Tasavvuf ehli ya sûfîdir ve sâfî. Sûfi, vaktin oğludur; mânevî cihetten vakit neyi gerektiriyorsa onu yapar.
Mertebesi sûfiden yüksek olan sâfî, yâni vaktin babası hâlden ve vakitten kurtulmuş, ilâhî tecellîye mazhar oluşunun farkına varmış, tam mânâsıyla arınmış ve Hak katında fânî olduğu için vakit ona tâbi olmuştur.
İbnül-vakt, yâni vaktin oğlu abd-i mahzdır (saf ve halis kul), yolun yarısındadır. Ebul-vakt, yâni vaktin babası tasarruf edendir, yolda değildir, menzile varmıştır.
Bizim muradımız yolda olan, yâni vaktin oğlu olanları tanımak, hâllerini öğrenip onlara katılmak olduğu içindir ki onların sîret ve hâllerini meşk etmektir.
Kendini bilen, yâni Allah’a yakınlıktan ayrılmayarak vakti ibadet, zikir ve mâna âlemi içinde geçirenlere ibnül-vakt, yâni vaktin oğlu, vaktin uşağı denir.
Tasavvufî hayatta vaktin oğlu mânasına gelen “hûş der dem” (her nefes alışverişte kulluğunun şuurunda olan) ve “vukûf-ı zaman”, yâni zamana hâkim olanlar gibi sıfatlar vardır. Allah’a ve dinine bağlılık ameliyle meşgul olanın sıfatıdır. Zamanın geçiciliğini bildikleri için vakit şuuruna sahiptirler.
Vakit, içinde bulunduğumuz “hâl” dir, yâni kâl’den, dünyevî ve malâyânî olandan uzaklaşmaktır. Zihin ve kalbimiz dünyevî düşüncelerle dolu ise vaktimiz dünyadır. Âhiretle meşgul oluyorsak vaktimiz âhirettir. Hüznü yaşıyorsak vaktimiz hüzündür.
Mânevî bir “hâl” in yaşandığı ân’ı ifade ettiği içindir ki vaktin oğluna ân’ın çocuğu da denir. Geçmiş ve gelecek önemli değildir. Önemli olan vaktin içinde bulunduğu ân’dır. Ân’ın çocuğu, irade ve hürriyetini katmadan ilâhî tecelliye teslim olur ve onun getireceği oluşu yaşar.
“İBNÜL-VAKTİM BEN”
İâhî tecellîleri temâşâ edenler ânlarını ulvî huzurla geçirmekten dolayı cezbe hâlindedirler. Bu cezbenin tadını, Dîvanı’ında “ibnül-vakt” olduğunu söyleyen Niyazî-i Mısrî Hz.lerinden dinleyelim: “Ne mâziyem ne müstakbel, her ânın anesiyim ben”
Ardından aynı cezbe ile şöyle der: “İbnül-vaktim ben ebul-vakt olmazam / Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezem.”
Diyor ki: Vaktin çocuğuyum ben, vaktin babası değilim. Abd-i mahz, yâni saf bir kulum ben tasarruf bilmem. İbn-ül vakt olan kimse, geçmiş zaman ve gelecek zamana bakmaz, şimdiki hâlin zuhûratına bakar.
“HÂLİMİZ VAKTİMİZ YERİNDE Mİ?”
Vakit ve hâl’in aynı mânaya geldiği bir ândan bahsediyoruz ki bu derûnî hâlin târifini yine aradan çıkıp ehline bırakalım. Ali Yurtgezen hoca “Hâlimiz Vaktimiz Yerinde mi?” yazısında (Semerkand Dergisi, Haziran 2005) “vakt” meselesini “ağyarını mâni, efradını cami” bir şekilde izah ediyor:
“Sofi ‘İbnü’l-Vakt’tir. Zaman manâsına gelen vakt, tasavvufta hem hâl gibi bir lütuftur hem de hâl’in mütemmim cüz’üdür. Bu sebeple hâl ile vakt birlikte kullanılır ve çok zaman da birbirine karıştırılır. (…) Birincisi, vakt elbette kalbe varid olan ilhâmın zamanıdır ama daha ziyade o hâl’in önceki ve sonraki hâl ile çok kat’i bir şekilde kopuşunu, ilintisizliğini anlatmak için kullanılır. Bu da içinde bulunulan ânı en feyizli şekilde yaşama, geçmiş ve gelecekle alâkadar olmama prensibini ilzâm eder. Vaktin iyi veya yerinde olması, sâlikin içinde bulunduğu ân’ı hâline uygun bir şekilde idrâk etmesi, yahut sadece o hâle tahsis kılabilmesidir. Bu manâda vakt, hâlin gereğini hemen, o anda yapmak, hâle uygun davranışı ertelememek, hâlin zayiinde de o durumu tekellüfle sürdürmeye çalışmamaktır. İkinci olarak vakt, hâlin kul üzerindeki tasarrufunu mümkün kılan ilahî bir ikramdır. (…) Vakit sâliki kuşatır, hâli üzre tutar. Bu iki sebeple, yani ‘içinde bulunulan ân’ı öncesi ve sonrasıyla meşgûl olmadan en feyizli şekilde değerlendirme gayreti’ ile vaktin ‘hâlin tasarrufunu mümkün kılması keyfiyeti’, sâliki vakt’e tâbi’ eyler. O artık ibnü’l-vakttir; vaktin çocuğu yahut uşağıdır. İbnü’l vakt, vaktin hükmüne kayıtsız şartsız teslim olmuştur.”
Demek ki vaktin hükmüne teslim olmak gerekmiş. Vaktin hükmünü yerine getirmek Müslümanın harcıdır, modernlerin değil. Zavallı modernler vaktin hükmü altında olmayı bilmiyorlar.
Bu satırlarda bize şu öğütleniyor: Vaktin oğlunun işi dünyevî olan değil, Allah’a yakınlık içinde yaşanılan “hâl” lerdir. İlâhî tecellilerin tasarrufu altındaki hâllerin hükmüne tâbî olmaktır. Müslümanın derdi ve düşüncesi geçmiş veya gelecek zaman değil, içinde bulunduğu vakit, yâni hâldir.
“VAKTİN OĞLUSUN SEN ARTIK”
Öyleyse, “Bilge ol da geçmişe özlem çekme. Vaktin oğlusun sen artık. (…) Pîrisin zamanın. Şu yaşadığın günleri yitirme…” diyen Hz. Mevlânâ’nın sözünü dinlemek gerek.
Vaktin oğlu ân’ı yaşadığı hâl içinde bir sonraki ân’ı bilmez. Cezbe hâlindedir; hesap yapmaz. Mâverânın eşiğinde yaşadığı bu ân, belki de “son ân” olabilir.
Mevzuun erbabı Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’ı dinleyelim şimdi de: “Ân’ ile ‘dem’ arasında bir irtibat vardır. Onun için ‘dem bu demdir dem bu dem’ der sûfiler. ‘Ân bu andır. Başka ân yoktur.’ (…) Sûfi yaşadığı zamanın idrakine varmalı, onun hâliyle hâllenmeli.”
Bu ân’ı yaşamak, yâni vaktin oğlu olabilmek nasıl bir hâldir? Bilmek için bir vaktin oğlu ile dost olmak gerek. Bu cezbeyi Necip Fâzıl’ın mısralarında hissetmek mümkün: “O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner.”
ÂN’IN ÇOCUĞU, YÂNİ VAKTİN OĞLU MODERNİZME KARŞI DİRENÇLİDİR
Hz. Mevlânâ’nın nasihatına kulak verenler kârdadır. Çünkü ân’ı yaşayan vaktin oğlu depresyon, tatminsizlik, vesvese, evham gibi modernlerin ürettiği hastalıklara karşı dirençlidir:
“Dün bitti, cancağızım yarın henüz gelmedi, bugünü yaşa! Dün geçti, evvelki gün de geçti. Biz bugüne bakalım. Çünkü, gün, bugündür…”
Modernler, yâni câhiller bu nasihatı fahiş derecede yanlış idrak ediyorlar. Zavallılar, ilerlemeci seküler idrakin zehiriyle zamanın esiri olduklarını bilmiyorlar.
Yaşadığı her ân’ı kulluk idraki içinde geçirmesi gereken irfansız Müslümanlar “Vakit nakittir” sözünün içini boşaltıp “vakt”in değerini kapitalle aynileştirerek modernlerin kervanına katılıyorlar, ne fenâ!
“DERVİŞ VELED-İ ZAMAN DEĞİL, İBNÜL-VAKT’TİR”
Hz. Mevlânâ’ya bir daha kulak verelim: “Derviş veled-i zaman değildir, ibnü’l-vakt’tir. Zamanın câri olan âdetlerine kendini kaptırıp giden adam değildir derviş. Gelen hâdiselerin içerisinde vaktini harceder veled-i zaman. (…) Derviş, zamanın getirdiği hâdiseleri hemen irfanıyla çözer, oradan kendisine lâzım olan hakikati bulur, bulmakla kalmaz, hayatına tatbik eder, vakit içinde vakit doğurur, vaktin çocuğu olur.”
Bizim sözümüz de zamâne evlâdınadır: “Mümin vaktin çocuğudur, günün çocuğu değil.” Günün çocukları hâdiselerin ve maddî ihtiyaçların esiri olan modernler ve avamdır.