Ekim ayı ile başlayan güz mevsimi beraberinde yaprak dökümünü de getirmişti. Ağaçların sararan yaprakları daha hızlı dökülürken yaşlı ve hastalarımızın ölüm riskleri de oldukça çoğalmıştı. İlkbahar ve yaz aylarında ortalama beş kişi vefat ederken bu sayı güz mevsiminde on kişiye ulaşıyordu. Anlarsınız ya “Deli Bahar” yapacağını yine yapmaya başlamıştı. Ümmeti Muhammed’i Allah beterinden saklasın.
Oldu bitti “İstanbul’un havasına ve karısına güvenilmez” denilir. Gençliğimde on yıl kaldım, bilirim. İstanbul’da havanın ne zaman yağışlı ne zaman güneşli olacağını kestiremez insan. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’daydım. Fatihten Fındıkzade’ye doğru yürürken birden bire bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Sığınacak bir yer için bakınırken etrafa kendimi bir kahvehanenin önünde buldum. Sudan çıkmış balığa dönmeden kendimi kahvehanenin içine atıverdim.
Sığındığım yer, camlarında kahvehane yazsa da iki masası bir ocağı olan küçük bir çayhaneydi aslında. Masanın birisi boş birisinde ise iki yaşlı amca sohbet ediyorlardı. Selam verdim. Bir çay söyledim, diğer masaya oturdum. Ocakçı ve sohbet eden amcalar selamımı aldılar, yarım dakika kadar çaktırmadan beni süzdüler ve ara verdikleri sohbetlerine devam ettiler.
Hafif sakallı olan amca; “Ne günlere kaldık arkadaş. Memleketin akıllısında da delisinde huzur kalmamış. Yaşlılarda hoşgörü, gençlerde sabırdan eser yok. Kadını da erkeği de patlamaya hazır bomba gibi. Zengin ortalıkta gözükmüyor, kendi çevresiyle kendi hayatını yaşıyor. Fakirin, fukaralıktan canı çıkmış. Bir dokun bin ah işit. Çoluğunun, çocuğunun yüzüne bakamaz olmuş. Hanımın ve çocukların isteğini yerine getirecek olsa, banka soyması gerekecek fukaranın. İyi günlerde değiliz vesselam kardeşim.”
Haklısın diye söze başladı diğeri: “ Ne bekliyordun üstadım. Vallahi yine iyi katlanıyor bu strese vatandaş. Nereye dokunsan elinde kalıyor. Ülkenin doğusu kan gölü, batısı insanlıktan bihaber. Kuzeydekiler Karadeniz gibi hırçın. Güneyi bilmem ama diğer bölgelerden bir farkı olacağını hiç sanmam. Benzine zam, elektriğe zam, doğal gaza zam, her gün her şeye zam yapılıyor. Çarşı, pazarda neye elini vursan elin yanıyor. Dün akşam Bakanlardan birisi bir televizyon programında; ‘ ekonomimiz o kadar iyi ki IMF’ye beş milyar dolar cep harçlığı vereceğiz’ diyor. Ekonomi bu kadar iyiyse bu zamlar niye? Vatandaş ne yapsın üstadım. Asayiş diye bir şey yok. Her gün onlarca şehit, yaralı ve kaçırılan siviller. Mayınlanan araçlar. Basılan şantiyeler ve yakılan iş makineleri. Fakir fukara çarşıya çıkamaz oldu inan. Belli ki ekonomi de dibe vurdu vuracak.”
İki eski İstanbul Beyefendisi oldukları her hallerinden belli olan ihtiyarların sohbetleri beli ki daha uzun bir süre devam edecekti. Ama bir güz sağanağı olan yağmur çabuk dinmişti. Sanki hiç yağmamış gibi ortalık günlük güneşlik olmuştu yeniden. İçtiğim çayın parasını verdim, sevimli ihtiyarlara ‘hoşça kalın’ diyerek kendimi dışarı attım.
Güneş hafifçe üşüyen bedenimi yakmaya başladı. Kendi kendime ‘Deli Bahar işte’ diye söylenerek yürümeye başladım. ‘Deli Bahar’ zihnime kazınmıştı. İçimden şarkı söyler gibi ‘Deli Bahar / Deli Bahar’ diyerek Fındıkzade’ye doğru yürümeye başladım. Sonbaharı anlatmak için söylenen ‘Deli Bahar’ tamlaması beni kucaklamış ve aradaki bin kilometreyi kaldırarak Maraş’a, Deli Bahar’ın yanına bırakmıştı.
Yaşı ellilerde olan bütün Maraşlılar Onu tanır ve severdi. O Maraşlıların hem sevdiği hem de dalga geçtiği delilerinden biriydi. O, bazen akıllıların bile söylemekten çekindiği sözleri hiç çekinmeden söylerdi. Bu durum Maraşlıların çok hoşuna giderdi. Deli Bahar, dilenerek geçinirdi. Dilenmesini iyi bilirdi. Onu kızdırmak isteyenler damarına basarak bunu gerçekleştirirlerdi. Deli Bahar, kendini kızdıranlara bir yandan küfürler eder bir yandan da beddualar yağdırırdı. Bu arada numaracıktan iki gözü iki çeşme ağlardı. Numaradan da olsa bu ağıtlar karşısında pişmanlık duyan kişi Onu memnun etmek için yüklü bir sadaka vermek lüzumunu hisseder, bu yüklü sadakayı alan Deli Bahar değme tiyatroculara taş çıkartırcasına ağlamasına son verirdi.
Deli Bahar akıllı delilerdendi vesselam. Deli Bahar’ın bu özelliğini Vehbi Vakkasoğlu’ Hocadan dinlemiştim. “Deli Bahar, dilencilik mesleğini Maraş’ın orta yerinde yapardı. Ulu cami’nin yanı başında Belediye Çarşısı’nın hemen de başlangıç noktası olan Kuyumcu Ali Rıza Efendi’nin dükkânının önünde, günün belli saatlerinde kaldırıma otururdu. Burası onun için çok ideal bir yerdi. Çünkü nispeten varlıklı insanların, alışveriş için en çok uğradıkları bir merkez konumundaydı. Deli Bahar, yıllarca konuşlandığı o yerden uçuverdi bir gün. Yerini değiştirdi. O en uygun dilenme mahallinden uzaklaşıverdi. Bu durum, herkesin dikkatini çekti. “Deli aklı, ne düşündü kim bilir?”dediler. Ama bu ayrılışın sebebini öğrenince de, hem güldüler hem de ders aldılar. Çünkü Deli Bahar’ın aklına gelen, hiçbir akıllının aklına gelebilecek bir şey değildi. ‘Neden, o verimli yerden ayrıldın?’ sorusuna karşılık, Deli Bahar gayet ciddi olarak şu cevabı vermişti: ‘Kuyumcu Alirıza’ nın karısı ölük. Galan, onunla bana nikâh düşer. Bundan gayrı Ona yakın olmam caiz değil artık. Bu yüzden, Onun dükkânının önünde oturamam artık.”
Gözünü sevdiğimin Maraş’ı, kimin akıllı kimin deli olduğu belli olmayan diyar! Nedim’in deyimiyle; “Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahadır. Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır” diye övülen mübarek belde de bile Sen ve Senin delilerin geliyor akla. Ne mutlu bizler…