Efendi Barutçu Ağabeyime
Gökyüzünü çadır, güneşi tuğ yapan bir ecdat... Orta Asya bozkırlarından Anadolu Yaylasına ezgiler taşıyan kopuz... Yıllar yılı gönül sazımızın tellerinde gezinen mızrap; dile gelip anlatsın bizi... Anlatsın, Altay Dağlarının derin vadilerinden seslenip; nazlı Tuna’nın suladığı topraklarda yankılanan türkülerimizi...
Çin Seddi’nden Viyana kapılarına, Moskova steplerinden Yemen’e kadar uzanan muazzam coğrafyamızın dört bir yerinden, binlerce yıllık tarihimizin derinliklerinden çağlayan türkülerimiz... Eşsiz zenginliklere dil-beste olan; kültürümüze renk, duygularımıza ahenk veren türkülerimiz...
En çorak gönülleri yeşerten bir ışık seli... “ Anamızın ağzımızdaki ak sütü ” olan güzelim Türkçemizin doyumsuz dizeleri... Bizim türkülerimiz... Dilimizde rengârenk açan çiçekler... Ruh kökümüz, kültür mayamız... “Gök kubbede bir hoş sedâ” olan mahyalarımız... Adımız, andımız, maksadımız, maksudumuz, ağız tadımız... Bizi, “Biz” yapan gönül sesimiz... Bizim türkülerimiz...
Gözlerinde hünkâr tuğrasına özlemin gülümsediği, bakışlarına Evlâd-ı Fâtihan hüznünün çöktüğü, yüreğini; “Ülkü denen nazlı gelinin” yaktığı, “gönülleri birleşen, uzaklarda dertleşen” insanımızın türküsü... Bizim türkülerimiz...
Gurbet ve hasretin iç içe girdiği, sevinç ve coşkunun el ele verdiği, hüsranın hüzzama, tarihin destana dönüştüğü ezgiler... Gidip de dönmeyenlerin, gelip de görmeyenlerin, gözü yaşlı anaların, garip kalan sılaların anlatıldığı dizeler... Yârinden, yâranından ayrılanların, “Öz yurdunda garip” kalanların, “Vatanda gurbet”i yaşayanların, bahtının rüzgârında savrulanların, Yunus gibi aşk özünde Hakk’ı bulanların, imanın, inancın, sevincin, kıvancın, fıtratın, tabiatın, kısacası hayatın aynasıdır bizim türkülerimiz...
Desen desen, nakış nakış, ilmik ilmik bir Türkmen kilimi gibi zamanın gergefinde dokunan ve millî kültürümüze tuğrasını vuran dizeler... Bazen hikmetli bir dörtlük, bazen hazin hazin söylenen bir ağıt, bazen bir cenk havası, bazen bir koçaklama, bazen de içli bir gurbet türküsü olan ezgiler... Bir Azerî mahnısı, bir Kırım türküsü, bir Kerkük hoyratı, bir Rumeli havası, bir Yozgat Sürmelisi, bir Urfa gazeli, bir Maraş bozlağı, bir Erzurum uzun havası, bir Harput ağıtı, bir Kırşehir karşılaması, bir Karadeniz mânisi, bir Ege zeybeği olan türkülerimiz... Bazen fazilet erbabının muhabbetinden feyz alan bir nasihat olur... Bazen “Yemen Türküsü” gibi bizi yakıp kül eder... Yaralı gönlümüzü şeyda bülbül, sinemizi şerha şerha yol eder bizim türkülerimiz...
Gazâ meydanlarından inşa ettiğimiz medeniyete; hükümran olduğumuz denizlerden serhat boylarına kadar, kitabesi okunmayı bekleyen bir tarihin içinden türkülerimiz yankılanırdı... “Nal seslerinin kısrak sesine” karıştığı o muhteşem mazimizde; gülbank çekilip kös vurulurken, mehteranın tekbir aldığı duyulurdu... “Kuran’da zafer vâdediyor Hazreti Yezdan” sedâlarıyla yer gök inlerdi... Fethi Mübîn aşkına, “Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden”... Ve bir çağ kapanırken, yeni bir çağa kavuşan insanlık, insanlığı öğrendi bizden... Zaman geçti, güneş kemale erdi, zeval devri başladı... Estergon Türküsü dilden dile dolaşırken “gönlümüzü sinsi bir firak kemirdi...” “Yine şahlanıyordu kolbaşının kıratı” lâkin Kırım’da güneş batıyordu; mahzun ve bizden habersiz... “Koca Çınar” tarih olurken; günbatımından “Çanakkale içinde vurdular beni” diye bir türkü yayıldı... Yıllar yılı Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Kafkaslarda, Galiçya’da, Trablusgarp’ta, Mısır’da, Balkanlarda, Yemen’de her zaman vurulan biz; koltuğa kurulan hep başkaları oldu, ne yazık ki...
Ve şimdi “Çankaya yokuşunda” söylediğimiz marşı terennüm ederken “Çırpınırdı Karadeniz” dizelerinde aşka gelir bizim türkülerimiz... Mukaddes sancakların altında boy verip destanlaşanların, “Can özünden besmeleyi çekerek”, “Mekke’nin tevhit nurunda yıkananların”, Malazgirt’ten Dumlupınar’a “Ya Allah... Bismillah... Allahü Ekber...” nidalarıyla yol bulanların, “Tuna’da abdest alıp, Çin Seddi’nde namaz kılmayı” düşleyen ozanların dilindeki kutsal mefkûrelerdir bizim türkülerimiz...
“Âsûmanın fânusuna” sığmayan bizim türkülerimiz öyle bir ışık şûlesidir ki gönülden gönüle yayılır sessizce... Zaman ve mekân ötesine taşınır... Sılanın hasreti, gurbetin derdi bir başka duygusallıkta dile gelir bizim türkülerimizde...
Gurbet; atayurdumuz Uluğ Türkistan’dan ayrılırken duçar olduğumuz ve yıllar yılı dindiremediğimiz bir sızıdır, bizim yüreğimizde... Bu sebepten olsa gerek; bize bir başka dokunur sılayı yâd eden, gurbeti anlatan türkülerimiz... Anadolu’nun ıstırabı gurbet türkülerinde kendini belli eder... Boğazımıza düğümlenen duygularda yoğunlaşır, sıla diye ifadesini bulan memleket hasreti...
Gönül kumaşı ipekten olan insanımızın duygu gergefindeki bir sevgi demetidir bizim türkülerimiz... Varlığın sebebi sevgidir, “Vâreden”e sevgiyle ulaşılır ve sevgilerin en yücesi olan Muhabbetullah’ı bulursunuz bizim türkülerimizde... Yesevî’nin “Hikmet”lerinde... Yunus’umuzun “İlâhî”lerinde... Bizim türkülerimiz; nurani sözlerden örülmüş bir taç olup, onulmaz gönül yaralarına şifa dağıtan bir ilaçtır... Tefekkür çiçeklerinin açtığı hazinelere tevarüs eden bizim türkülerimiz; hatıralarımızın beşiği, irfanımızın ışığı, annelerimizin ninnisi, ninelerimizin İlâhîsidir... Hakk’a sevdalıların “Gül” kokan “Nefes”i, Kevser Irmağı’nın kalbimizde çağlayan sesidir bizim türkülerimiz…
Hülasa bütün bu ifadelerin hatmi kelâmı; bizim türkümüz, bizim Türk’ümüzdür... Bu yüzden olsa gerek âşıkların dilinden; “Türk’üz türkü çağırırız.” dizeleri yıllar yılı hiç düşmemiştir… Ve gönül sazımızın tellerinden dile dökülüp zamanın sinesinde demlenerek türkü olan ve hazin bir hicranla Türk’ü söyletip kalbimize dokunan her melâl; bizim hüznümüzdür, bizim ülkümüzdür…
Selâm olsun hâlimize aşina olan nesillere, melâlimizi ve meramımızı anlayanlara…
Dr. Mehmet GÜNEŞ