ÖYKÜ: BOZO

Öğretmen olarak Süleymanlı’ya atandığım ilk günden ve oradan ayrılıncaya kadar, dolu dolu tam On İki Yıl geçirdim. 1914–1915 Ermeni olaylarında önemli bir yere sahip olan Süleymanlı (Zeytun) kasabası. Çete savaşlarının...

Öğretmen olarak Süleymanlı’ya atandığım ilk günden ve oradan ayrılıncaya kadar, dolu dolu tam On İki Yıl geçirdim. 1914–1915 Ermeni olaylarında önemli bir yere sahip olan Süleymanlı (Zeytun) kasabası. Çete savaşlarının verildiği o dönemde, bu bölgede tutunamayan Ermeniler bölgeyi terk eder. Ermenilerden boşalan bu yerleşim birimine Selanik’ ten göçmenler getirilip yerleştirilir.

Çeşitli kaynakların söylemlerine göre Zeytun, o dönemlerde 12 bini Ermeni, 8 bini Türk olmak üzere toplam 20 bin nüfusun yaşadığı 4.000 haneli Halep’ e bağlı bir kasabaymış. Şimdi ise Süleymanlı (Zeytun) Köyü, Kışla Mahallesiyle beraber yaklaşık 900-1000 kişilik bir nüfusa sahip iki vadi arasında aşağı doğru inen bir yamaca kurulmuş şirin bir köy. Köyün batı tarafından Zeytun, doğu tarafından ise Abaza dereleri bulunurdu. Coşkun akan bu dereler köyün hemen altında birleşir Menzelet barajına büyük bir su kaynağı olarak akardı. Baharda köy bu iki vadi arasında yeşilin içinde adeta kaybolurdu. Süleymanlı, suları ve doğal güzellikleri ile eşsiz bir yerdi. Arazinin engebeli olması nedeniyle yapılan işlerin hemen tümü hayvan gücüne dayanıyordu. Hayvanları tüm işlerde kullanıyorlardı. Bu hayvanlarla çift sürüp yük taşıyor, ayrıca ulaşımda da kullanırlardı. İş böyle olunca da hayvanın değeri de artıyordu.

Lojmanımın hemen yanında köyün, asma bahçeli küçük bir kahvesi vardı. Kahve sahibi Ökkeş Dayıyla, asmanın altına bir masa ve birkaç sandalye atar, orada oturur sohbet ederdik. Beş kızı ve bir oğlu olan Ökkeş Dayı, çocuklarının hepsini evlendirdi. Yalnızca evde bir kızı kalmıştı. Kızı Miray ve eşi Rabia Teyze ile beraber yaşıyordu. Ökkeş Dayı, muhalif bir adamdı. Her şeye muhalefet ederdi. Kimsenin fikrini kolay, kolay beğenmezdi.

Bazen;

—Bu muhacir milletinin içinde benim gibi düşünen kimse yok, diye yakınırdı.

Gençliği çok hareketli geçmiş, çok cesurmuş. Köylüler; Zeytun deresinde suya kapılan koskoca öküzü beline ip bağlayarak nasıl kurtardığını hala anlatırlardı. Bu olaydan sonra köylüler Ökkeş dayıya deli lakabını takmışlardı. Çünkü Zeytun deresinin o azgın sularına kimse cesaret edipte içine giremez. İlerlemiş yaşına rağmen Ökkeş Dayı, hala çalışırdı. Sinirlendiği zaman çok acımasızlaşır ve kimseyi takmazdı. Her zaman doğru bildiği yoldan giderdi.  Öyle herkesi beğenmez, kolay, kolay kimseyi dinlemez kendi bildiğini okurdu.

Eskide Trabzon’dan birçok aile getirilip yerleştirilen Hacıibrahimuşağı Köyü, Süleymanlı’nın hemen batı tarafında yer alan dağın doğuya bakan yamacında yer alırdı. O köyde Galip adında zihinsel engelli bir genç vardı. Birkaç kelime dışında konuşamazdı. Galip, babası tarafından zincire vurulurdu. Çünkü çevreye bazen zarar verebiliyordu. 17–18 yaşlarındaydı ama yaşını hiç göstermiyordu. Bazen kaçar bizim köye gelirdi. Onun köye gelişini çocuklardan öğrenirdik. Çünkü o gelince çocuklar sağa sola kaçışır sığınacak delik ararlardı. Galip’ ten çok korkarlardı. Galip, gördüğü kişilerden sigara isterdi başka bir şey almazdı. Gördüğü kişiye tek söylediği şey;

—Emmi sigara ver. Cümlesiydi. Sigarayı paketle de versen içinden bir tanesini alır diğerini atardı. Sigara ve çayı çok severdi. Köye gelir gelmez mutlaka Ökkeş Dayının kahvesine uğrardı. Ökkeş Dayı Kahveye gelmesin diye Galip’ i bazen çok kötü döverdi. Ama Galip, gidip beş dakika sonra tekrar geri gelirdi. 

Bir gün yine asma altında oturuyoruz. Galip geldi.

—Emmi çay. Dedi.

Ökkeş Dayı ona bir bardak çay verdi. Çayını içti. Kahvede oturanlardan biri, bir sigara verdi. Ökkeş Dayı, Galibi oradan uzaklaştırdı. Galip’in çay içtiği bardağı da kırıp attı. Birkaç dakika sonra Galip tekrar geldi. Ökkeş Dayı sinirlendi.

 —Gel otur ben sana çay getireyim. Dedi.

Ökkeş Dayı, İçerden bir bardak çayla çıktı

—Otur dedi. Galip’e.

Galip çayı görünce hemen yere bağdaş kurup oturdu.

Ökkeş Dayı.

—Aç ağzını. Dedi.

Galip, açmadı, elini uzattı bardağı istedi.

Ökkeş Dayı.

—Aç ağzını aç ben sana içireceğim dedi.

            Zavallı Galip, ağzına kaynar su döküleceğini bilse ağzını hiç açar mıydı? Galip ağzını açtı, Ökkeş Dayı, o kaynar çayı Galip’ in boğazından aşağı döktü. Galip yerden fırladı. Ökkeş Dayı sopayla vura, vura oradan uzaklaştırdı. Galip o gün bir daha gelmedi.

    Ben olaylar karşısında şok olmuştum.

—Dayı keşke böyle yapmasaydın dedim.

Sesini çıkarmadı. Sonra Galip’e küfür ede, ede bardağı alıp içeri girdi.

Bu olaydan birkaç gün sonra, Ökkeş Dayı’nın evli üç çocuk sahibi bir kızı düşüp kafasını çarpmıştı. Zavallı, hafıza kaybına uğradı. Kızı Maraş’ta oturuyordu. Böyle hastalanınca eşi de kendisinden soğudu bakmaz oldu. Alıp köye getirdiler. Ökkeş Dayı, eşi Rabia Teyzeyle beraber hasta kızlarına bakmak zorunda kalmışlardı. Ökkeş Dayı, bazen kendi kendine söylenirdi;

—Benim Galip’e yaptıklarımdan dolayı bunlar benim başıma geldi. Diyordu. Ve bundan dolayı da bir pişmanlık içerisindeydi.

Asma altında oturup çayımızı yudumluyorduk. Onun en büyük yardımcısı, eli ayağı her şeyi Bozo’ idi.

Bozo; İri yarı, heybetli, kocaman boz bir merkep, Ökkeş Dayı’nın sağ koluydu. Ökkeş Dayı, köyün orta halli, mütevazı bir yaşamı olan biriydi. Öyle herkesin köyde zengin bildiği kişilerden değildi. Tek uğraşı elma bahçesiydi. Sabah erkenden uyanır Bozo’ya biner elma bahçesinin yolunu tutardı. Bahçede çalışır saat 09–10 civarında kışlık yakacak ihtiyacı için Bozo’ya odunu yükler üstüne de kendisi biner ve evin yolunu tutardı. Gelir gelmez tıraşını olur, duşunu alır ve hemen gelip kahveyi açar müşteriyi mağdur etmezdi. Gerçi müşterisi de fazla olmazdı, abisi Rüstem, Tık beşli Mustafa, Pir piri Hasan Dayı ve birkaç öğretmen arkadaştı. Ama müşteri olsun olmasın her zaman kahvesini açar, çayını demler asma altında otururdu. İkindi vakti sabah yaptığı işin aynısını tekrar eder bahçeye gider, akşam namazına yakın Bozo’n sırtında odun ve odunun üstünde Ökkeş Dayı, eve dönerlerdi. Bazen sorardık;

—Dayı, Bozo da artık yaşlanmış, O da elinden çıkarsa senin halin ne olur.

—O, benim kolum kanadım her şeyim derdi.

Bozo, yıllarca Ökkeş Dayı’ya bu hizmeti yaptı. Yıllar geçti. Bozo artık yaşlanmıştı eski gücü kalmamıştı. Yüklerin altında zorlanarak giderdi. Fazla ağır yükleri taşıyamıyordu. İşin kötü tarafı, artık Ökkeş Dayı’nın gözünden düşmüş eski saygınlığı da yoktu. Ökkeş Dayı, hayvanın bütün bu fedakârlıklarına rağmen yine de ona hiç iyi davranmayıp huysuzluk ediyor diye balkon direğine bağlayıp sopayla döverdi. Hayvana çok eziyet ederdi.

Kasımın sonları havalar soğumuştu. Yılın ilk karı yağıyordu. Hafta sonuydu. Akşam yemeğinden sonra kalkıp kahveye gittim. Hemen, hemen her akşam kahveye giderdim. Kahveye gitme amacımız sohbetti. Hani derler ya; ‘Gönül ne çay ister ne kahvehane, gönül sohbet ister çay, kahve bahane’ sözünde olduğu gibi, çay kahve bahaneydi Ökkeş Dayı’nın anılarını, sohbetini dinlemekti amacım.

 Kapıyı açtım ve içeri girdim. Kahvede yalnız oturuyordu. Her zaman erken geldiğim için kahvede kimse olmazdı.

—Selamünaleyküm, dedim.

—Aleykümselâm hoca efendi dedi.

Bir masaya yanaşıp sandalye çekip oturdum. Pencereden, sokak lambasının ışığında yağan kar muhteşem görünüyordu. Yağan karı zevkle temaşa ediyordum. Hasta olan kızın durumunu sordum.

—Aynı dedi. Değişen bir şey yok.

—Allah şifa versin, inşallah iyi olur. Allah’tan ümit kesilmez.

—Sağ ol hocam, sağ ol. Doğru söylüyorsun. Dedi.

Benim dikkatimi çekmişti, sürekli anırıp duran Bozo’dan ses seda yoktu.  Hiç sesi gelmiyordu. Merakla Ökkeş dayıya takılmak istedim.

—Bozo'nun sesi sedası bu günlerde duyulmuyor dayı, ağzını mı bağladın yoksa emekliye ayırıp içerde mı besliyorsun? Dedim.

Onu temelli emekliye ayırdım, hocam. Dedi.

—İyi etmişsin, hayvan cağız zaten bunu çoktan hak etmişti. Yıllarca sizin kahrınızı çekti. Baharda eşek tüccarı Salim efendiden de güzel ve genç bir yardımcı alırsın Bozo’unn yükü de hafifler. Dedim.

Yüzüme bakıp, tebessüm ederek;

—Onu özgürlüğüne kavuşturdum. Dedi.

—Ne yaptın? Dedim.

Çay ocağına doğru giderek;

—Bozo’ yu Ormana bıraktım. Dedi.

—Nasııl! Dedim.

Benim bozulduğumu hissedip kafasını hafifçe sallayarak;

—Valla onu iki gün önce ormana bıraktım. Hocam. Dedi.

Ben olanlara şaşırıp kalmıştım. İnanamıyordum.

—Ya bu insanlar ne kadar sevgisiz büyümüşler. Emektar bir hayvana bu yapılır mı? Hiç mi acımadı.

Diye kendi kendime sitem ediyordum. Çok sinirlenmiştim. Bazen hatalarını söyler onu eleştirirdim. Bana ses çıkarmazdı. Bundan da cesaret alarak;

—Ya dayı sen ne yaptın. Dedim.

Sinirlendiğimi görünce durdu. Bana baktı. Benden bu kadar tepki beklemiyordu herhalde. Şaşırdı, gözlerimin içine, içine baktı.

Artık dayanamadım.

—Sen hiç uslanmaz mısın? Galip’ e yaptıklarından dolayı. Başına gelenlerden ders almadın mı? Senin yüreğin hiç mi sızlamadı? Bu kış kıyametin ortasında hiç mi acımadın. Hiç mi vicdan azabı çekmedin?

Başını yere eğdi. Yüzüme bakacak gücü ve cesareti kalmamış gibiydi. İki dirseğini dizlerinin üzerine koydu ellerini bağladı ve iyice yere doğru eğilmeğe başladı.

—Zavallı hayvan senin kahrını bu yaşına kadar çekti karşılığı bu mu olması gerekiyordu. Kusura bakma ama hayvana hele, hele Bozo gibi bir emektar hayvana saygı duymayıp hiç acımadan kurda kuşa yem ediyorsan, senin insana da saygın olmaz. Yüce Allah’tan korkmadın mı? Bu kışın ortasında bir canlıya bu yapılır mı? Dayı. Daha dün Galip’e yaptıklarından pişmanlık duyduğunu söylerdin. Başına gelenleri ne çabuk unuttun. Beterin beteri var. Bu hayvanın ahı seni iflah etmez. Çok yazık ettin çok. Keşke bunu yapmasaydın.

Ökkeş Dayıdan hiç ses çıkmıyordu. O asabi adam benim, bu söylediklerim karşısında sus pus olmuş gıkı çıkmıyordu. Rengi kararmış öylece sandalyede kala kalmıştı. Ben fazla dayanamayıp çayımı yarım bıraktım ve kalkıp eve gittim. Şiddetli kar yağışı devam ediyordu. Hava çok soğuktu.

Ökkeş Dayı o akşam kahveyi erken kapattı. Eve gitti. Evde rahatı olmadı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Sanki iki katlı ahşap bina üstüne, üstüne geliyordu. Nefesi daraldı. Biraz balkona çıktı. Kar yağıyor hava çok soğuktu. Lambaların ışığında yağan lapa, lapa karı izledi. Gece karanlığında balkonda sırtında pardösü hayalet gibi duruyordu. İki tane sigarayı peş peşe içti. Üşüdü ve yatağına döndü. Yatağında bir oyana bir buyana dönüp durdu. Uykusu gelmiyordu. Belli ki pişman olmuştu. Belki kızının başına gelenleri, Galip’ e yaptıklarına bağlayıp, bu olaydan dolayı da korkuyordu. Ama bu korku, pişmanlık ve vicdan azabı gibi insanı deli edebilen karmaşık duyguların birleşimiydi. Durumu çok kötüydü. Yaptıklarından utanç duymaya başlamıştı. Büyük bir pişmanlık ve vicdan azabı çekiyordu. Bunu nasıl telafi edeceğini düşünüyordu. Sabah ezanıyla beraber kalkıp ele acele üstünü kalınca giydi. Askıdaki av tüfeğini aldı. Çıkmak üzereyken. Eşi uyandı;

—Ökkeş nereye gidiyorsun?

—Hanım ben çok büyük bir hata yaptım, onu düzeltmeye gidiyorum. İnşallah başarırım.

Eşi korkup telaşlandı.

—Yine ne yaptın? Ne hatası?

—Ya, hanım ben o zavallı yaşlı hayvanı, bu soğuk havada ormanda kurda kuşa yem olarak nasıl bıraktım, hala aklım ermiyor. Ben gidip Bozo’u bulup getirmesem vicdan azabından ölürüm.

—Bu havada gidilmez. Dedi. Karısı.

Ökkeş dayı dinler mi artık hiç kimseyi.

Kapıyı çekti merdivenlerden inmeye başladı. Zavallı karısı şaşkın, şaşkın ardındın baktı söz geçiremedi.

Köyün içinden telaşlı, telaşlı yürüdü. Eski ipek yolu diye bilinen zemini beyaz taşlarla döşeli taşlı yolda yürümeğe başladı. Yolun beyaz zemini bembeyaz karla kaplanmıştı. Yol sağlı sollu ceviz, nar, incir ve çeşitli orman ağaçlarıyla kaplıydı. Ağaçlar kar altında, gelinlik giymiş süslü gelinler gibiydi. Köpeği Karabaş önde Ökkeş Dayı arkada köyün yukarısında ki Elbistan köprüsüne yöneldiler. Köprüye vardıklarında oturup biraz soluklandı. Oturduğu yerden etrafı kolaçan ediyordu. Kalkıp yürüdü. Hava biraz yumuşamıştı. Köprüyü geçip karşı tarafta aramağa başladı. Yüksek yerlere çıkıp her tarafı taramağa çalışıyordu. Vazgeçti. Köprüye yöneldi. Geçip karşı taraftaki elma bahçesine girdi. Kendi elma bahçeleriydi. Çok büyük bir bahçeydi. Köyün en iyi elması bu bahçeden yetiştirilirdi. 250–300 elma ağacı vardı. Bahçenin çevresi orman ağaçları ve çalılardan yürünemezdi. Zaten tek işi bu bahçenin bakımıyla uğraşmaktı. Bakımını iyi yapar çok emek verirdi. Her türlü meyve ağacı ve asma çeşitleri mevcuttu. Nar, erik, ayva, şeftali, hurma, incir, ceviz, fındık, Antep fıstığı, kirkit üzümü vb. Tadımlık olarak ta olsa mutlaka her meyveden vardı.

Birçok defa gölgesinde kebap, çiğ köfte ya da kısır yediğimiz, bahçenin hemen girişindeki kocaman asırlık ceviz ağacının altına geldi. Orda durdu. Hemen yan tarafta Bozo’u sürekli gölgesine bağladığı ceviz ağacına baktı, baktı hüzünlendi. Bozo’nun ona, onun Bozo’ya yaptıkları gözlerinin önüne geldi ve gözleri doldu. Sağ başparmağının içiyle gözyaşlarını hafifçe silmeye çalıştı. Toparlandı. Tekrar yürümeğe başladı. Köpeği Karabaş, neşe içerisinde o tarafa bu tarafa koşup, yuvarlanıp karın tadını çıkarıyordu. Oysa Ökkeş Dayı,  Yaptıklarından utanıp bin pişman olmuş çöküntü içerisindeydi.

Bozo’yu bulursam bir daha yükte yüklemem. Diye düşünüyordu. Vicdan azabının verdiği acı gittikçe artıyordu. Bu karmaşık duygular içerisinde telaşla hemen, hemen tüm ağaçların diplerine ve kaya altlarına baktı. Onu bulamamıştı. Yavaş, yavaş ümitsizliğe kapılıyordu. Böyle olunca da daha çok telaşlanıyordu. Yaşlı yüreği hızlı, hızlı çarpmağa başlamıştı. Bir taşın dibine çöktü biraz soluklanıp dinlendi. Pes etmedi. Onu bulmaya kararlıydı. Bahçenin yukarısında armut ağaçlarıyla meşhur Armutlu Yaylasına gitmeğe karar verdi. Rampa yukarı yürümeğe başladı. Yukarılara çıkıldıkça köy ayakları altındaymış gibi görünüyordu. Kayaları tepeleri yoklaya, yoklaya armutlu yaylasına kadar gitti. Hiç bir iz yoktu. Çok yorulmuştu. Oturup köyü seyretti biraz. Çocukluğu, gençliği ve bu yaşına kadar yaşadıkları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Gençliğinde düğünde güreşirken, sakatlayıp ölümüne neden olduğu genç aklına geldi. Yaptığı hakaret ve haksızlıklar bir, bir canlanıyordu gözünün önünde. Sürekli eziyet ettiği eşi ve çocukları aklına geliyordu. Galip’e ve sonunda Bozo’ya yaptıkları aklına geldi. Akli dengesini yitiren kızını hatırladı. Bütün bunların sorumlusu olarak kendini görüyordu. Adeta çökmüştü. Yapacak bir şey yoktu. Yüreğine kor bir ateş gibi düşen bu acı adeta beynini kemiren vicdan azabıyla baş başa kalmıştı. Uzun bir süre hıçkıra, hıçkıra ağladı, ağladı, ağladı. Ümitleri kırılmıştı. Toparlanıp ayağa kalktı. Zaman da daralıyordu. Vakit geçmiş ikindi olmuştu. Son bir umutla Armutlu Yaylasını gözden geçirmeğe başladı. Aradı, aradı ama hiçbir şey bulamadı. Artık yapacak bir şey yoktu onu bulamamıştı. Kendisi de aç, susuz ve bitkin düşmüştü. Dönmeğe karar verdi zaten akşama ancak köye varırdı. Yavaş, yavaş aşağı doğru yürümeğe başladı. Geldiği yoldan değil de farklı bir yoldan inmeğe karar verdi. Son bir umut belki bulurum diye düşünüyordu. Karları yara, yara iniyordu. Arada sırada oturup dinlendi. Geldiği güzergâhta da bir şey bulamamıştı. Elma bahçesine vardığında güneş batmıştı. Hava iyice soğudu. Üşüyordu. Elma bahçesinin üst tarafında bir kayanın üstüne oturup son kez biraz dinlenmek istedi. Kayanın başına oturdu. Biraz soluklandı. Bu vicdan azabıyla bir ömür boyu yaşayacaktı. Yaşlı yüreğinin bunu ne kadar kaldırabileceğini kestiremiyordu. Bu karmaşık duygular içerisinde birden Karabaş’ın havlama sesini duydu. Sesin geldiği yöne baktı tekrar dinledi. Karabaş hızlı, hızlı havlıyordu. Heyecanlandı. Yerinden kalktı yorgunluğu sanki bir anda bitmişti. Köpek 30–40 metre yukarıda bir kayanın dibinde hem karı ön ayakları ile eşiyor hem de havlayıp Ökkeş Dayıya bakıyordu. Heyecanlandı. Hızlı, hızlı yukarıya tırmanmağa başladı. Köpeğin yanına varınca aradığını bulmuştu. Zavallı hayvan kardan ve tipiden korunmak için kayanın altına sığınmış ama yaşlı bedeni bu sert havaya dayanamayıp orada donup ölmüştü. Ökkeş Dayı artık yıkılmıştı. Gözyaşları sel olup akıyordu. Adeta yüreği parçalanmış gibiydi. Nefes alamıyordu. Sanki bir şeyler boğazına düğümlenmişti. Diz çöktü epeyce ağladı. Toparlanmaya çalıştı. Olan olmuştu. Yapacak bir şey yoktu. Bozo’yu kar yığını ile iyice örttü. Ona karşı son görevini ancak bu şekilde yerine getirmeğe çalıştı. Yürüyecek hali kalmamıştı. Yıkılmıştı adeta. Bir ömür boyu bu acıyı yüreğinde his ederek yaşayacağını biliyordu. O ihtişamlı deli dolu Ökkeş Dayıdan eser kalmamıştı. Taş yürekli Ökkeş Dayının yüreği yumuşacık olmuştu. Ama olanların hiç birisini artık telafi edemezdi. Bunu biliyordu. Bu karmaşık duygular içerisinde, yaşlı bedenini yorgun ayakları zar zor taşıyordu. Eski tarihi taşlı ipek yoluna girip karanlıkta bir hayalet gibi yürüyerek köyün yolunu tuttu… 

      13.11.2010

      İSMAİL YARAY                     

                                                                                         

Kültür & Sanat Haberleri