Dünkü yazdığım gibi “7 güzel adam” yazısına başlarken başta gördüğüm sahneyi hiç beğenmediğimi açıklamıştım. Diziye neden bir idam sehpası ile başlanıyordu? İlk anda şapka isyanı aklıma geldi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Maraş kurtuluşunun 22 gün gibi göz kamaştıran parlaklığı ve acilliği yanında bu idam sehpası olayı hiç de hoş kaçmıyor bir kara leke gibi duruyordu. Kurtuluştan sonra maalesef cehaletten bir kısım yanlışlıkların din sanılmasından olsa gerek üzücü olaylarda yaşanmıştı. En başlıcalarından şapka isyanı olayı patlak vermiş kurulan istiklal mahkemesinde “benim adım Maşallah şapka giymem inşallah” diyenler yargılanarak idam edilmişti. Rahmetli hoca şapkaya karşı çıkarken, din gereği reddederken fesin bize Yunanlılardan geçtiğini bilememiş, ya da ona anlatmamışlar.
Nitekim yıllar sonra demokrasiye geçişle birlikte yine Maraş’ta üzücü olaylar yaşanmış rahmetli ve çalışkan valililerimizden İbrahim Öztürk zamanında (kendisini kısa bir süre önce kaybettiğimizi öğrendik) buğday arsasını yaptırması için mezarlığın uzun yıllar kullanılmayan tarafına buğday Pazarı yani arasa yapılmak istendiğinde bazı kişilerin tahrikiyle oraya saldırılmış, oraya saldıranları güvenlik güçleri dağıtmış. Halkı galeyana getirmek için “genç gelinlerin cesetleri meydanlara çıkartıldı” gibisinden yalanlar uydurulmuş. Ben dizideki idam sehpasını başlangıçta Maşallah hocanın idamı sandım, değilmiş.
Şapka isyanı olayından sonra demokrasiye geçişle birlikte yine rahmetli Ecevit’in başbakanlığı döneminde hiç de hoş olmayan olaylar patlak vermiş. Maraş’ta 3-5 gün kaos hüküm sürmüştür. Resmi yazılardan aldığım kayıtlara göre 116 alevi ve Sünni vatandaşımız çirkin tahriklerle başlayan Maraş olaylarında telef olmuşlardır. Allah bir daha o acı günleri yaşatmasın. Ölenlerin mekanları cennet olsun. Bazı kaynaklar daha fazla göstermekte ölenleri. Ben kayıtları olayların bitiminden sonra nüfus müdüründen almıştım. Bütün bu nedenlerle artık Maraş bu gibi kötülüklerle anılmasın istiyorum. Onun için idam sahnesini yadırgadım. Sonradan anlaşıldı ki rahmetli Erdem Bayazı’ ın hayatının bir bölümünde şok etkisinde kaldığı bir olaymış. İdam sahneleri bundan böyle acı günleri hatırlattığı için hiç de gereği yok diye düşünüyorum. Bütün dünyaya rezil olduğumuz Maraş olayları diye anılan Alevi Sünni çatışmasından acı duyuyor ve utanıyorum. Artık Maraş katliamı gibi olayları kafamızdan silerek hep iyi ve güzel şeylerle anılmalıyız diye düşündüğüm için beğenmedim idam sehpasını. Rahmetli İbrahim Öztürk arasayı kaldırarak caddeleri genişletirken askerden de destek görmüştü. O zamanlar çeltik mi ekilecek bu kadar geniş caddeye ne gerek var diye düşünenler, Cuma namazından çıkan rahmetli Hasan Süküti’ye çürük yumurta, çürük domates atanların torunları olsa gerekir.
1956’nın 4. ayının 20 inci gününde ilk gazetemi yayınlarken merhum rahmetli Süküti’nin eserlerini, resimlerini bir karede toplayarak ilk sayımızda manşet yapmıştık. Manşetin başlığı” Millet için çalışanlar ölmez, kalplerde yaşarlar”dı. Yazının sonunda “nur içinde yat aziz ölü” diyordum. Yazımdan 6 ay kadar sonra İzmir Çeşme’de yaşayan rahmetli Hasan Süküti Tükel ‘den bir mektup aldım. Gazetemin kim ulaştırmışsa ulaştırmış olmalı ki 6 ay sonra rahmetliden gelen mektup da; “değil mi ki o memlekette sizin gibi gençler yetişmiş, tüm haklarımı Maraşlılara helal ediyorum” diyordu. Rahmetlinin zamanında “Allah’ın suyunu nasıl hapsedersin” diyenlerin sonradan bahçelerini sulayan kişiler olduğu anlaşılmıştı. Arklardan akan suları borular içine alarak temiz su içmesini sağlayan rahmetli belediye başkanı Süküti Ulu Camiden çıkarken ıslıklanmış hakaret edilmiş “Allah’ın suyunu nasıl hapsedersin” diye bağırmışlardı. Bütün bunlardan nedense hiç ders çıkarılmadan en son Maraş olaylarına kadar gelinmesi gerçekten yürekleri burkan, vicdanları yaralayan olaylardır. Tarih hocası Yalçın Özalp’ ın son günlerde bir gazetede iddia ettiği yine ermeni olayı mı? Yoksa Yalçın hoca yanılıyor mu diye kuşkuya düştüm. Hoca cesur bir yayınevi arıyorum diye Maraş olaylarını çıkaranların ermeni olduklarını iddia ediyor. O sıralarda Maraş’a gelen Ermeni Garbis Altınoğlu’ndan söz ederek onu delil gösteriyor. Şimdi bu yaşananlar ile bize aktarıldığı arasında çelişki vardır. Geçmişte Maraş’ta Ermeniler, Yahudiler gibi ayrı mahallede değil her mahallede karışık yaşamışlar denir. Hatta 1 cihan harbinden önce Ermeniler ve Türkler Maraş’ta birbirlerinin işine aşına, ekmeğine ,çamaşırına yardımcı olmuşlar diye söylenir. Emperyalist devletlerin kışkırtması sonucu toplumlar birbirlerine düşman edildikleri anlatılır. Sayın yalçın hoca ile buluşabilirsek bu konuları da konuşmak isteriz. Esasen bu acı yaşananların unutulması daha da iyi olur diye düşünüyoruz, ama hiç unutulmayan bir şekilde zaman zaman geçmişle karşılaşırız bu da bize geçenlerden ders almadığımızı gösteriyor.
Maraş olaylarından 3-5 sene sonra yine bir kısım tahrikler olduğunu görerek memleketi kötü görmek ve göstermek isteyenler kim olursa olsun emellerine ulaşamazlar. Nitekim o yıllarda o olaylardan sonra yaşanan bu acı olayların sondan yazdığım bir yazıda belirttiğim gibi isterse her sokak başına 3-5 bozguncu da kasıtlı konsada emellerine ulaşamazlar. Çünkü kusura bakmasınlar artık maymunun gözü açıldı. Herkesçe bilinen maymun hikayesini de anlatmıştım. Allaha şükür o günlerden bugüne kötü bir olay yaşanmadı. Neyse bunları bırakayım da merhum Cahit ile nasıl arkadaştık nasıl oldu da bozuştuk onu anlatayım. Rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun rahmetli abisi Sait Zarifoğlu da o yıllarda sanırım 1-2 sene gazetemin bedavadan yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Sonra orman mühendisi ve müdürü oldu. Rahmetli eniştem Mehmet Zarifoğlu ile akrabaydılar. O yıllarda Cahit ile birbirimize gider gelirdik. Anası da benim anam gibi uzun yıllardır namazını aksatmayan bir cennet hatunu idi. Cahit matbaama çok sık gelirdi. Önemli gördüğüm bir anımda vali Orhan Akbay bir kurtuluş günü öncesi olsa gerek Cahit ile beni Aslanbey’in evine götürmüştü. Biraz hoş beşten sonra Aslanbey “kahveyi nasıl içersiniz?” dedi. Vali bey de bende az şekerli dedik. Rahmetli Cahit çay içerim dedi. Aslanbey odadan çıkınca evlat sen de kahve iç de işimiz var dedi vali bey çayın işi uzun sürer. Cahit bu ikaz üzerine kahve içti. Aynı Cahit Zarifoğlu Mustafa Öz ün gitmesi üzerine inkılap gazetesini Ankara ya gidinceye kadar sanırım birkaç ay devam ettirdi. Bozuşmamızda şöyle oldu. Bana okuyabilmesi için kefil olmamı istedi. Ben de kusura bakma kefalet yüzünden köylere tütün bayiliği yapan amcamın 500 TL için evi satıldı. Gelip bizim duvarları olmayan evin kötü avlusunda kaldılar . Sonra da ahır gibi bir yere taşındılar. Ben kefil olamam dedim. Rahmetli bana o nedenle küstü. Emirmahmutoğlu’na gitmiş o kefil olmuş diye duydum. Sayim bey memleketin en ileri gelen ağası beyi kadılara sırtını dayamıştı. O olabilirdi, ama benim arkamda hiç kimse yoktu ,o nedenle ablamın çocukları dışında kimseye kefil olmadım. Çünkü ben de ilkokulu bitirince parasız yatılı okulu kazanmış olmalıyım ki rahmetli anamla kapalı çarşıda bezirganlık yapan rahmetli Derelioğlu Şerife Hatunun kardeşi İsmail Zulkadiroğlu’na giderek bana kefil olmasını istedik. Rahmetli “ben kefil olamam Meyrem hatın” diyerek reddettiği için yatılı okula girememiştim. Rahmetli İsmail Zulkadiroğlu şair Mustafa Zulkadiroğlu’nun babasıydı bize dolaylı akraba gelirdi. O dönemde benim tahsilim ilkokulla sınırlı kalmış oldu, girdiğim sanat okulundan bile çalışmak için ikinci sınıftan ayrılmak zorunda kalmıştım. Çok uzun yıllar sonra bir kişi beni tanıdın mı? Demişti. Maalesef tanıyamamıştım sakal, bıyık birbirine karışmıştı. Acaba Cahit mi diye düşünürüm. Kendisi de kendini tanıtmamıştı. Toprağı bol olsun bu 7 güzel adamın içine giren Cahit de sanırım bunu fazlası ile hak etmiştir. Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun.