“Gül”ün Tavır Ve Davranışları

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.); yumuşak huylu, mûtedil,  sâkin tavırlı, her hâlükârda nefsine hükmeden ve her şartta öfkesini yenen yâni hilm sâhibi olan bir insandı. Efendimiz’in insanlara karşı “yumuşak davranması,...

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.); yumuşak huylu, mûtedil,  sâkin tavırlı, her hâlükârda nefsine hükmeden ve her şartta öfkesini yenen yâni hilm sâhibi olan bir insandı. Efendimiz’in insanlara karşı yumuşak davranması, kaba ve katı yürekli olmaması

[1]

, Rabbimiz tarafından da tebcîl ve tescîl  edilmişti. O, hilm anahtarıyla pek çok kalpteki paslı kilidi açmış ve onların gönül hânelerini mâmur etmişti. O, muhâtaplarına çok müsâmahalı davranırdı.

[2]

Hizmetinde bulunanlara hiç kızmaz ve azarlamazdı.

[3]

Zîrâ O’nun herkese karşı engin bir hoşgörüsü vardı.

Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in hilmini Ebû Hüreyre(r.a.)’den dinleyelim: Allah Resûlü (s.a.v.) Mescid’de Ashâbıyla sohbet etmiş ve Hücre-i Saâdetleri’ne gitmek üzere idi. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış sert ve kalın yakalı bir cübbe vardı. Bu sırada bir bedevî Allah Resûlü(s.a.v.)’nün yanına yaklaştı ve Efendimiz’in yakasını yakışıksız bir tarzda ve çok şiddetli bir biçimde çekti. Cübbenin yakası, Peygamber Aleyhisselâm’ın boynunu zedeledi ve kıpkırmızı yaptı. Bedevî bununla da yetinmeyerek, saygısız bir ifâdeyle; “Ey Muhammed! Bana hakkımı ver. İki devemi de yükle! Zîrâ Sen; ne kendi malından veriyorsun, ne de babanın malından!” dedi. Ashâb-ı Kirâm, bu terbiyesiz adamın üzerine yürümek istedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)  onları yatıştırdıktan sonra bedevîye dönerek şunları söyledi: “Cübbemi çekip, boynumu yaraladın; Ben de aynı şeyi sana yapmadıkça isteğini yerine getirmeyeceğim.”  Efendimiz, bu sözü üç defâ tekrarladı. Bedevî de her defâsında; “Hayır, vallâhi Sana bunu yaptırmam!” cevâbını verdi.  Bu küstahlık karşısında, başta Hz. Ömer Efendimiz (r.a.) olmak üzere Mescid’de bulunan bütün sahâbîler, bu câhil bedevîye haddini bildirmek için ellerini kılıçlarına atınca, Allah Resûlü (s.a.v.) onları durdurdu ve; “Sözümü duyan herkes, ben izin verinceye kadar olduğu yerde kalsın!” diye buyurdu. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi bir sahâbîye dönerek; “Bu adamın develerinden birine arpa, diğerine de hurma yükleyin!”[4] emrini verdi. Çünkü Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Cenâb-ı Hakk’ın Sen, af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.[5] emri mûcibince hareket ediyor, Mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametli[6] olduğunu bir kere daha ortaya koyuyor, “Kur’ân ahlâkı”nın ve hilmin ne mânâya geldiğini de cümle âleme gösteriyordu.

İşte, Efendimiz; böyle görgüsüz, nezâketsiz ve kaba-saba insanları; hilmi, müsâmahakârlığı,  zarîf tebliği ve güzel ahlâkıyla terbiye etmişti.  Gerçekten de Peygamber Efendimiz (s.a.v.); hem davranışı, hem de sözleriyle; çölün sert, saygısız, hırçın ve câhil insanlarının; önce kalplerini kazanmış, sonra onları insanlığa kazandırmış, daha sonra da bu insanları, beşeriyetin yolunu aydınlatacak ve onlara rehberlik edecek edep, hayâ ve iffet âbidesi “Sahâbe-i Kirâm” hâline getirmişti. Zîrâ, mânevî bakımdan ölü olan Cezîretü’l-Arap ahâlisi; O’nun rahlesinde Kur’ân tahsili görüp, O’nun elinden ebedî saâdet ve hidâyet membâı olan İslâm âb-ı hayatından içince, rûhen dirilmişlerdi.  Sararmış yaprakların su ile yeşermesi gibi, onlar da ruhlarına yağan “Gül” yağmuruyla yeniden hayat bulmuşlardı. Böylece onlar; Taş Yürekli Vahşi’yken, Efendimiz’in rahmet kubbesi altında hidâyet bulunca âdeta melekleşmişler, Gözü Yaşlı Yahşi olmuşlar,“Gökteki Yıldızlar”[7]ın seviyesine çıkmışlar ve “Ashâb-ı Güzîn” adını almışlardı.  Yâni Allah Resûlü (s.a.v.), kısa bir zaman zarfında Câhiliyye insanlarının her hâlinde çok muazzam bir değişim meydana getirmiş ve Allah’ın kendilerinden hoşnut olduğu, onların da Allah’tan râzı oldukları[8] bir toplum inşâ etmişti.  Câhiliyye Devri’nin ‘yol kesen çöl bedevîleri’; “Gül”ün gölgesinde kalıp, O’ndan feyz alınca, ‘yol gösteren medenî insan’ olmuşlar ve aşk ikliminde Hakîkat-i Muhammedîye’yi yudumlayarak, “Gül” Medeniyeti’nin rahmet goncaları hâline gelmişlerdi. Dünya tarihinin bir daha göremeyeceği bu müstesnâ insanlar, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in rehberliğinde “Asr-ı Saâdet Destânı”nı yazmışlardı.

Rabbimiz tarafından terbiye edilen Efendimiz’in her hâli, her tavrı ve her davranışı, kâinâta ışık saçan bir edep ve hayâ medresesiydi. Ve bu medresenin mezûnları dünyaya eşi-benzeri görülmeyen “Gül” Medeniyeti’ni armağan etmişlerdi. Bizler de “Gül” Medresesi’nin Güllere Sultan Olan Müderrisi’nin nûruyla gözlerimizi ve gönüllerimizi ziynetlendirmeye devam edelim:

O; ziyâretine gelenlere bizzat kendisi hizmet eder ve misâfirlere ikrâmda bulunmayı çok severdi. O, nezâketleri sebebiyle misâfirlerinin oturmaları için çoğu kez kendi hırkasını yere sererdi. Bâzen de altındaki minderi misâfire verir, üzerine oturması için işâret eder, kendisi de kuru yere otururdu.[9] O, oturduğu zaman başkalarına karşı aslâ ayağını uzatmazdı.[10] O; eşi-menedi olmayan bir iffet ve nezâket âbidesiydi. O, meclisinde bulunan insanların her biriyle yakından ilgilenir, hiçbir ayrım yapmadan hâl-hatır sorar ve onlara çeşitli ikrâmlarda bulunurdu.  Ashâbından ve âilesinden kim O’nu çağırırsa “Buyur!” diye cevap verirdi.[11]

O; Müslim-gayrimüslim, zengin-fakir, küçük-büyük, genç-ihtiyar, Arap-Acem, kadın-erkek, hür-köle demeden nezâketini herkese gösterir, kimseden esirgemezdi. Bu konuda Câbir b. Abdullah (r.a.) şunları söylemiştir: Bir gün önümüzden bir cenâze geçti. Resûlullah (s.a.v.) ayağa kalktı, biz de kalktık. Sonra dedik ki: ‘Yâ Resûlullah! O bir Yahûdi ölüsü idi!..’ Allah Resûlü (s.a.v.) de bize ‘O bir insan değil midir?’ diye mukâbelede bulundu[12] ve “Ölüm dehşetli bir olaydır. Bir cenâzeyi gördüğünüz zaman ayağa kalkın.”[13] buyurdu.

O, Yaradan’dan ötürü yaratılmışa şefkat gösterirdi. O; Allah(c.c.)’ın “Rahmân” isminin bir tecellîsiydi.  İnsanlara, insan olduğu için saygı duyar, “tarağın dişleri gibi müsâvi” olan Âdemoğluna eşit davranır ve hiç kimseyi küçük görmezdi. Efendimiz’in meclisinde herkes eşitti; “Ben Resûlullah’ın kimseyi dinden başka bir şeye nispet ettiğini görmedim”[14] diyen Hz. Âişe  (r.anha) Vâlidemiz’in de ifâde buyurduğu gibi; O’nun, birinin diğerine üstünlük ölçüsü yalnız takvâ idi.

O, kendisinden yardım umanları hayal kırıklığına uğratmazdı. O, kapısına gelenleri boş çevirmezdi.  O; şahsına verilen hediyeleri ve erzakları yoksullara ve ihtiyacı olanlara dağıtırdı. O, yemede-içmede aza kanaat eder, fazlasını infâk ederdi. Muhtaç kimselerin, kimsesizlerin ihtiyaçlarını gidermekten çok hoşlanır, karşılanması mümkün olan istekleri mutlaka yerine getirir, fakirlere yardım etmekten ve sadaka vermekten çok büyük bir mutluluk duyardı. Hz. Câbir(r.a.)’in ifâde ettiği gibi; “Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in kendisinden bir şey istenip de: “Hayır” dediği vâkî değildi.”[15] Allah Resûlü(s.a.v.)’nün bu husûsiyetini dile getiren meşhur Arap şâir Ferazdak bir şiirinde:

“Mâ kâle lâ kattu illâ fî teşehhüdihî

Levlâ’t-teşehhüde kânet lâühû neam”

(O, teşehhüd dışında aslâ ‘Hayır!’ demedi;

Eğer teşehhüd olmasaydı O’nun ‘Hayır!’ sözü de ‘Evet!’ olurdu.)

demişti.  Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), muhâtaplarının ihtiyaçlarını o an karşılayamıyorsa bile, güzel sözlerle ya da vereceği uygun bir tavsiye ile onların gönüllerini alırdı.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) birisine ikrâmda bulunacağı zaman, ticâreti buna vâsıta yapardı. Muhâtabının hem ihtiyacını giderir, hem onun gönlünü kazanır, hem de minnet altında kalmasını önlerdi. Ensardan olan Hz. Câbir(r.a.)’in babası; İkinci Akabe Bîatı’nda İslâm’la şereflenmiş, Uhud Savaşı’nda şehit düşmüş ve geriye dokuz yetim kızla, bir hayli borç bırakmıştı. Câbir b. Abdullah (r.a.) bu yetimlere bakan fakir bir sahâbîydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) böyle ihtiyaç sâhibi âilelere hem şahsî bütçesinden, hem de Beytü’l-Mal’dan yardım eder, bunu yaparken de onların incinmelerini önler ve mahcup olmalarına mânî olurdu. Bunun bir misâlini Câbir b. Abdullah(r.a.)’tan dinleyelim:Ben bir savaşta Resûlullah(s.a.v.)’la berâberdim. Yolda bana, ‘Allah (c.c.) sana mağfiret etsin, sen bu deveni Bana satar mısın?’ diye sordu. Başka devemiz yoktu, ama ben Allah Resûlü(s.a.v.)’nün isteğine karşı çıkmaya utandığım için; ‘Evet satarım Yâ Resûlullah!’ dedim. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, Medîne’ye varınca parasını ödemek üzere deveyi kırk dirheme satın aldı. Efendimiz, benden önce Medîne’ye gitti. Ben Medîne’ye vardığım zaman devemin başından tutup Resûllullah(s.a.v.)’ın huzûruna getirdim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) beni görünce Bilâl(r.a.)’e; ‘Yâ Bilâl! Câbir’e ganîmet mallarından kırk dirhem ver!’ dedi. Paramı aldıktan sonra eve giderken beni çağırttı. Bana da, ‘Câbir! Deveni al, evine götür; deve de senin, parası da...’ buyurdu.[16]

O, insanların en güzel huylusu ve davranışları en nâzik olandı. Dâvet edildiği yere çok önemli bir mâzereti olmazsa mutlaka giderdi. Çağıranın sosyal durumuna bakmaz, zengin-fakir herkesin dâvetine icâbet ederdi. Katıldığı dâvetlerde sırf arpa ekmeği ve hurma bile olsa onları büyük bir memnûniyetle yer, yemek seçmez ve yemekte kusur aramaz[17], Allah(c.c.)’a şükreder ve hâne sâhibine de teşekkür ederdi.

O, birisinin evine gittiği zaman, kapının tam karşısında durmaz, kapının sağına veya soluna çekilerek “Esselâmü aleyküm!, Esselâmü aleyküm!” diye izin isterdi.[18] O, kimsenin hânesine izin almadan girmezdi. Kapıyı üç defâ çalar veya üç defâ seslenirdi.[19] O, her işe mümkün olduğunca sağdan başlamayı severdi. Suyu sağ eliyle içer, yemeği sağ eliyle yerdi. Yemeğe başlamadan ellerini yıkar ve besmele çekerdi.[20]

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hiçbir ön şarta ve merâsime ihtiyaç duymadan, her seviyeden insanla görüşür ve konuşurdu. O; kendisini tanımak gâyesiyle taşradan gelen kabîle temsilcileriyle (Müslim-gayrimüslim) hassaten ilgilenir, onlara yakınlık gösterir, onlarla sohbet eder ve onları uğurlarken hediyeler vererek gönüllerini alırdı. O; gayrimüslimlere sabırla Allah Kelâmı’nı tebliğ eder, yumuşak bir üslûpla İslâm hakkında bilgiler verir ve onları irşât ederdi. Ancak misâfirlerden birisi İslâm’a hakâret-âmiz sözler söyleyecek olursa, Efendimiz o kişiyi derhal susturur ve gerekli cevâbı ânında verirdi.[21]

O; ahlâka mugayir olan, terbiye ve nezâkete gölge düşüren, insanları rencîde eden, kin ve nefrete sebebiyet veren, nifak ve düşmanlık tohumları atan, vakar ve ağırbaşlılığı ortadan kaldıran, lâtif olmayan zararlı şakaları doğru bulmaz; fakat bu tür sakıncaları bulunmayan güzel nükteler, lâtifeler ve şakalar yapardı. O, küçük çocuklarla bile şakalaşırdı.[22] Şakalarında bile aslâ yalan olmaz, lâtifeleri de doğru sözlü nüktelerden oluşurdu.[23]

Efendimiz; bulunduğu meclislerde belli bir yere oturmaz, nereyi boş bulursa oraya otururdu. O, kendi özel işlerini başkasına yaptırmazdı. Ortak yapılacak işlerde, Ashâbının kendisine ayrıcalık tanımasını kabûl etmezdi. O; Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevî’nin inşâsında bir işçi gibi çalışmış ve kerpiç taşımıştı. O; Hendek Savaşı’ndan önce Medîne’nin çevresine hendek kazılması işine fiilen iştirâk etmiş ve açlığını bastırmak için karnına taş bağlayarak kazma sallamıştı.

O, evinde “insanlardan herhangi birisi gibi” davranır, ev işlerine yardım eder, elbiselerini yamar, ayakkabılarını onarır, hayvanları yemler ve sağardı.[24] Efendimiz, kendi hizmetini bizâtihî kendisi görmekten hoşlanırdı.[25]

O, selâmı yaygınlaştırmamızı, tanıdık-tanımadık herkese selâm vermemizi emrederdi.[26] O, hediye kabûl eder, ona karşılık kendisi de hediye verirdi.[27] O; bir kavmin büyüğüne hürmet göstermeyi ve ikrâmda bulunmayı tavsiye ederdi.[28] O; öksüzlerin, yetimlerin, kadınların ve kimsesizlerin hakkının çiğnenmemesi gerektiğini önemle vurgulardı.[29] Kölelere ve hizmetçilere iyilik etmeyi, değer vermeyi, giydiklerimizden giydirmeyi ve yediklerimizden yedirmeyi emrederdi.[30]

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) komşu haklarına çok önem verirdi. Efendimiz bir gün Ashâbıyla otururken, arka arkaya üç defâ; “Vallâhi îman etmiş olmaz! Vallâhi îman etmiş olmaz! Vallâhi îman etmiş olmaz!” buyurdu. Sahâbiler; “Yâ Resûlullah! Kimdir bu îman etmiş olmayan?” diye sordu; Efendimiz de: “Kim olacak; şu, komşusu zulmünden, şerrinden güven içinde olmayan kişi!”[31] diye cevap verdi. Başka bir hadîsinde şunları söyledi: “Cebrail Aleyhisselâm komşu hakkında öyle ısrarla tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacak zannettim.”[32] Diğer bir hadîsinde ise; “Kâfir olan komşunun bir hakkı vardır. Müslüman olan komşunun iki hakkı vardır. Müslüman ve akrabâ olan komşunun üç hakkı vardır.”[33] dedi ve “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.”[34] buyurdu. Efendimiz, Ashâbına komşu haklarının önemini defâatle hatırlatır, komşu hukûkuna riâyet edilmesi gerektiğini sohbetlerinde sık sık vurgulardı.

O; her işinde prensipli, tertipli ve düzenliydi, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Ashâbının da böyle olmasını isterdi. Giyim kuşamda pejmürdeliği tasvip etmez, saçın sakalın birbirine karışmasını hoş görmezdi.

Atâ b. Yesar (r.a.)’ın anlattığına göre; bir gün Allah Resûlü(s.a.v.)’nün  huzûruna saçı-sakalı birbirine karışmış bir adam geldi. Efendimiz o kişiye saçını, sakalını düzeltip gelmesini işâret buyurdu; o da tıraş olup geldi. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.) şunları söyledi: “Birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık olmasından böylesi daha iyi değil mi”[35] Yine bir gün Efendimiz -isim vermeden- üzeri kirli olan birisinden bahsederek; “Acaba o kişi elbisesini temizlemek için bir şey bulamıyor mu?”[36] diye temizliğin önemini belirtti. Zâten Efendimiz; bedenini dâimâ temiz tutar ve elbiselerinin temizliğine de çok dikkat ederdi.

Allah Resûlü (s.a.v.), dişlerinin temizliğine de ayrı bir önem verir ve dişlerini temizlemek için misvak kullanırdı.[37] Efendimiz eve girince ilk önce misvakla dişlerini temizler ve yatmadan önce de mutlaka dişlerini misvaklardı.[38] Ashâbına da misvak kullanmayı tavsiye eder ve; “Ağızlarınızı çok temiz tutun, çünkü o Kur’ân yoludur.”[39] derdi. Çünkü O; kalp ve ahlâk temizliği kadar; vücut, elbise, çevre ve yiyecek- içeceklerin temizliğine de çok önem verirdi. Çünkü O, “Temizlik îmandandır.”[40] diye buyururdu.

Allah Resûlü (s.a.v.); yeni, temiz ve güzel elbiseler giyilmesini, fakat bunların gurur ve kibire sebebiyet vermemesi gerektiğini ifâde ederdi. Yeni bir elbise giydiği zaman; Allah(c.c.)’a hamdeder, yeni elbisesinin hayra sebep olmasını diler, elbisenin örttüğü organların şerrinden Allah(c.c.)’a sığınır, bunların Cenâb-ı Hakk’a şükür ve tâzim etmemizin idrâkine vesîle olmasını duâlarında ifâde ederdi.[41] Ziyâretine bir yabancı heyet geldiği zaman, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) en güzel elbiselerini giyer ve bunu Ashâbın ileri gelenlerine de emrederdi.[42] Bir hadîs-i şerîflerinde şunları söylemişti: “Allah (c.c.), kuluna verdiği nîmetin eserini onun üzerinde görmeyi sever.”[43] İnsandaki kalp temizliğiyle, zâhirî estetik ve giyim kuşamdaki letâfetin birbirinin mütemmim cüzü olduğunu söylerdi. O; “Allah güzeldir, güzeli sever.”[44] buyururdu. Elbiselerinin temiz, sâde renkli ve tertipli olmasına özen gösterirdi, ama bu konuda da israfa kaçmazdı. O’nun giyinmedeki ölçüsü; “ihtiyacı karşılama, sâdelik, estetik, tertiplilik ve temizlik”ti.

Efendimiz Aleyhisselâm, iki iş arasında serbest bırakıldığı zaman -günah olmamak şartıyla- mutlaka o işin en kolay olanını tercih ederdi.[45] O; hiç aşırılığa kaçmaz, her zaman ifrat ve tefritten âzâde yaşar, îtidâlden ayrılmaz, istikamet üzere bulunur ve her işte “orta yol”u salık verirdi. Rengi görünmeyen ve başkalarını rahatsız edecek derecede ağır olmayan güzel kokuları sever[46] ve ikrâm edilince geri çevirmezdi. Cuma namazına giderken güzel kokular sürünmeyi tavsiye ederdi.[47]

O, sahâbeye sık sık iltifâtta bulunurdu. Bâzen Ashâbının evlerine giderek hânelerini şereflendirir, bu da sahâbîler için dünyalara bedel çok büyük bir mükâfat ve mutluluk olurdu. O; sahâbîlerine güzel sıfatlar ve unvanlar verir ve onlara şeref kazandırmak için güzel isimlerle çağırırdı. Mesela, Hz. Ali(r.a.)’ye “Ebû Turab” diye hitâp etmiş, Abduşşems’in ismini, “İnsan güneşin kulu olmaz!” diyerek Abdurrahman olarak değiştirmiş; bilâhare, ona kedilere şefkatinden dolayı da Ebû Hüreyre (r.a.) sıfatını vermişti.[48] “Allah Resûlü (s.a.v.), öyle bir hayâ sâhibiydi ki, hiç kimseye hoşlanmadığı bir adla hitâp etmezdi.”[49]

O; her zaman edep, izzet, iffet ve hayâ şâhikasıydı. O,    Allah(c.c.)’tan hakkıyla hayâ edendi. O, “Her dînin kendine has bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı da hayâdır.”[50] diye buyururdu. “Hayâ îmandandır ve hayâlı olan kimse Cennet’tedir. Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan cehennemliktir.[51]; “Hayâ ve îman bir aradadır, biri gittiğinde diğeri de gider.”[52] derdi. O; “Edepsizlik ve çirkin söz, girdiği şeyi  çirkinleştirir; hayâ ise, girdiği şeyi güzelleştirir.[53] buyururlardı.

O; “Örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha hayâlıydı. Bir şeyden hoşlanmadığı zaman, utanıp diliyle söylemezdi; ancak hoşlanmadığı bir husus olursa rahatsızlığı yüzünden belli olurdu.”[54] O; Ashâbına Allah(c.c.)’tan hakkıyla hayâ etmelerini söylerdi. Efendimiz’e göre gerçek hayâ, dünya sevgisini kalpten çıkarmaya vesîle olan “Ölümü hatırlamakla” elde edilirdi. O,bir hadislerinde; “Allah(c.c.)’tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve başın taşıdığı organları, karnı ve karnın taşıdığı organları haramdan korumak, ölümü ve toprak altında çürümeyi hatırda tutmaktır. Âhireti isteyen kişi de dünyanın ziynetini bırakır. İşte kim böyle yaparsa, Allah(c.c.)’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” [55] diye buyurmuşlardı.

Netîce olarak şunu söylememiz gerekir ki, insanlık; edep, hayâ, iffet, nezâket ve güzel ahlâk adına neye sâhip olmuşsa, hepsini Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm sâyesinde tanımış, görmüş, öğrenmiş ve O’ndan örnek almıştır. Çünkü O “Gül”; bütün bu erdemleri hudutsuzluğun son hudûduna yükselten Allah’ın Son Resûlü(s.a.v.)’ydü ve “En Güzel Örnek”ti…

Yüce Rabbimiz’den; “Gül”ün ahlâkıyla ahlâklanmayı cümlemize nasîp, ikrâm ve ihsân etmesini niyâz edelim ve hatm-i kelâmı da Nâtî Yahyâ Nâzım’a bırakalım:

“Gönül aşkınla zâr u müptelâdır Yâ Resûllallâh,

Yolunda baş ile cânım fedâdır Yâ Resûllallâh.

 

Eğer reddeylemezsen dergâh-ı arş-ı âsitânında,

Kul olmak rütbe-i izz ü âlâdır Yâ Resûllallâh.

                            …

Kerem kânı mürüvvet bahrisin lutf eyle ihsân et

Kulun gerçi atâna nâ-sezâdır Yâ Resûlallâh.”[56]

 

“Revâdır tâlihimde devlet-i evsâfın el verse

Felekte mazhâr-ı keffü’l-hazîbim Yâ Resûlallâh.

 …

Nola şerh eyledikçe vasfını cezb-i kulûb etsem

Senin bîmârın olmuşken tabîbim Yâ Resûlallâh.”[57]

 

Dr. Mehmet GÜNEŞ

[1] Âl-i İmrân, 3/159

[2] Müslim, Fedâil 79

[3] M. Yusuf Kandehlevi, Hayâtü’s-Sahâbe, III, 132; Buhârî, Vasâyâ 25; Ebû Dâvûd, Edeb 1

[4] Ebû Dâvûd, Edeb 1; Nesâî, Kasâme 24

[5] A’râf, 7/199

[6] Tevbe, 9/157

[7] M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe,  I, 23; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 132

[8] Tevbe, 9/100

[9] Ebû Dâvûd, Edeb 119, 120

[10] M. Yusuf Kandehlevi, Hayâtü’s-Sahâbe, III, 128

[11] Müslim, Fedâil 79

[12] Osman Nûri Topbaş, Rahmet Peygamberi’nden Rahmet Esintileri, 92

[13] Buhârî, Cenâiz 49

[14] Ebû Dâvûd, Edeb 86; İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, XVI, 452, Hadis Nu: 5971

[15] Müslim, Fedâil 79

[16] Buhârî, Büyû’ 34, Megâzî 18

[17] Buhârî, Menâkıb 23

[18] Ebû Dâvûd, Edeb 127

[19] İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, XVII, 478, Hadis Nu: 7101

[20] Buhârî, Et’ime 2-3; Müslim, Eşribe 108-109

[21] İbn-i Sa’d, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, II, 357

[22] Tirmîzî, Birr 57

[23] Tirmîzî, Şemâil 17

[24] Buhârî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, I, 190

[25] Kadi İyaz, Şifâ-i Şerîf, 32

[26] İbrahim Cânan, a.g.e., XVII, 477, Hadis Nu: 7099

[27] Ebû Dâvûd, Büyû’, 80; Buhârî, Hibe, 11

[28] İbrahim Cânan, a.g.e., XVII, 479, Hadis Nu: 7104

[29] İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, XVII, 474, Hadis Nu: 7094

[30] İbrahim Cânan, a.g.e., XVII, 476, Hadis Nu: 7098

[31] Buhârî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, XII, 134

[32] İbrahim Cânan, a.g.e., XVII, 475, Hadis Nu: 7096

[33] Süyûtî, Câmi’us-Sagîr, I, 146

[34] Hâkim, Müstedrek, II, 15

[35] Mâlik, Muvattâ, Şaar, 7

[36] Ebû Dâvûd, Libas 14; Nesâî, Zînet 60

[37] Müslim, Tahâret 44

[38] İbn-i Mâce, İkâmet 123

[39] İbn-i Mâce, At’ime 59; Hanbel, Müsned, I, 214

[40] Müslim, Tahâret, 1

[41] M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, III, 372

[42] M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e., III, 371

[43] Tirmîzî, Edeb 54

[44] Tirmîzî, Edeb 41

[45] İbrahim Cânan, Kütüb-i Sitte, XV, 368, Hadis Nu: 5551; M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, II, 129; Ebû Dâvûd, Edeb 5

[46] Nesâî, İşretü’n-Nîsa 10

[47] Buhârî, Cum’a  6, 19, Libas 80

[48] M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nûr, II, 406

[49] Buhârî, Edeb 72

[50] İbrahim Cânan, a.g.e., VI, 338, Hadis Nu: 1671; İbn-i Mâce, Zühd 17; Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 9

[51] Buhârî, Îman 16

[52] Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr, VIII, 174

[53] İbrahim Cânan, a.g.e., VI, 339, Hadis Nu: 1672; Tirmîzî, Birr 47

[54] M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e., III, 149; İbrahim Cânan, a.g.e., VI, 337, Hadis Nu: 1670; İbn-i Mâce, Zühd 17; Müslim, Fezâil 67

[55] Tirmîzî, Kıyâmet 25; İbrahim Cânan, a.g.e., VI, 336, Hadis Nu: 1669

[56] Yahyâ Nazîm, Na’t, Emine Yeniterzi, Türk Edebiyatında Na’tlar (Antoloji), 41

[57] Yahyâ Nazîm, Na’t, Emine Yeniterzi, a.g.e., 44

Yazarlar Haberleri