KIBLE YÜREKLİ, “GÜL” GÖNÜLLÜ, HİLÂL BAKIŞLI, HAMZA DURUŞLU, TURAN DÜŞÜNCELİ BİR GÜZEL İNSAN: MUHSİN BAŞKAN
Şeyh Edebâli’nin dediği gibi; “İnsanlar vardır; şafak vaktinde doğup, akşam ezânında ölürler.” İnsanlar; kendilerine tahsis edilen sayılı nefesleri tamamladıktan sonra, bu dünya gurbetinden aslî vatanlarına doğru yol alırlar. “İki kapılı bir han” denilen dünya misafirhanesine gelenler, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın o mübârek ifâdeleriyle; “Bir ağaç gölgesinde bir müddet dinlenip giderler.”[1]
Hayat denilen; beşikle mezar arasında yaşanan ve “ölüm için yazılmış bir kasîde”den ibâret olan “ömür” yolculuğunu bitiren her insan, fânî dünyadan bâkî âleme göçerken ardında bir takım izler bırakır. İzler vardır; yürüyenin ardından silinir, ondan geriye hiç bir belirti dahi kalmaz. İzler vardır belli bir süre yıllara mukâvemet eder, ancak zamanla silinip gider.
Bir kısım insan da vardır ki, yaptıkları, yaşadıkları, yaşattıkları ve yazdıklarıyla tarihe ve insanlığın hâfızasına derin izler bırakır, gün akşama yaslanınca geceye karışıp gitmez, nisyâna terk edilmez, geceleri yırtan müjdeli bir şafak gibi hayâtiyetlerini devam ettirir, adını tarihe, insanların hâfızasına yazdırır ve unutulmazlar. Bu güzel insanlar; arkalarında öyle derin izler ve nûrânî parıltılar bırakırlar ki; zaman o izleri aslâ silemez ve yıllar o ışığı kesinlikle söndüremez. Bu izler; gün geçtikçe daha çok derinleşir ve genişler, toplumların yolunu aydınlatan bir ışık kaynağı olur, gönülden gönüle yol bulur ve giderek menzil menzil büyüyen bir mânevî cadde hâlini alır.
İşte izleri yol olan bu güzel insanlar; mücâdele azimleriyle şâhikalaşır, gösterdiği hedefler ufuk çizgimizi aydınlatır ve hayat boyu sergiledikleri hâl, hareket, düşünce ve davranışlarıyla yeni nesillere rehber olurlar ve istikamet tâyin ederler. Bu güzel insanlar; beşeriyet için beslediği hayâllerle, inanç değerleri adına ortaya koyduğu ideâllerle, milletin istiklâl ve istikbâline yönelik yüreklerinde büyüttükleri ülkülerle, yaptıkları icraatlarla, yetiştirdikleri insanlarla, savundukları dâvâ, meftûn oldukları sevdâ, tâkip ettikleri metot, yaptıkları hizmet ve eriştikleri mertebelerle hiç ölmezler, Yunus Emre’nin ifâdesiyle “Her dem yeniden doğarlar.” Onlar; fikirleri, kişilikleri, mefkûreleri ve eserleriyle yaşamaya devam ederler ve yalnızca maddeten aramızdan ayrılırlar. Bizim inanç değerlerimize göre bu güzel insanlar; hayatlarını Hakk’a göre tanzim eden, ölçülerini Rabbimizin emirlerine göre belirleyen, Kâinatın Solmayan Gülü’nün “İz”inden yürüyen, her bakımdan Allah Resûlü(s.a.v.)’nü örnek alan ve “dîn ü devlet, mülk ü millet” için hayatını ortaya koyan âbide şahsiyetlerdir.
Bu âbide şahsiyetlerden bâzıları yaşarken milletin teveccühüne mazhar olur; ancak bâzılarının da yaşıyorken fark edilmeyen değeri; yokluğu hissedilince, -tıpkı ‘sağlığın, vatanın ve devletin’ varlığında anlaşıl/a/mayan kıymetinin elden gittikten sonra ne büyük önem arz ettiğinin bilinmesi gibi- varlığına ihtiyaç duyulduğu zaman anlaşılır, kadr ü kıymeti ancak yokluğunda tam olarak idrâk edilir.
İşte; ardından silinmez izler bırakan, değeri yaşıyorken tam olarak anlaşıl/a/mayan, hayattayken kıymeti hakkıyla takdir edil/e/meyen, “kadri, seng-i musallâ”da bilin/ebil/en, her geçen gün varlığına daha çok ihtiyaç duyulan, rahmetle anılan, hasretle aranan, hayırla yâd edilen ve “Keşke şimdi o hayatta olsaydı, her şey bambaşka olurdu” denilen bir güzel insan; on iki yıl önce, 25 Mart 2009 tarihinde Hakk’a vuslat için şehâdet şerbetini içerek Âlem-i Cemâl’e yürümüştü.
Bir ömürlük hayat kasîdesinin her beyitini; Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Hz. Hamza duruşlu, turkuaz düşünceli bir ülkü devi olarak ve kâl ile hâlini tevhîd ederek defter-i âmâline yazan Şehit Başkanımızın kim olduğunu, eskilerin tâbiriyle; “efrâdını câmî, ağyârını mânî” bir biçimde ve özellikle de genç alperenler için tafsilatlı olarak anlatalım:
O; Mekke’de doğan, Medîne’de devlet hâline gelen, risâlet ve nübüvvetin nûruyla insanlığı îman çağına eriştiren, inşâ ettiği eşsiz medeniyetle gönülleri fethederek; cehâletin girdabında debelenen beşeriyeti medeniyetin zirvelerine çıkaran yüce İslâm Dîni’yle; Türkistan’da tarih sahnesine çıkan, İslâm’la şereflenip Muhammedî sevdâlarla buluşan, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ni “cihad” ruhuyla taçlandıran, Kur’ân aşkıyla çağlayıp coşan, “ruh kökü” üzerinde kıyâm ederek aslî kimliğine kavuşan, bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını yapan aziz Türk milletinin kader çizgisinin kesiştiği noktalardan feyz ü ilhâm alan ve “Bir kar tânesi olsaydım Mekke’ye düşmek isterdim”[2] diyen bir inanç, îman, fikir, ülkü ve aksiyon adamıydı.
O; İslâm’ın topyekûn bir hayat nizâmı olarak kabul edilmesi ve her hâlimizin Hakk’a tâbî olması gerektiğini mükerreren ifâde eden; İslâm’ı hayatımıza göre değil, hayatımızı İslâm’a göre tanzîm ve târif etme mecbûriyet ve mükellefiyetimizi her zaman ve her zeminde açıkça belirten; “İslâm’ı kurtarma” yanlışlığına düşmeden, ‘İslâm’la kurtulma’ şuuruyla hareket edilmesi gerektiğini ısrarla vurgulayan ve “Millî Mutabakat Çağrısı”nda; “Allah’ın birliği ve yüce Peygamberimizin risâleti dışında hiçbir Mutlak Hakikat tanımıyoruz”[3] diyen velî bir alperendi.
O, “Ölçü İslâm Olmalı” adlı bir yazısında; “Fikirde, fiilde, davranış ve yaşama tarzında ölçü eksiksiz olarak İslâm olmalıdır. İslâm, hayatın her safhasında ‘mutlak belirleyici’ rolünü almalı ve istikamet tâyin edici bir ibre olma vasfını kazanmalıdır.”[4] diyerek çok net bir ölçü ortaya koyan, “İslâm’ı kimi çöle sıkıştırmak, kimi de çağa göre değiştirmek istiyor; hâlbuki İslâm bütün çağlara hitap etmektedir.” anlayışına sâhip olup, hiçbir zaman Kur’an ve Sünnet çizgisinden ayrılmayan, Rızâ-i Bârî yolunda taşlı dikenli yolları, işkenceli hücreli zindanları, karlı fırtınalı dağları cana minnet bilen, “Fert ve cemiyet olarak gâyemiz İ’lâ-yı Kelîmetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü, hedefimiz Allah’ın rızasına ulaşmaktır.”[5] diyen, bu yolda mücâdele ederken şehâdet şerbetini içen ve “Bir dâvâya inanmak, bedelini ödemeye baştan hazır olmaktır.” anlayışını hayatıyla ortaya koyan ülkücü gençliğin efsânevî lideriydi.
O; Allah(c.c.)’a ve Resûlullah(s.a.v.)’a bütün kalbiyle bağlanan, yüreğinde dağ gibi bir îmân taşıyan, “üsve-i hasene”[6] olan Fahr-i Kâinat Efendimiz(s.a.v.)’in Sünnet-i Seniyyelerini sertâç edip, “alâ huluku’l-azîm”[7] olan Muhâmmedî ahlâkın nâmütenâhî güzelliklerini hâl ve hareketlerine yansıtan; gönlünde ismet ve iffeti yaşatan, rûhunu izzet ve saffetle kuşatan, kalbini ülfet ve muhabbetle ışıtan, önce “adam gibi bir adam”, sonra da “bir dâvâ adamı” ve “bir gönül eri” olan; inandığı gibi yaşayan ve “Bir gayeye ulaşmak isteyen insan, gâyesine uygun hareket etmek mecburiyetindedir.”, “Dâvâ adamı, karşı olduğu düzen içinde, getirmek istediği nizâmın ölçülerini yaşayan, düzene karşı olmanın getireceği rizikoları göze alan, bu sebeple zulme uğrayacağını bilerek çileye hazır olan insandır.”[8] diyen ve inanç değerleri için ölümüne mücâdele ederken ideâllerinden aslâ tâviz vermeyen, zinhâr bedel ödemekten çekinmeyen Kürşad tavırlı bir serdengeçtiydi.
O; “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol”[9]mak için âhiret merkezli bir hayat yaşayan, ölümü hayâtın merkezine koyan; aklın ışığının fen, kalbin nûrunun din ilimleri olduğunu bilen, fakat bütün idrâkini beş duyunun sınırları içine hapsetmeyen, madde ile mânânın, ilim ile îmânın, akıl ile kalbin, kalem ile kılıcın, alınteriyle duânın terkibinin yapılması ve küllî bir tefekkür şuuru oluşturulması gerektiğine inanan; tefekkürün îmânı, îmânın teslîmiyeti, teslîmiyetin tevekkülü, tevekkülün de “Hasbün Allâhu ve ni’mel vekil”[10] diyerek her işte Allah(c.c.)’ı vekil tutma şuurunu zihnine ve gönlüne nakşeden, Rızâ-i Bâri’ye ermek maksadıyla, Ehl-i Beyt sevgisini Ehl-i Sünnet anlayışıyla tebellür ettiren 21. asrın çağdaş bir “Yesi Güvercini”ydi.[11]
O; “Allah, vatan ve bayrak” için bir ömür adayan; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”[12] hadîsini her zaman ve her şartta hayatına uygulayan, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan ve hiçbir zaman çizgisinde kırıklık olmayan; “Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz, dik duracağız, doğru gideceğiz.”[13] diyerek “Sırât-ı mustakîm”in Türkçe târifini ortaya koyan; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu kâfiyesi olmak isteyen, hem başı dik dağın, hem de boynu bükük menekşenin hâlet-i rûhiyesiyle temâyüz eden muttakî bir mü’mindi.
O; varlık sebebimiz ve hayat gâyemiz olan Müslümanlığımızla, hayatın gerçeği olan Türklüğümüzü dînî, millî ve ilmî bir çerçevede mezceden; “Türk’ün ruh köküne bağlı”[14] olan; “Bir elinde Kur’ân, bir elinde bilgisayar bulunan” ve Üstad Necip Fâzıl tarafından; “Dışı pırıl pırıl Türk, içi alev alev İslâm; içi dışına hâkim, dışı içine köle”[15] diye vasfedilen ülkücü alperenlerin yetişmesi için durup dinlenmeden gayret gösteren; secde-i Rahman’da iki büklüm olurken; söz konusu “mukaddesât, millet ve hürriyet” olunca vakar ve asâletine yakışır bir duruşla kükreyerek; “Kan dökmeyi seven bir millet değiliz, ancak söz konusu vatan ise; dünyanın şah damarını keseriz!”[16] diye gök kubbeyi inleten ve “Türk, ata bindiğinde Alparslan’dır, Yavuz’dur; attan indiğinde ise Mevlânâdır, Yunustur.”[17] gerçeğini devamlı dile getiren gani gönüllü ve “kırk çatal yürekli”[18] gerçek bir mücâhitti.
O; “Türklük bedenimiz, İslâmiyet ruhumuzdur, ruhsuz beden cesettir.”[19]diye özetlenen, “metbûluğu rûha, tâbîliği bedene veren” bu sebeple de; “İslâm hassâsiyeti olmayan milliyetçiliğin içi boştur.” diyen, milliyetçiliğe göre İslâm’ı değil, İslâm’a göre milliyetçiliği tarif eden; “..Mü’minler ancak kardeştirler..”[20] âyet-i kerîmesine, “Hubbü’l vatân mine’l-îman”[21]*, “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz”[22] temel kâidesine ve “Ne Arap’ın Aceme, ne beyazın siyaha üstünlüğünün bulunmadığı, üstünlüğün yalnız takvâda olduğu”[23] Nebevî ölçülerine, yâni sınırlarını Kur’ân ve Sünnet’in çizdiği İslâm parantezindeki milliyetçilik anlayışına bağlı olan ve birilerinin kulağının iyice duyması için de; “Biz Türk’üm demenin potansiyel suç, Müslümanım demenin nostalji sayıldığı bu dünyada; inadına Türk, inadına Müslümanız!”[24], diye haykıran Türk’ün yürek sesi, Türk Dünyası’nın beşik kertmesi ve ideâlizmin son efsânesiydi.
O; “milletin vicdanı”[25] diye târif ettiği milliyetçiliği; ideolojik bir şablon değil, kültür vasatında şekillenen sosyolojik bir gerçek, ümmet içindeki milletlerin bayrak yarışı, medeniyet iddiasıyla şekillenen âlemşumül bir düşünce sistemi; inanç, kültür ve tarih temelli bir mensubiyet şuuru olarak gören; “Bizim milliyetçiliğimiz ete, kemiğe, kana veya ırka değil, kültüre dayanır. Bizim milliyetçiliğimiz ayırıcı değil birleştirici, çatışmacı değil barıştırıcıdır.”, “Bizim milliyetçilik anlayışımızın, Batı’da örneklerini gördüğümüz biyolojik ırkçılıkla hiçbir ilgisi yoktur.”[26] diyen, milliyetçiliği; “Bir milletin başka milletlerden farklı olan kültür, inanç ve medeniyet özelliklerinin korunması, geliştirilmesi ve bağımsız yaşama irâdesidir. Millî bağımsızlık yoksa milliyetçilik de yoktur.”[27] diye ifâde eden; “Biz; üniter devletten, Ay yıldızlı bayrağımızdan, resmî dilimiz Türkçeden tâviz vermeyiz.”[28] temel ilkesini yüksek sesle dile getiren ve “Adriyatikten Çin Seddi’ne kadar güçlü, kaynaşmış ve birleşmiş bir Türk Dünyası ve Türk-İslâm birliği hayâl ediyorum”[29] diye bütün cihana seslenen Tûran düşünceli bir ülkü deviydi.
O; “Türk-İslâm Ülküsü”nü[30] fikriyâtımızın anayasası olarak gören, Türk olmayı İslâm’a hizmetle anlamlı kılan; nefrete, şiddete ve zulmete istinât etmezken; muhabbete, hürmete ve uhuvvete dayanan milliyetçiliği; tarih şuuruyla, millî kültür anlayışıyla ve ilmî bir bakış açısıyla değerlendiren; mübârek ecdâdımız Osmanlı’nın muazzez mirâsına sahip çıkmamızın şartın ötesinde bir mecbûriyet olduğunu ve “Sancağın düştüğü yerden ayağa kaldırılması”, “Yitiğin kaybedildiği yerde aranması”, “Tevhîd Sancağı’nın Anadolu’da yeniden kıyama durdurulması” gerektiğini bütün konuşmalarında dile getiren ve tepeden tırnağa samimiyet kokan “Gardaş!..” hitâbının ardından gelen sımsıcak bir bakışla gözlerinin içi gülen bir Osmanlı çelebisiydi.
O; ülkücülüğün siyâsî bir hareket olmanın çok ötesinde ahlâkî bir duruş, ideâlist bir tavır, ilkeli bir hareket ve aksiyoner bir meşrep olarak idrâk edilmesi gerektiğine inandığı için, ülkücülüğü; din, dil ve tarih şuurundan oluşan; îman, irfan, ihlâs, ilim, erdem, fazîlet, fedakârlık, çalışkanlık, yiğitlik ve mertlik hareketi olarak gelişen, kalbi Türkiye için çarpan, gönlü Tûran illerini, İslâm Âlemi’ni ve cümle mazlumları kucaklayan hudutlar ötesi kutsî bir dâvâ ve millî, İslâmî, insânî bir hareket olarak târif ederdi. O; “Ülkücülük; ülkemiz ve yeryüzünde Allah’ın nizâmını hâkim kılmak için kendine metot olarak Allah (c.c.) ve Resûlü(s.a.v.)’nü ölçü alan bir îmân hareketinin adıdır”[31], “Türk milliyetçilerinin dâvâsı Allah ve Resûlü’nün dâvâsıdır.”[32] diyen ve ülkücülüğün; “her zemine uyan, her kapıyı açan, her tarife sığan bir tanımlama”[33] olmadığını, ‘cami ile meyhane arasını ihâta eden bir yelpaze’ oluşturmadığını çok iyi bilenlerdendi.
O; ihtişamlı bir mâziyi muhteşem bir âtiye taşıma sorumluluğumuzun olduğunu bilen, kendimize ait mukaddes rüyâlar görebilmemiz için büyük ülkülerin peşinden koşmamız gerektiğine savunan, kandilleri sönmeye yüz tutan bir medeniyetin “Ay-Yıldız”lı bir kıyâm ile yeniden hayat bulacağına inanan; bu rûhu yeni baştan ayağa kaldırmak için, XV. ve XVI. yüzyılları “Türk Asrı” yapan değerler manzûmesini ihyâ etme mecbûriyetini ısrarla dile getiren, “akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm” ile alın, zihin ve gönül teri dökerek “gölgesiz ve lekesiz bir adâlet nîzâmıyla” yeniden câmi merkezli bir cemiyet inşâ etmeyi hedefleyen; “Bizim Kızıl Elmamız Türk-İslâm Birliğidir.”[34] diyen ve Nizâm-ı Âlem Ülküsü’ne inanan bir güzel insandı.
O; İslâm’ın haram kıldığı ve yasakladığı ırkçılığı şiddetle redden, fakat;
“Ben Türküm, Türk esir olmaz,
Ben Türküm, Türk devletsiz olmaz,
Ben Türküm, Türk bayraksız olmaz,
Ben Türküm, Türk ezansız olmaz,
Ben Türküm, Türk hürriyetsiz olmaz…”[35]
diyerek Türk’ün yüce hasletlerini ve her zaman gurur duyduğu Türklüğünü göğsünü gere gere haykıran, ‘Türk’te İslâm’ı ve İslâm’da Türk’ü tasfiye etmek’ isteyenlere karşı bir ömür mücâdele eden; millî kimliği ve vatan sevgisini anlatırken de; “Türkiye’nin bir millî kimliği vardır, o da Müslüman Türk diye ifâde ettiğimiz kimliktir.”, “Vatan aşkı maya gibidir, sütü bozuklarda tutmaz.”[36] cümlelerini siyâset defterine “majiskül harflerle” yazan ve sanki akıncılar çağından bu güne gelip gönlümüze taht kuran bir serhat beyiydi.
O; Medrese-i Yusûfiye’de çileyle pişmiş, îmanı daha da kâvîleşmiş, ruh dünyası irfânî güzelliklerle iyice zenginleşmiş, zindanların demir parmaklıklarına ve hücrelerin beton duvarlarına “Peygamber çiçekleri” fidelemişti… O; haksız yere 7,5 yıla yakın cezâevinde yatmış, bunun 5,5 yılını tecrit hücresinde geçirmiş, îdam sehpalarının altından gülerek geçmişti. O;
“Ben kırk kere İsmail,
Babam İbrahim değil.”[37]
dese de, kendisine bunca zulmü revâ gören cuntacılara buğz etmiş olsa da, devletine, milletine hiç gönül koymamış, yaptığı bir konuşmasında; “Ne kaderime küstüm, ne devletime küstüm! Çünkü inanmak, îman etmek varsa bir şeye, bedel neyse katlanıp; ‘Yâ Rabbî, kahrın da hoş, lütfun da hoş dedik”[38] ifâdelerini kullanmış, ayrıca “Bu devlet bizim devletimiz, devletime hakkım helâl olsun” demiş ve AB İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye’yi şikâyet etmeyi zül kâbul etmiş, bırakın bu işe tevessül etmeyi, böylesi bir düşünceyi hatırından bile geçirmemişti.
O; “Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseniz vallâhi ben dâvâmdan vazgeçmem.”[39] diye buyuran Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in izinden giden, Muhammedî ahlâkı diline tespih etmeyip hayatıyla çeken fazîlet sâhibi kâmil bir inanç eriydi. O; vurguncu, soyguncu, hortumcu sömürü düzeniyle ve onun düzenbazlarıyla hiç uzlaşmamış, onlarla devamlı mücâdele etmiş, dünya malına ehemmiyet vermezken, Beytü’l-mala gözünün içi gibi bakmış, tüyü bitmemiş yetim hakkını korumak için elinden ne gelirse yapmış, savunduğu değerleri aslâ pazarlık konusu yapmamış ve yaptırmamıştı. O; “Bu ülkede dürüst olmak başa belâdır, ama o belâ başımızın tâcıdır.”, “Dokuz köyden kovulacağımızı bile bile doğru bildiğimizi söylemeye devam edeceğiz.” demiş ve son nefesine kadar da bu sözünü nakzetmemişti. Çünkü o; makam ve mal sâhibi olmak için değil, Allah(c.c.)’ın ve Resûlullah(s.a.v.)’ın sevgisini kazanmak, milletin gönlünde yer almak, doğruluktan ayrılmamak ve hesap günü kazançlı çıkmak için siyâset yapmıştı. O; fânî lezzetlerden vazgeçmeden, Bâkî Olan’ın takdirinin kazanılamayacağını çok iyi bilenlerdendi. Onun için önemli olan iktidar vizesi değil, Yüce Rabb’imizin rızâsıydı. O; her geçen gün daha çok kirlenen siyâsetin içinde, yüce dağ başlarındaki bembeyaz kardan daha ak, daha temiz olan ve nesli nerdeyse tükenen bir büyük ideâlistti.
O; ahlâkî değerler bakımından ters yüz edilmiş olan politika sahnesinde, prensiplerinden hiçbir zaman tâviz vermeyen ilkeli tavrı, dimdik duruşu ve “yay gibi bükülmeyen, ok gibi dosdoğru çizgisi”yle “Ahlâkın dehâsına ulaşmış bir ahlâk adamı”ydı. O; bu toprakların yetiştirdiği en ilkeli, en namuslu, en temiz, en mert, en dürüst ve en mütevâzı siyâsîlerden birisiydi. O; ceylan derisi koltuk ve kırmızı plâka derdine hiç düşmemiş, paraya pula hiç tamah etmemiş, şana şöhrete hiç değer vermemiş; “akçalı işlere” hiçbir zaman meyletmemişti. Çünkü o; dünyevî ikbâl peşinde koşmayanlardan, şahsının ya da partisinin menfaatlerini ön plâna çıkarmayanlardandı. Çünkü o; nefsânî ihtiraslar ve fânî makamlar için başkalaşım geçirip, ideâllerini rafa kaldırmayanlardandı. Çünkü o; kalbini ve beynini hiçbir zaman midesinin emrine vermeyenlerdendi… Çünkü o; ilkeleri olmayan köşesiz siyâset adamlığına ya da köşe dönmeciliğe teşne bir vatanperverliğe veya nefsî arzulara peşkeş çekilen bir mâneviyatçılığa değil; hükümet menzilli siyâsî hedeflerin çok ötesindeki kültür ve medeniyet mihverli bir ideâlizmi, inanç ve ahlâk nizamının hâkim olduğu bir yönetimi ve güçsüzün güçlüden hakkını aldığı bir adâlet sistemini savunan, memleketin “aç hürler, tok esirler ülkesi” olmaması için mücâdele veren, gelecek seçimleri değil gelecek nesilleri düşünen, millî mefkûrelere ve yeniden “Gül” Medeniyeti’nin inşâ ve ihyâsına tâlip olan ülkücü bir siyâsetçiydi. O; harama, yalana, talana aslâ meyletmemiş ve maddî sıkıntıdan da hiç âzâde kalmamış bir hareketin lideriydi. Zâten o’nun alın teri değmemiş bol sıfırlı banka hesapları yoktu. Bu sebeple o, baştan sona bütün siyâsî hayatında hep para sıkıntısı çekti, hep yokluk ve zorluk yaşadı. O ve arkadaşları; çoğu zaman parasızlıktan parti binasının kaloriferlerini bile yak/a/madıkları için parti genel merkezindeki odalarında paltoyla oturmak mecbûriyetinde kalıyordu. Zâten onun bahtına hayatı boyunca hep “üşümek” düşmüştü… O, soğuktan donarken, Çeçenistan cihâdı için teşkilatından topladığı 80.000 dolar yardım parasını olduğu gibi Çeçenistan Fahri Başkonsolosu rahmetli Medet Ünlü’ye[40] teslim ederek Cehar Dudayev’e göndermişti.
O; her işinde olduğu gibi siyâsette de; ‘Allah (c.c.) hatırından daha âlî bir hatır, vatan ve millet çıkarından daha üstün bir menfaat’ olmadığını yaptıklarıyla ortaya koymuştu. O; “Allah’a îman ettim de ve dosdoğru ol!”[41] Nebevî emrini her hâline rehber edinen, hep “sırât-ı mustakîm”[42] üzre yürüyen ve kâliyle hâlini birleştiren nâdir siyâsetçilerdendi. O; hep doğruları söyledi, hep hakkı haykırdı ve Hak bildiği yoldan aslâ tâviz vermedi. O; hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi, hiçbir şartta inandığı yolda geri dönmedi. O, bizim başımız hiç yere eğdirmedi, bizi hiçbir zaman sukût-ı hayâle uğratmadı. İllegal yapılanmaların içinde hiç yer almadı. Hukuk dışı uygulamalara hep karşı çıktı. O, “gelenlerin keyfi için geçmişe kalkıp sövmedi”, “zulmü alkışlamadı, zâlimi aslâ sevmedi”[43], birilerinin müsaade ettiği kadar milliyetçilik yapmayı, zinde güçlerin izin verdikleri nispette inançlı olmayı kabul etmedi; inandığı yolda dimdik yürüdü, kırılmayı göze aldı, fakat hiçbir zaman eğilmedi, bükülmedi. O; “Bir sâniyesine bile hâkim olamadığımız, hükmedemediğimiz bir hayat için, bir dünya için fırıldak olmanın anlamı yoktur.”[44] dedi ve üç günlük dünya için hiç kimseye “Eyvallah” etmedi… Çünkü o, günümüz politikacı tipine her hâl ve davranışıyla aykırı bir kişi olması sebebiyle; siyâsetin içinde olmasına rağmen hiçbir zaman “politikacı” olmadı… Çünkü O; “İnanmadığım yolda milyonların önünde yürümektense, inandığı Hak yolda tek başına yol almayı tercih ederim.”[45] diyen kâmil bir Müslüman, “hâlis bir Türk”[46] ve başı dik, gözü pek, alnı ak, sevdâsı Hak olan örnek bir dâvâ adamıydı.
O; şahsî davâların değil, uhrevî sevdâların peşinden giden, milli kavgalar için her şeyini fedâ eden ve Namık Kemâl’in;
“Bâis-i şekvâ bize, hüzn-i umumidir Kemal, Kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına”
diye târif ettiği vatan evlatlarındandı… O; aslâ seyyar kıbleli muhafazakâr, sentetik milliyetçi, mevsimlik ideâlist, fırdöndü demokrat, fason dâvâ adamı, materyalist mâneviyatçı, ticârî ve siyâsî ihlâs (!) sahibi siyasal İslâmcı ve yüreği rozetinden küçük bir insan aslâ olmadı... O; bu toprağın değerleriyle hemhâl olan, yerli ve millî değerleri baş tacı eden ve genetiği değiştirilemeyen hormonsuz Anadolu insanıydı.
O; çok az siyasetçiye nasip olacak dümdüz bir çizgide yürüdü. O; sözünün eri, kararlı ve mertlik timsali bir siyâsetçiydi . Çünkü o; klâsik politikacı ahvâline değil İslâm ahlâkına sahipti ve günümüz siyâsetinde geçerli olan kurallara değil, Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlıydı. Çünkü o; ideâlindeki siyâseti, reel politiğin önüne koyan, hesâbî değil hasbî olarak siyâset yapan ve millet devlet bütünleşmesini arzulayan birisiydi. O; “güç zehirlenmesi” yaşayan, gerilimden nemalanan; birleştirip bütünleştirmeyen, ayrıştıran, ötekileştiren, kutuplaştıran; nefsine yenik düşen, dünyevî arzulara teslim olan, “Hârun gibi gelip Kârun gibi giden” tekebbür âbidesi siyasetçilerden değildi. O; ölçülü, seviyeli, kuşatıcı, kucaklayıcı, yapıcı, birleştirici, bütünleştirici, müsâmahakâr, nefsine hâkim, sabırlı, naif, nezâket ve tevâzû sahibi, saygılı, diyaloğa açık, îtidalli bir siyâsetçiydi. Bu sebeple o; siyâsete seviye, siyasetçiye de şeref kazandırdı. Çünkü o; körü körüne particilik yapmadı. O; âslâ “masa-kasa-nîsâ” peşinde koşan ihtiras sahibi bir kişi olmadı. Çünkü o; dış güçlerden yardım almadan, yalan ve hileye başvurmadan, doğruları söyleyerek ve dürüst bir şekilde seçim kaybetmeyi izzet bilen; birilerine diyet ödemeyi, alçalarak yükselmeyi, ayak oyunlarıyla seçim kazanmayı ve güdümlü olarak gâlip gelmeyi zillet kabul eden, hiçbir zaman millî, İslâmî ve insânî çizgisinden, Ay-Yıldızlı sevdâsından ve Türk-İslâm Dâvâsı’nda vaz geçmeyen, bu sebeple de herkese güven veren, muhalifleri tarafından da “adam gibi adam” denilen emîn bir insandı. Çünkü o siyâseti olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi yürütenlerdendi… O; “Kim Allah’ın rızasına uygun hareket ediyorsa, o bizdendir. Kim Allah rızasından uzaksa bizim dışımızdadır.”[47] diyenlerdendi. O; iktidara ulaşmak için her yolu deneyen, her şeyi mübah gören, küresel güçlere arzularını emir telâkkî eden ve dünya menfaati için şerefini kaybeden “fırıldak”lardan değildi. O; “Ben tertemiz ellerimi size uzatıyorum… Bu eller kire hiç bulaşmadı. Bu eller ihânte hiç ortak olmadı. Bu eller tertemiz bir mâzînin hâtıralarıyla dolu bir kuşağın bu güne uzattığı ve kutlu bir geleceğe birlikte yürümek için akitleşmek isteyenlerin elidir.”[48] dedi ve bizler de onun bu sözlerinin doğru olduğuna dünyada da, âhirette de “El-hak!” diyerek şehâdet edeceğimiz gibi; onun hiç kimseyi aldatmadığına, zulme destek olmadığına, inanmadığı hiçbir şeyin altına imzâ atmadığına, zinhar yüzümüzü kızartmadığına, fâni sevdâların peşinden gitmediğine ve aslâ gönüldaşlarına vefâsızlık etmediğine de şâhidiz.
O; demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne sonuna kadar saygılı, vesâyet odakları karşısında pervâsız, tâvizsiz, dik duruşlu bir mücâdele adamıydı. O; jakoben uygulamalara alkış tutan, millî irâdeyi tornadan geçirilmesi gereken bir tercih olarak gören, daha sonra da “demokrasi havârisi” kesilen tatlı su demokratlarından değildi. Gerçek anlamda sivilleşmeyi savunan, bir Türk milliyetçisi olarak milletin tercihlerinin baş tâcı edilmesi gerektiğine inanan, TBMM’si üzerine ne hâricî, ne dâhili, ne hâkî, ne de bürokratik vesâyet gölgesinin düşmemesi gerektiğini erkekçe duruşuyla her zaman ve her şartta ortaya koyan çok cesur bir siyâset adamıydı. O; ne inanç hürriyetinden, ne vatanın bölünmez bütünlüğünden, ne Türklüğünden, ne millî kültürden, ne demokrasiden, ne insan haklarından, ne de hukukun üstünlüğünden aslâ tâviz vermedi. Çünkü o; Allah(c.c.)’tan başka hiç kimseden korkmayan, hiçbir beşerî güç, kuvvet ve kudret sâhibinden ayak çekmeyen, en tehlikeli süreçlerde; 80 öncesinde,12 Eylül’de, 28 Şubat’ta, 27 Nisan’da… yâni “erliğin darlıkta belli olduğu günlerde” gözünü daldan budaktan sakınmayan, her zaman Hakk’ın yanında ve haksızlığın karşısında yer alan, zâlimler karşısında hakkı söylemekten hiçbir şartta çekinmeyen; gözünü kırpmadan, ardına bakmadan inandığı doğruların peşinden ölümüne giden “Erkek olmak alın yazısı olsa da her kula nasip olmaz.”[49] diyen ve aslâ recûliyet eksikliği göstermeyen “Kadife eldiven içindeki çelik yumruk”tu.[50]
O, 12 Eylül’de cunta rüzgârlarının en sert estiği, Mamak’taki ihtilâl mahkemelerinin ölüm kustuğu ve şubatların yirmi dokuz çekmediği dönemler dâhil, hiçbir zaman zinde güçlerle iyi geçinmek ve statükoyla uzlaşmak adına millî irâdeye kat’iyen gölge düşürmedi, hiç kimsenin tehditlerine boyun eğmedi, hiçbir dönemde aksiyoner ve demokrat çizgisini değiştirmedi. Zâten o; hukukun ve demokrasinin askıya alınmak istendiği her darbe ve vesâyet döneminde; milletin hissiyâtını korkusuzca dile getiren, halkın irâdesine ve inançlarına saygı gösterilmesi gerektiğini hiç kimseden sözünü çekmeden ve çekinmeden söyleyen, böylece demokrasinin daha fazla yaralanmasını önleyen ve milletin inanç değerlerini korkusuzca savunan; 28 Şubat’ın en şedit dönemlerinde zâlimlerin karşısına dikilerek , “Namlusunu millete çevirmiş tanka aslâ selâm durmam”[51] diyen ve şubat karanlığına “gök bıçaklar” saplayan bozkurt meşrepli bir koç yiğitti.
O; süslü laflar etmek yerine, icraatlarını konuşturur, herkesin sustuğu yerde en gür ses hep ondan çıkardı. O, zor zamanların adamıydı. Bir toplantıda, 28 Şubat’ın kudretli generali Çevik Bir’in Rahmetli Başkan’a; “Türkiye, İran olmayacak!” yazılı bir mesaj göndermesi üzerine; o, gelen kâğıdın altına; “Türkiye İran olmaz, Cezayir olmaz, ama Türkiye’nin Suriye yapılmasına da biz aslâ müsaade etmeyeceğiz!”[52] diye okkalı bir cevap veren ve hâl diliyle;
“Baş eğmeyiz edâniye dünyayı dûn için,
Allah’adır tevekkülümüz, îtimâdımız.”[53]
diyenlerdendi… Çünkü o, bu ülkenin kısıl/a/mayan sesi, bu milletin en sivil, en demokrat, en millî damarlarından birisi ve hiçbir zaman ne inancından, ne milliyetinden, ne haysiyetinden, ne dik duruşundan ne de demokrasiden tâviz vermeyen yiğitlik ve kahramanlık şâhikasıydı… Çünkü o, “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz”[54] marşını söyleyerek yetişen, millî hislerini kahramanlık şiirleriyle kıyâma durduran ve “Dâvâ Felsefesi”ni;
“Ben milletim uğruna adamışım kendimi
Bir doğrunun îmanı, bin eğriyi düzeltir…
Zulüm Azrâil ola hep Hakk’ı tutacağım,
Mukaddes dâvâlarda ölüm bile güzeldir…”[55]
dizeleriyle bütün cihana duyuran inanç âbidesi tâvizsiz bir ideâlistti.
O; “İnanıyorsanız mutlakâ üstünsünüz”[56] Âyet-i Kerimesine hakkıyla îman eden, “Her şeye rağmen Türk Milleti’nin sâhibi Allah’tır.”[57] diyen ve Türk’ün cihangirliğine bütün kalbiyle îman edip milletimizin istikbâline dâir “fâtihâne” rüyâlar gören, gençliğin de aynı rüyâları görerek büyük ideâller peşinde koşması için durup dinlenmeden sa’y u gayret gösteren, siyâseti bir gâye olarak değil, milletine, ülkesine ve ülküsüne hizmet yolunda bir araç olarak kabul eden adam gibi bir adamdı. O; resmî bir paragrafta nesne olmaktansa, sivil bir cümlede özne olmayı tercih eden, millî irâdeyi de, hukukun üstünlüğünü de, demokrasiyi de sonuna kadar savunan gerçek bir demokrattı.
O; ömrünü Türk’ün İslâm ülküsüne adayan, “gök kubbede bir hoş sadâ” değil, binlerce hoş sadâ bırakan, “Herkes ölür, ama her insan gerçek hayatı yaşayamaz.”[58] sözünde bahsedilen, “gerçek hayatı” yaşayan, bütün ömrünü inandığı değerler uğruna adayan, hayatı boyunca hiçbir şâibesi olmayan ve tertemiz kalan, milletimiz tarafından kadr ü kıymeti ancak seng-i musallâda anlaşılan, irfan sâhibi bir gönül süvârisi ve çelik bilekli, cesur yürekli bir dâvâ adamıydı.
O; ahlâkı, samimiyeti, düşünce dünyası, aksiyoner ideâlizmi, fikrî ve fiili mücâdelesi, vefâsı, dostluğu, sabrı, tevekkülü, tevâzuu, cesâreti, asâletiyle… kalbimize taht kuran, kök boyalı bir Anadolu kilimi gibi gönlümüzdeki muhabbeti hiç solmayan, gençlik yıllarımızdan beri “Başkanımız” olan ve isminin mütemmiz cüzü hâline gelen “Başkan”lık sıfatı en çok ona yakışan Muhsin Yazıcıoğlu’du…
O; “din ü devlet, mülk ü millet” diyen her insanın yârânıydı.
O; “Kevser akan, ‘Gül’ kokan”[59] bir mefkûre gülistânıydı,
O; îmânı kadar millî öfkesi de zirvede olan bir asâlet fermânıydı.
O; “vicdanını kaybeden bir devrin tertemiz vicdânı”[60]ydı.
O; “Şehitlerin eli öpülür!”[61] diye hürmet edilen bir güzel insandı.
O; cümle “Yesi Güvercinleri”ne muhabbetli kâmil bir Müslümandı.
O; şiir gibi duygulu, mehter gibi coşkulu Ay Yıldızlı bir destandı.
O; “Bir Güzel Ülkü”ye[62] kara sevdâlı olan adanmış bir kahramandı.
O; yirmi dokuz çekmeyen şubatlara göğüs geren yiğitlerin şehsuvârıydı.
O; “melâli” anlayan nesle “Eylül”ün değil, “Ocak”ın yâdigârıydı.
O; “fâtihâne” rüyâlar gören Ülkücü Hareket’in medâr-ı iftihârıydı.
O; Türk’ün İslâm dâvâsına inanmış alperenlerin gönül hamurkârıydı.
O; Oğuz Han neslinden “velî” bir Türk ve hâlis bir Türk milliyetçisiydi.
O; Türk milletinin, Türk Dünyası’nın ve İslâm ümmetinin yürek sesiydi.
O; C-5’teki işkencelere karşı direnç ve Mamak Zindanları’nın inanç âbidesiydi.
O; kimliğine bakmadan cümle mazlumlara sâhip çıkan mertlik ve yiğitlik efsânesiydi.
O; gözünü daldan budaktan esirgemeyen, zâlimlere boyun eğmeyen bir cesâret ummanıydı.
O; ‘Onlar’ diye vasfettiğimiz ‘Mazlum ve mahzun bir neslin’[63] som altından şeref nişanıydı.
O; ülkücülüğün numûne-i imtisâli ve genç, yaşlı bütün ülkücülerin “Muhsin Başkanı”ydı.
Şehit Başkanımız rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun kabri nûr, mekânı Cennet, makâmı âlî ve rûhu şâd olsun… Cenâb-ı Allah, kandım diyene kadar rahmet eylesin. Yüce Rabb’imiz; Bâkî Âlem’de onu Sevgili Peygamberimiz(s.a.v)’e, bizleri de ona komşu eylesin. Âmîn, âmîn, yâ Muîn!..
Ve bütün sözlerin nihâyeti, Kur’ân-ı Kerîm’in bidâyeti olduğu için, sözün bittiği yerde İlâhî Kelâm başlar:
“Küllü nefsin zâikatü’l-mevt.”[64]*
“Hüve’l-Bâkî”[65]
El Fâtiha!..
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Tirmîzî, Zühd 44
[2] Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, 179
[3] Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, Millî Mutabakat Çağrısı, 207
[4] Muhsin Yazıcıoğlu, Ölçü İslâm Olmalı, Gözyaşı Dergisi, 1987, sayı 3
[5] Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, 122
[6] Ahzâb, 33/2; “En güzel örnek”
[7] Kalem, 68/4; “En yüce ahlâk sâhibi”
[8] Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, 202
[9] Hûd, 11/112; Şûrâ, 42/15
[10] Âl-i İmran, 3/ 173
[11] Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Erenler Dîvânında, 12
[12] İbn-i Kayyım, El-Cevâbu’l-Vafî, 136
[13] Dr. Mehmet Güneş, Bir Güzel İnsan Muhsin Yazıcıoğlu, 63
[14] Necip Fâzıl Kısakürek, Esselâm, Vasiyet, 138-141
[15] Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket, VI, 613; 3 Mayıs 1977 tarihinde Necip Fâzıl ve Alparslan Türkeş’in yayınladıkları târihî “Beyannâme”
[16] Muhsin Yazıcıoğlu
[17] Dr. Mehmet Güneş, Bir Güzel İnsan Muhsin Yazıcıoğlu, 27
[18] Ozan Ârif
[19] Alparslan Türkeş, Yeniş Ufuklara Doğru, 124
[20] Hucurât, 49/10
[21] Aliyyu’l-Kârî; el-Esrâru’l-Merfûa, 189-191, Hadis Nu:164; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 345; İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 155. Mektup; * “Vatan sevgisi îmandandır.”
[22] Hanbel, Müsned, IV, 107;Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VI, 244
[23] İbrahim Canân, Kütüb-i Sitte, II, 304, V 539, VI, 173
[24] Dr. Mehmet Güneş, Bir Güzel İnsan Muhsin Yazıcıoğlu, 28
[25] Muhsin Yazıcıoğlu, Röportaj, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı, 50, Mart-Nisan, 1998,
[26] Hakkı Öznur, Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 80
[27] Muhsin Yazıcıoğlu, BBP 5. Olağan Büyük Kurultay Konuşması, 20 Temmuz 2003
[28] Muhsin Yazıcıoğlu, BBP 4. Olağan Büyük Kurultay Konuşması, 8 Ekim 2000
[29] Hakkı Öznur, Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 89
[30] S. Ahmed Arvâsî, Türk-İslâm Ülküsü ( III Cilt), Ocak Yayınları, Ankara 1982.
[31] S. Ahmet Arvâsî, a.g.e., II, İdeolojimiz ve İslâmiyet, 258-260
[32] S. Ahmed Arvâsî, İnsan ve İnsan Ötesi, 5
[33] Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, 104
[34] Muhsin Yazıcıoğlu, Haber X Dergisi, Söyleşi, Kasım 2007.
[35] Muhsin Yazıcıoğlu, Dikeni Gül Eylemek/ Mamak Şiirleri, Ben Türk’üm, Türk Bayraksız Olmaz
[36] Dr. Mehmet Güneş, Bir Güzel İnsan Muhsin Yazıcıoğlu, 28
[37] Ömer Lütfi Mete, Gülce, Üç Ayak Bir Şafak
[38] Hakkı Öznur, Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 15
[39] Sîretu İbn Hişam, I, 266; İbn Kesir, Sîretu’n-Nebeviye, 1, 474; Beyhakî, Delail’u’n-Nübüvve-şamile, II, 63
[40] Çeçenistan Cumhuriyeti İçkerya Fahri Başkonsolosu Medet Ünlü 22 Mayıs 2013 günü saat 19.30’da Ankara Balgat’taki Çetin Emeç Bulvarı’ndaki bürosunda fâili mâlum bir silahlı saldırya uğrayarak şehit edilmiştir.
[41]Müslim, Îman, 32
[42] Fâtiha, 1/5; “Dosdoğru yol”
[43] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Altıncı Kitap - Âsım, 380
[44] Dr. Mehmet Güneş, Bir Güzel İnsan Muhsin Yazıcıoğlu, 63
[45] Muhsin Yazıcıoğlu
[46] Necip Fâzıl Kısakürek, Öfke ve Hiciv, Hâlimiz, 44-45
[47] Muhsin Yazıcıoğlu
[48] Muhsin Yazıcıoğlu, BBP 7. Olağan Büyük Kurultay Konuşması, 9 Kasım, 2008
[49] Dr. Mehmet Güneş, Bir Güzel İnsan Muhsin Yazıcıoğlu, 52
[50] Dündar Taşer
[51] Hakkı Öznur, Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 33
[52] Hakkı Öznur, Muhsin Yazıcıoğlu Külliyatı, I, 34
[53] Bâkî
[54] H. Nihal Atsız, Yolların Sonu, Yolların Sonu, 11-12
[55]Abdurrahim Karakoç, Vur Emri, Dâvâ Felsefem, 10
[56] Âl-i İmrân, 3/139
[57] Dr. Mehmet Güneş, Bir Güzel İnsan Muhsin Yazıcıoğlu, 61
[58] Victor Hugo
[59] Nurullah Genç, Rüveyda, Rüveyda, 65
[60] Cemil Meriç, Mağaradakiler, 309
[61] Muhsin Yazıcıoğlu’nun şehâdetinden on yıl önce, hasta yatağında yatan Yozgat’ın mânevî mimarı Şeyhzâde Ahmed Efendi(k.s.)’ye yaptığı bir ziyâret sırasında orada bulunan Emekli Savcı Nevşehirli Mehmet Temiz Bey başta olmak üzere bâzı kişilerin de şâhit olup anlattığı önemli bir hâdise zuhur etmiştir. Ziyâret sırasında Muhsin Yazıcıoğlu, Şeyhzâde Ahmed Efendi(k.s.)’nin elini öpüp duâsını almak için yanına vardığında, hasta yatağından doğrulan Şeyhzâde Ahmet Şevki Ergin Hocaefendi Muhsin Başkan’ın elini tutmuş ve öpmek istemiş, Rahmetli Başkan’ın “Estağfurullah Efendim! Biz sizin elinizi, ayağınızı öpmeye geldik!” deyince, Şeyhzâde Ahmet Efendi (k.s.) de; “Oğlum! Şehitlerin eli öpülür!” demiştir.
[62] Abdurrahim Karakoç, Akıl Karaya Vurdu, Bir Güzel Ülkü, 77-80
[63] Dr. Mehmet Güneş, İz Bırakan Yazılar, Onlar, 177
[64] Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57; *“Her nefis ölümü tadacaktır.”
[65] Bâkî olan O’dur.