Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu”nun ifâde ettiği gibi: “Türkülerde insan var... İnce, yüce, ulvî, afif taraflarıyla insan var. Hafif, çılgın ve âvâre taraflarıyla insan var. Kırılan, küsen, kaçan, dışına kaçmak istedikçe kendi içine büzülen, küçük ilgiler bekleyen yönleriyle insan var. ” “Şu dağların yükseğine erseler / Lâle, sümbül, mor menekşe derseler / Bir güzeli bir çirkine verseler / Güzel ağlar, çirkin güler bir zaman” diyen insan var... Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar / Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler” diye derdini dile getiren insan var... “Siyah saçlarında hatem yüzlerin / Garip bülbül gibi zâr eyler beni” türküsüyle sevgisini haykıran, “Bir binâyı yapamazsan yıkıp virân eyleme / Bir bahçeye giremezsen varıp seyrân eyleme” gazeliyle düşüncesini anlatan insan var... “Bahçelerde saz olur / Gül açılır yaz olur / Ben yârime gül demem / Gülün ömrü az olur” türküsünde iç geçiren insan var… “Döndüm daldan düşen kuru yaprağa / Seher yeli dağıt beni, kır beni” diyen insan var... “Bir ateş ver cıgaramı yakayım” diyenlerin yanında “Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime” diye inleyen insan var...”Azrail’im gelir kendi / Ne ağa der, ne efendi / Sayılı günler tükendi / Yolun sonu görünüyor” nidâsıyla mukadder sonu ifâde eden insan var..
Dostluğun, sevginin ve aşkın maddeye müncer olduğu günümüzde, sadâkâtin, hasbîliğin, fedâkârlığın ve ferâgatin menfaat denizinde boğulmaya yüz tuttuğu dünyamızda bu gün her zamankinden çok daha fazla türkülerimizin ruhunu idrâk etmek ve sözlerinin sırrına ermek mecbûriyetinde değil miyiz?... “Gel ha gönül havalanma / Engin ol gönül engin ol / Dünya malına güvenme / Engin ol gönül engin ol” diyebilmenin şuuruna müdrik olarak hayatı insan gibi yaşamaya ne kadar çok muhtaç olduğumuzu, ya da “ Seyreyle güzel Kudret-i Mevlâ neler eyler / Allah’a sığın, Adl-i Teâlâ neler eyler / Meyl’eylemezem gayrısına Hazreti Hak’tan / Şol yüzleri dost, özleri düşmandan usandım” gazelinin bize vereceği idrâk irtifaında insan-ı kâmil olma yolunda hangi mesâfeleri kat edeceğimizi hiç düşündünüz mü?
Türk’ten uzaklaşanlar, türkülerimizi de öksüz bıraktılar... “Yastadır hey deli gönül yastadır / Gelir diye kulaklarım sestedir” diye feryat eden türkülerle kendi insanımızdan medet beklediğimizi anlatmaya çalıştık yıllar yılı... Anadolu toprağından eksik olmayan rahmet yüklü şafak yağmurlarının serinliğini yüreğimize serpmek için; “Ayrılık, hasretlik kâr etti cana / Seher yeli sultanımdan bir haber / Selâmım tebliğ et kutb-i cihâna / Seher yeli sultanımdan bir haber” nidâsıyla seslenip durur senelerdir...
Kâinat muhabbet üzerine, sevgi üzerine, aşk üzerine yaratılmıştır… Türkülerimiz de, yaratılış gâyemizin ifâde ettiği bu fıtrî hakîkâte mebnîdir… Ulaşılması mümkün olan bir şeye karşı hissedilen duygu, “Mutlak Hakîkât”e ulaşma yollarının bir vasıtasıdır… Bu sebeple, “Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi / Gah inerim yeryüzüne seyreder âlem beni” diyen türküler bir başka diyara bizleri alıp götürür… Çünkü bizim türkülerimiz: Gönül gönderimize çekilen muhabbet sancağında aklın aşka gelerek kendinden geçmesi, hayâl âlemimizde duygu çiçeklerinin açması, kalbin sevgi pınarından bâde içmesi ve bir “İlâhî” aşkla “Nefes”lenen ruhların mâverâya kanatlanıp uçmasıdır...
Aşk; bir fâniye fedâ edilemeyecek kadar değerli bir duygu olduğu için, “aşk-ı mecâzî”, “Aşk-ı Hakîkî”ye yol bulduğu zaman ebedîleşir… Türkülerimizde, İlâhî aşka giden yolun beşerî sevginin tekâmülüyle meydana geldiği, bu olgunluğu veren dergâhların rahlesinde insanımızın “Hüsn-ü Aşk”ı bulduğu ve “Yeşil köşkün lambası”nın İlâhî aşkla yanmaya karar kıldığı anlatılır anlatılmasına ama; bizler, ya çok geç anlarız ya da hiç anlamadan “bize ayrılan vakti” gaflet içinde zamanı kâtlederek geçiririz... Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Anadolu’muzun iç romanı” diye târif ettiği türkülerimizin özünden nasiplenmediğimiz takdirde: “İncecikten bir kar yağar / Tozar Elif Elif deyi / Deli gönül abdal olmuş / Gezer Elif Elif deyi” ezgisinin dış zarfını zâhirî olarak terennüm eder, fakat mazrufundan haberdâr olmadan bu dünyadan göçüp gideriz...
Türkülerimiz; mâziden hâle, hâlden istikbâle uzanan kültür köprüsünü; bir dut dalından, bağlamanın telinden, mızrabın elinden ve şiirlerin dilinden oluşan dört temel direk üzerine kurmuştur... Türkülerden oluşan bu muhteşem kültür köprüsü; halk tarafından, ses ve söz kalıpları kullanılarak, uzun bir tarihî süreç içinde ve zamana karşı mukâvim olarak inşâ edilmiş bir sanat şâheseridir... Türk kültürünün mihenk taşı olan türkülerimiz Anadolu yaylalarında dile gelip, gönüllerimize “dar gelen” hudut boylarında yankılanırken; “Türk’üz Türkler yoldaşımız / Hesaba gelmez yaşımız / Nerde olsa savaşımız / Türk’üz türkü çağırırız” dizeleriyle duygularımıza tercüman olur...
Türküler, pembe dünyaların sabun köpüğü misâli sönen yalancı aşklarını dile getirmez, “Bir âh çeksem karşı ki dağlar yıkılır ” ya da “Gel dilber ağlatma beni, Şâh-ı merdân aşkına” mısralarında ifâdesini bulan karasevdâları anlatılır... Tezenenin tellere dokunmasıyla inleyen nice gönüller, bağlamayı aşka getirirken, Âzerî mahnısının o eşsiz ritmiyle; “Fikrimden geceler yatabilmirem / Bu aşkı başımdan atabilmirem / Neyleyim ki sana çatabilmirem / Ayrılık, ayrılık yaman ayrılık / Her bir dertten âlâ yaman ayrılık” dizelerini “bahtı kara” türkülerimiz terennüm eder...
Evine elvedâ diyecek olan bir gelin kızın ayrılık ve vuslat duygularını birlikte yaşadığı bir zaman dilimini: “Kınayı getir aney / Parmağın batır aney / Bu gece misafirem / Yanında yatır aney ” dizeleri ve muhteşem ezgisiyle ifâde eden bu türküden daha güzel ne anlatabilir acaba?...
Türkülerimizde his dünyamızı ayağa kaldıran nağmeler dile gelirken, göz pınarlarından süzülen inciler yanaklarda gamzeleşir... “Yâr, deyince kalem elden düşüyor / Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor / Lambada titreyen alev üşüyor / Aşk, kağıda yazılmıyor Mihriban” türküsü söylenirken bir duygu fırtınası eser gönüllerimizde... Türkülerimiz unutulan sevdâları yeniden yaşatır insanımıza... Dumanı hâlâ tüten aşkların küllenmediğini, tekrar alevlenebileceğini; “Başımdan bir kova sevdâ döküldü / Islanmadım, üşümedim yandım oy / İplik iplik damarlarım söküldü / Islanmadım, üşümedim yandım oy” sözleriyle sarsıldığımız, “of” ile “âh” sarkacında gidip-gelerek dinlediğiniz o güzelim türkülerimizde bir kere daha idrâk edersiniz...
“Deli gönlün” mahzun ve mahcup duygularını kendi lisânınca anlatan türkülerimiz; sevgiliden, anadan, sıladan, vatandan.... kopmanın ya da koparılmanın hüznüyle, kalbinde derin tahâssürler yaşasa bile: “Ne ağlarsın benim çeşmi siyahım / Bu da gelir bu da geçer ağlama / Göklere yükseldi feryâdım, âhım / Bu da gelir bu da geçer ağlama” diyerek istikbâle ümitle bakılması gerektiğini çok içli ve sâmimi bir biçimde dile getirirken, kalbimizdeki onulmaz yaraları da âşikâr eder...
Türkülerimiz, dağların ardındaki hikâyeleri de kendine has bir üslûpla anlatır... "Erzurum dağları kar ile boran / Aldı yüreğimi dert ile verem” diye başlayıp, “Göç göç oldu göçler yola dizildi / Uyku geldi elâ gözden süzüldü” sözleriyle bizi “sevdâlara salan” türkülerimiz, uzun havası ve etkileyici makamıyla dertlendirir gönlümüzü...
Türkü yakan da, adına türkü yakılan da, sevdâlanıp solan, gurbette kaybolan ve ciğeri pâre pâre olan da hep bizim insanımızdır....Türkülerimizde, “Davullar ah çeker, zurnalar ağlar”sa, biliriz ki hem derdimiz, hem de dermânımız türkülerde saklıdır... Gönlünün bütün perdelerini türküyle aralayan insanların gözleri buğulanırken iç geçirerek söylediği “Gönlüme ateş düştü / İçinde yâr da yandı” türküsü, hem derdimizi, hem de derdimizin dermanını bizlere açıkça işâret etmiyor mu?..
Türkülerimiz, bazen coşkun bir ırmak gibi gönülden gönüle akar... Bâzen, “Yüce dağ başında yanar bir ışık” diye seslenir... Bâzen “Yüksek minârelerde kandiller yanar / Kandilin şavkına bülbüller konar” nidâsıyla dile gelir... Bazen, bir “Seher yıldızı” olup âsumanı aydınlatır... Bazen de “Huma kuşu” olup, ”yükseklerden seslenir”... Bazen “Sarı gelin” olup “Erzurum”da bizleri “çarşı-pazar” gezdirir; bazen “Zahidem”, bazen “Eminem”, bazen “Al Fadimem”, bazen de “Leylâm” diye başlayan türkülerle kalbimizdeki küllenmiş közleri alevlendirir...
Devamı haftaya 3. Bölümde