Ontolojik manada düşünülecek olursa korunması en öncelikli haklardan birisi insan hakkıdır. Yüce Allah’ın güzel isimlerinden olan ‘El-Hakk’ insanla özdeşleşen en önemli kavramlardandır. Öyle ki insanın olduğu her yerde...
Ontolojik manada düşünülecek olursa korunması en öncelikli haklardan birisi insan hakkıdır. Yüce Allah’ın güzel isimlerinden olan ‘El-Hakk’ insanla özdeşleşen en önemli kavramlardandır. Öyle ki insanın olduğu her yerde ‘Hakk’ ‘Hakk’ın olduğu her yerde ilk akla gelen insan olur.
Dinimiz İslam’a göre insan, temel haklara sahip olarak doğar. Bu haklarını elde etmek üzere mücadele etmesine gerek yoktur. Bu haklardan yararlanmada hiçbir din, dil, ırk ve zümre ayırımı yapılamaz. Hakların kullanımı adalet ve eşitlik prensibine göredir. İnsana doğuştan verilen bu haklar, bir başkasına devredilemeyeceği gibi, zorla da elinden alınamaz. İnsanın temel hak ve hürriyetleri İslam’ın koruması altına alınmıştır. Bunlar, İslam hukuk literatüründe korunması gerekli olan ‘Zarûrat-ı Hamse’ olarak tabir edilmiştir. Bu terim, insanın sahip olduğu ve dinin koruma altına aldığı; can, mal, namus, akıl ve dindir. Bu değerlere yönelik her türlü tehdit ve suistimal, karşılığı ceza olarak İslam hukukunda yer alır.
İnsanın, yaradılıştan sahip olduğu bu hakların kullanımı sınırsız değildir hiç şüphesiz, bu haklar, kamunun genel huzurunu bozacak ve bir başkasına haksızlık addedilecek bir şekilde kullanılamaz. İslam, böyle durumlarda hakların kullanımına sınırlama getirmeyi gerekli kılar.
İslam’da Hak ve hürriyet kavramları, vazife ve mesuliyet kavramlarıyla iç içedir. Biri olmadan, diğeri sağlıklı bir şekilde gelişemez ve kullanılamaz. İnsanın sahip olduğu her hak ve hürriyet ona bir takım yükümlülükler verir. Yani insan hak ve hürriyetleri konusunda sınırsız bir yetkiye asla sahip değildir. Örneğin mülkiyet edinmek insan için bir haktır. Ancak insan, mülkünde; kendisine, başkasına ve çevresine zarar vermeyecek şeyleri yapmakla sorumludur. Kısaca hem kendi şahsi hukukuna hem kendisine komşuluk edenlerin hukukuna ve hem de çevre hukukuna riayet etmekle sorumlu kılınmıştır.
İnsan Hakları Kavramı’nın Tarihi Serüveni
İnsan hakları kavramı, Batı ve İslam dünyası için farklı manalar içerir. Batı açısından insan hakları, 1789 Fransız Devrimiyle başlayan süreçte, Avrupa insanın büyük bedeller ödeyerek elde ettiği değerler bütününü ifade eder. İslam açısından insan hakları ise, dini, siyasi ve sosyal tercihi hangi yönde olursa olsun, doğarken sahip olduğu, kendine özgü değerler bütünüdür. İnsan hakları konusu ilk olarak Veda Hutbesi ve Medine Sözleşmesi gibi İslam medeniyetine ait dini metinler vasıtasıyla dünyada ilk defa Müslümanlar tarafından gündeme getirildiği ifade edilir. Bu sebeple ilk Müslümanlar, insan hakları noktasında dinin koyduğu, ölçülere riayet etmişlerdir. Onlar, başkalarının hak ve hukukuna saygılı oldukları gibi sonraki nesillere bunu öğütlemişlerdir.
İnsan Haklarının Dini Kaynağı
İslam’da insan hakları, meşru değerini ilahi kaynaklardan alır. Bu hakların temelini oluşturan en üst normlar: Kur'ân ve Sünnettir. Bu normlara göre insan, adaletle hükmetmek ve diğer varlıklara haklarını vermekle görevlendirilmiştir. Sahip olduğu hak ve hürriyetleri, yaratıcısından alan insan, bu hakların yerli yerinde kullanılması için de yaratıcısına karşı sorumludur. bu sorumluluk ona çok sık hatırlatılır. Mesela Cuma hutbesinin en sonunda okunan ayette “adalete, iyiliğe ve akrabaya yardım etmeye…” vurgu yapılması bu bakımdan oldukça manidardır.
İnsan haklarının bilinen en eski savunucuları peygamberledir. İslam’dan önce yaşayan Hz. Yahya ve Zekeriya peygamberlerin, insan haklarını savunmak uğrunda canları feda ettiklerini biliyoruz.
Hz. Peygamber ve İnsan Hakları
Bütün insanlığa gönderilen Hz. Peygamber Kur’an’ın, esaslarını teşkil ettiği evrensel bir hukuk düzeni getirmiştir. Onun hak ve hukuk anlayışının çerçevesi: “Arap olanın arap olmayana; Arap olmayanın arap olana karşı hiçbir üstülüğü yoktur.” esasına dayanmaktaydı. O, bugünün Batı anlayışında olduğu gibi, temel hak ve hürriyetleri sadece kendi dinine ve dünya görüşüne sahip olanlara karşı değildi.
Hz. Peygamberin hak ve adalet hassasiyeti peygamberlik dönemiyle alakalı değildir sadece. Peygamber olmadan önce de mazlumların hakkını iade etmek üzere toplumda oluşturulan sosyal inisiyatifin içinde yer almıştı. Zulme uğrayanların haklarını iade etmek üzere aktif rol üstlendiği herkesin malumudur. Örneğin daha önce genç yaştayken, Araplar arasında mazlumların hakkını iade etmek, ve toplumsal yardımlaşmayı teşvik etmek üzere kurulan ‘Hilfu’l-Fudul Cemiyetine’(Erdemliler Topluluğu) gönüllü olarak katılmış ve orada faaliyet göstermiştir. Daha yirmili yaşlarda katıldığı bu cemiyetten sonraki yıllarda kıvançla bahsederken şöyle derdi: “Ben Abdullah b. Cüd’an’ın evinde bir antlaşma yapılırken hazır bulundum. Bu antlaşmayı hiçbir şeye değişmem, İslam’da böyle bir antlaşmaya çağrılsam derhal kabul ederim.”
Hz. Peygamber, zulme karşı mücadele etmekle kalmamış; yaşadığı topluma uzlaşma kültürünü de öğretmiştir. Hatırlayalım, Kabe’nin yıkılmak üzere olan duvarlarının yenilenmesini müteakip Hacerü’l-Esved’in hangi kabile tarafından yerine yerleştirileceği meselesi büyük bir sorun haline gelmişti. Kureyş kabileleri bu sebeple neredeyse birbirleriyle savaşa tutuşmak üzereydi ki Hz. Peygamberin hakemliği sayesinde bu iş çözülmüş ve kıvrak zekası sayesinde herkesi memnun edecek bir çözüm bulunmuştu.
Onun, hak ve adaletten sapmaz yönünün topluma sağladığı büyük katkıyı sadece Müslümanlar değil batılılar da kabul etmişlerdir. Mesela George Bernard Shaw Hz. Peygamber’in uzlaşmacı yönüyle alakalı şöyle diyor: “İnsanlığın sorunlarının üst üste yığılarak nerdeyse çözülmez hal aldığı günümüzde Hz. Muhammed'e her zamankinden daha fazla muhtacız. Eğer O aramızda olsaydı bütün bunları oturup bir fincan kahve içme rahatlığı ile çözerdi.”
Bu hafta, Avrupa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünün yıldönümü idrak ediliyor. Bu vesileyle toplumda hak ve adalete dair bilincin ortaya çıkması oldukça önemlidir. Ancak bu beyannamenin yazıldığı coğrafya (Avrupa) bakımından düşündürücü bir takım hadiselerle karşı karşıyayız. Örneğin bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, verdiği kararlarla, insan haklarını korumaktan çok Batılı insanın haklarını koruduğu izlenimini veriyor. Haklarını uzun bir mücadeleden sonra elde eden batılı insan, zulme uğrayanların yanında değil, güçlü olanın yanında olmayı tercih ediyor. Bu açıdan bugün, Hz. Peygamberin hayatından verdiğimiz örnekler doğrultusunda İnsan Haklarının yeniden tanımlanmasına onun sunduğu hayat ölçüleri doğrultusunda yani bir İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine önemli ölçüde ihtiyaç olduğu kanısındayız.