ân tilâvetiyle nurlandıran sahurlarınla;

Hânelerimize tatlı bir heyecan fırtınası ve rahmet sağanağı yaşatan iftarlarınla;

Gece karanlığını tenvir edip secdeleri çoğaltan terâvihlerinle;

Zihinleri ve gönülleri coşturan vaazların, mukabelelerin, sohbetlerinle,

Fakir fukarânın geçim sıkıntısına dermân, bîçârelerin yaralarına merhem olan zekât ve fıtralarınla;

İftâriyelerin, iftara dâvetlerin, ramazan pidelerin, mahyaların, mânilerin, ilâhîlerin, imsâkiyelerin, iftar topların ve ramazan davullarınla,

Hâsılı kelâm insanımızı birleştiren, ruhlarımızı bütünleştiren, kardeşlik şuurumuzu kavîleştiren, idrâkimizi artırıp, insafımızı depreştiren, yüreklerimizi güzelleştiren o muhteşem mânevî atmosferinle hoş geldin ey Mübârek Ay...

Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan!..

Hoşluklar getirdin bize…  Her zaman olduğu gibi Cennet kokuları ikrâm ettin gönüllerimize… Maddî ve mânevî dünyamıza ihsân ettiğin bunca nîmetlerle “hoş gelip”, safâlar getirdiğin gibi, ziyâret ettiğin insanları da “hoş bulup”, huzûr içinde görmeyi arzularsın elbette… Fakat yıllardır yaşadığımız hâl-i pür melâl sebebiyle yine “hoş bulmadın” bizi…  Geldin ve gördün vîrân coğrafyamızı ve perişân hâlimizi… İslâm Âlemi’ni hiç bu kadar yılgın, yorgun, yaslı, yaralı, mutsuz, umutsuz, birliğini ve dirliğini kaybetmiş görmediğin gibi; son bir yıldır bütün dünyayı etkisi altına alan Covid-19 pandemisi de perişân eyledi bütün insanlığı ve ülkemizi… Bu konuda şunu da ifâde etmemiz gerekir ki; “Güç bende!” diyen süper güçler  (?) gözle görülemeyen ve milimetrenin binde biri büyüklüğünde olan bir virüs karşısında âciz kalırken, “akleden kalp”[6] ile tefekkür edenler,  gerçek güç ve sınırsız kuvvetin; İlâhî Beyan’da; “..İnnallâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr..”[7] (Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.)  diye buyurulan, “Kudret”  sıfatının ve “Habîr”, “Kebîr”, “Hakîm”, “Kadîr”, “Muktedîr” esmâlarının sâhibi olan Yüce Rabbimiz olduğunu bir kere daha idrâk ederler ve bu Mübârek Ay’da teakkulle îmanlarını daha da güçlendirirler ve “Allahu Ekber!”  diyerek aşk ile secdeye varırlar…

          Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan, fakat hoş bulmadın bizi…

Çünkü bizler;

Kandillerini yakamadığımız, kıymet hükümlerini yaşatamadığımız, ahlâkını yaşayamadığımız, inşâ ve ihyâsını yapamadığımız, ihtişamlı bir geçmişi muhteşem bir geleceğe taşıyamadığımız mahzun bir medeniyetin vârisi olarak karşıladık seni ey Mübârek Ay…

Mânânın vârisleriyken maddenin köleliğinde körelen, maddeye mânâ penceresinden bakamadığı için karanlıklara sarılan, madde ve mânâ boyutuyla hazin bir meçhûlün girdâbında yorulan, vahdeti terk edip tefrikada karar kılan ve kardeşlik duyguları yıkılan mazlum bir ümmetin müntesibi olarak karşıladık seni ey Mübârek Ay…

Vahiy kültüründen kopartılmış, ruh kökünden ayrılmış, tevârüs ettiği mukaddes değerlerden uzaklaş/tırıl/mış, tarihî mefâhirinden utan/dırıl/mış, tefekkür şuurunu kaybetmiş, medeniyet muhâciri olmaya mahkûm edilmiş bir milletin mensubu olarak karşıladık seni ey Mübârek Ay…

 

           Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan, fakat hoş bulmadın bizi…

“Hoş geldin” dedik amma, ne yazık ki -asırlardır olduğu gibi-  “Hoş bulduk” dedirtemedik sana… Çünkü yüzyıllar var ki biz Müslümanlar;

Kur’ân ve Sünnet’i hayatımızın merkezine koy/a/madığımız için,

Hayatımızı İlâhî mesajın emirlerine göre düzenleyip yaşa/ya/madığımız için,

Dûçâr olduğumuz her türlü yanlışlığı, İlâhî Mesaj’ın hiç yanıltmayan rehberliğinde bütün neticeleriyle birlikte ortadan kaldır/a/madığımız için,

İnandığı gibi yaşamanın iddiâsında bulunup, ifâsını yap/a/madığımız için,

“Emrolunduğumuz gibi dosdoğru ol”[8]/a/madığımız için karanlıklar içinde bunaldık…

Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan, fakat hoş bulmadın bizi…

İslâm hakîkatinin insana yüklediği keyfiyeti aslî mânâsıyla idrâk edip hayatın her karesini besmeleyle fethedemediğimiz için;

Bin yıldır sancaktarlığını yaptığımız İ’lây-ı Kelimetullah dâvâsına hâdim olmak yolunda hakkıyla gayret gösteremediğimiz için;

Semâvî sevdâlarla beslenmeyip, “Gülün gölgesinde nefeslenmeyip, nefsin kölesi olmaktan yorgun ve yılgın düştüğümüz için;

Tefekkür şuurumuzu, ilim idrâkimizi, medeniyet tasavvurumuzu ve Nizâm-ı Âlem Ülkümüzü kaybettiğimiz için a’rafta kaldık…

Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan, fakat hoş bulmadın bizi…

Asırlardır İslâm’ı “asrın idrâkine”[9] söylet/e/mediğimiz için; “Oku!”[10] emrini hayatın her safhasına âmir kılıp, irâdemizi, zihnimizi ve gönlümüzü nurlandır/a/madığımız için;

İnsanı, eşyayı, zamanı, varlığı “Allah(c.c.) adına”, “Allah(c.c.) adıyla” ve “Gül” nazarıyla oku/ya/madığımız için;

İslâm’ı “aklederek”[11] anla/ya/madığımız, madde ile mânayı, ilim ile îmanı, akıl ile kalbi, kalem ile kılıcı, alın teriyle duâyı yoldaş kıl/a/madığımız için perişan olduk…

Bütün bunların tabiî neticesi; ideâllerimizin, hayâllerimizin, hedeflerimizin, hareket tarzlarımızın, anlam ve kavram haritalarımızın çerçevesini İslâm’dan gayrı her şey çizmeye başladı… Böyle olunca; kendi değer yargılarımızı bilemez, şahsiyetimizi bulamaz, kimlik şaşkını olmaktan kurtulamaz, artı değer üretemez, ilim ve teknolojiye katkı yapamaz olduk… Hayatımıza Hilâl doğmaz, gecelerimize müjdeli şafaklar ağmaz oldu… Bahar gelmeden dünyamıza hep hazan erdi… Ve zifiri bir karanlık zimmetlendi yüreklerimize… Velhâsıl, İslâm’la Müslümanların arasına aşılmaz dağlar girince; geri kalmışlık yaftası “liyâkat nişânımız”; sefâlet, esâret, zillet, kan, gözyaşı, zulüm değişmez  “aksesuarlarımız” oldu…

 

     Hoş geldin Yâ Şehr-i Ramazan,  fakat hoş bulmadın bizi…

Bize nasıl “Hoş bulduk” diyebilsin ki bu Mübârek Ay…

Zîrâ, yukarıda sebeplerini sayıp, sonuçlarını sıraladığımız hakîkatler yüzünden, yüzyıllardır “İslâm Dünyası” hep “bir hoş” oldu, hep “nâhoş” oldu, ama madde ve mânâ plânında hiç “hoş” olmadı / olamadı…

Bugün de; küresel postal seslerinin en yüksek perdeden duyulduğu, devşirilmiş yöneticilerin derebeyi zihniyetiyle işe koyulduğu, yönetimle halk arasındaki çelişkilerin çok dramatik bir biçimde görüldüğü, sömürünün her çeşidinin en girift hâliyle arz-ı endâm ettiği coğrafyalar, ne yazık ki yine İslâm coğrafyaları…

Geri kalmışlığın, zulmün, her türlü adâletsizliğin ve açlığın feodal yönetimlerle kol kola gezdiği/gezdirildiği, kanın ve gözyaşının sel olup aktığı / akıtıldığı yerler de ne hazindir ki yine bizim topraklarımız…

Birliğini çoktan yitiren, enerjisini ve zenginliklerini israf edip bitiren, birbirine düş/ürül/üp gücünü, kuvvetini, ümmet olma hasletini kaybeden, tâlî ve sun’î meselelerle uğraşmaktan, esbâba tevessülden uzaklaşmaktan, akılsız, ilimsiz, fikirsiz vâdilerde dolaşmaktan, düşmana lânet yağdırmaktan başka elinden bir şey gelmeyen ülkeler ne yazık ki yine İslâm diyarları…

Hâlimiz apaçık ortada…

“Allah’ın ipine sımsıkı”[12]  sarılmadığımız için çöl sıcağında bile yüreğimiz üşüyor.

Asırlık gecelerde Hilâl; hep hüzün, hep hicran, hep hüsran bölüşüyor.

Ümmet-i Muhammed’in bahtına hep “âh etmek”, hep “eyvah” demek düşüyor.

Müslümanlar, Haç ve Havra’nın zulmü altında cehennem hayatı yaşarken; mü’minler, küffârın insafına (!) terk edilip gayya kuyularına savrulurken; yürekler altı köşeli” hileler ve dayanılmaz çileler içinde kavrulurken; bizim gibi düşünmeyip, bize “baş” olanlar “bağrımızda taş” olmaya devam ederken; coğrafyamızın dört bir yanından oluk oluk kan akarken ve bizler yaşanan bunca acıya, vahşete ve zulme yıllar yılı elleri böğründe bakarken; nasıl bize “hoş bulduk” diyebilsin bu Mübârek Ay…

Bahtiyar Vahapzâde’nin dizeleriyle söyleyecek olursak:

“Cesur geçmişimizden üzüldü ellerimiz,

Şeref bildik özgeye kul olmağı yoksa biz?

                          …

 

Vicdan, düzlük, hakîkat sürgün oldu bu yerden,

Yaltaklık ve hıyânet silahını yağladı…

Cesaret kılıcının ağzı düşdü keserden,

Kabzasında, kınında örümcek ağ bağladı…

                          …

 

Ruhsuz yaşadıkça biz

Vicdanımız, eşgimiz üzümüze ağ oldu.

Biz böylece yaşadık, yaşamadık, süründük,

Emelimizde değil, sözümüzde göründük.

 Ruhumuz kan ağladı,

Mescid kapılarında örümcek ağ bağladı…”[13]

 

Hâl böyle olunca, nasıl bize “Hoş bulduk” diyebilsin ki bu Mübârek Ay…

(Devam edecek) 

Dr. Mehmet GÜNEŞ

[1] Ahmet Remzi Akyürek

[2] Sahih-i Buhari, III, 191.

[3] Buhârî, Savm 5, Bed'ul-halk 11; Müslim, Sıyâm 1, 4

[4] Buhârî, Sıyam, 6, 248

[5] İbn-i Mâce, Sıyam, 44

[6] Kâf, 50/37

[7] Nahl, 16/77; Nûr, 24/44; Fâtır, 35/1

[8] Hûd, 11/112

[9] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Âsım, 402

[10] A’lak, 96/1

[11] Mülk, 67/10; Ankebut, 29 /43; Rum, 30/24

[12] Âl-i İmrân, 3/103

[13] Bahtiyar Vahapzâde, Ümide Heykel Goyun -  Yeni Şe’rler, Örümcek Ağ Bağladı, 48-49

Yazarlar Haberleri