Hüzün, Allah Resûlünün Dostudur

Adını yazmayı unuttuğum bir yazarın hüzne dair şu cümlelerini defterime yıllar önce not etmiştim: “Hüzün, Allah Resûlünün dostudur. Mekke, Medine, Hıra, Hicret, Arafat, ne yana baksak hüzün. Bir hüzünkâra bu hüzün yeter....

Adını yazmayı unuttuğum bir yazarın hüzne dair şu cümlelerini defterime yıllar önce not etmiştim: “Hüzün, Allah Resûlünün dostudur. Mekke, Medine, Hıra, Hicret, Arafat, ne yana baksak hüzün. Bir hüzünkâra bu hüzün yeter. Hüzün su gibidir; azizdir, şerefli ve ehl-i hâldir, hüzün gönlümüzün dostudur...”

HÜZÜN: “ÂŞIKIN ÂH’IDIR”

Fuzûlî’nin şiirlerini, Fuzûlî kudretince şerh eden Ali Yurtgezen hocanın hüzünle ilgili görüşleri, haddim olmasa da hâlime açıklık getirdiği için müracaat ettiğim önemli delillerden olup, hülâsası şudur:

“Gurûb hüznün kesafet kazandığı bir zamandır ve gece karanlığının başlangıcıdır. Artık gece boyunca sevgiliyi görebilmenin ihtimali dahi söz konusu değildir. Gurûb vaktinin hüznü,  âşığın kalbinde âh hâline dönüşür. Gurûbun ihtar ettiği karanlıktan kurtulup hakikati görmek için de, ışığa ihtiyaç vardır. Işık insandadır, zira insan mum misâlidir. Mumun yanan fitili gönül yahut ruh, yanınca eriyen dış kısmı nefs yahut bedendir. Hakikati bulmak için mumu yakmak, yâni Hak âşığı olmak gerek. Bu mânada âşık mum gibi erir. Mum yanarken çıkan ince uzun duman âşıkın ‘âh’ıdır ve yandığına delalet eder.”

Derûnumdaki hüzne işaret eden bu şerhten şunu anladım: Görmenin imkânı kalmadığı ân olarak gurûb vaktinin hüznüdür âcizane bendeki. Bundan ötesi haddim değil ve bu mertebeden yukarı çıkacak irfanî gücüm de yok. Gurûb vakti hüznünün girdabında “ah” etmeye tiryakiyim. Vuslatı tamamlanmayan bu merhalede kalmayı seviyorum. Vecd ile yaşadığım tam da budur.

HÜZÜN TÂLİMİ YAPAN MUM OLMAKTIR MURADIM

Bu “hâl”, derûnumda mumun yanma iştiyakıdır, çabasıdır ve yanmaya niyetli hâlidir. Mum yanar ve arzusuna kavuşur mu? Allah bilir. Şimdilik yanmak için “âh” tâlimi yapan mum mertebesindeyim. Bu şerhin beyan ettikleri, fakir için bir saadettir. Hâlime işaret eden, Ali Yurtgezen hocanın şerhindeki şu ifadeler hüzünle güçlenen kalbimi ziyadesiyle pekiştirdi:

“Gam, aşığın gıdasıdır.(...) Gam ve keder aşkın iktizasıdır. Gam çekmemek, ızdırap duymamak aşksızlığın, aşkın kifayetsizliğinin belirtisidir. Asıl korkulacak hal de budur. (...) Gam yemek, gam talep etmek, ‘can mumumu yandır, gönlümdeki aşkı ateşle’ teklifi olarak anlaşılabilir. (...) Gelen  cefa bile olsa, evvela Sevgilinin alâkasının, kendisini farkettiğinin bir işaretidir. Allah sevdiği kuluna sıkıntı verir. Zira ‘gam’ nakittir. Beden mahbesindeki rûhu azad edip aslına kavuşturmak için ödenecek ‘bedel’, gam nakdi biriktirilerek kazanılır. Izdıraba katlanmadan maddeyi ve nefsi aşmanın yolu yoktur.”

Bu ifadeler talib olduğum hâl’i (hüznü) bütünüyle işaret ediyor ki, “bedelimin”  karşılığı olan “gam nakdini” biriktirmek ve ödemek için en muhataralı hüzünlerle tâlim yapmaya hazırım. İnşallah, gam’ım, “yanmayan bir gönlün gam’ı” değildir.

HÜZÜN VEHBÎ HÂLLERDENDİR

Ali Yurtgezen hocanın hüzün târifi, bu “hâl”in ârizî olmayıp, “vehbî bir hâl” olduğunu gösteriyor: “Dünya gurbetinin farkında olması gereken Müslümanın şiarıdır hüzün. Asil bir duygudur; çünkü fark etme şuurunun, dolayısıyla asl'ı hatırlamanın bir nişanesidir”

Bu ifadeleri okuduktan sonra, âcizane hüzünden maksadımın, melankoli, buhranlı duygu yoğunlaşması ve dünyalık dertlerden mürekkep bir kasvet, yâni “kesbî bir hâl” değil, “vehbî bir hâl” olduğuna kanaatim sağlamlaştı. Onun, “Halimiz Vaktimiz Yerinde mi?” yazısındaki tesbitleri hüzün anlayışımı tam ifade etmektedir:

“Muhabbet, aşk,şevk,vecd, huşû, istiğrak, hüzün, havf, recâ, dehşet, hayret, sekr, sahv gibi hissiyatın hâl mi yoksa makam mı olduğu, hâl’in nerde bitip makam’ın nerde başladığı, hâlde devamlılık şartı aranıp aranmayacağı gibi  meseleler tarikatlere göre değişse de “hâl” üzerinde ittifak edilen hususlar daha fazla. Bunlardan birincisi, hâl’in kesbî değil, vehbî olduğudur. Cenab-ı Hakk’ın, istediği kuluna bahşiş ve mevâhib nev’indendir. (...) İkincisi, bir his veya buna bağlı davranışın Rabbanî bir varidât olup olmadığı, ancak mürşid-i kâmil mihengiyle anlaşılır. Kalbe varid olan ilhâmat, nefsten veya şeytandan da neş’et edebilir. Hâlin mahiyetini tayin için de iktizası için de mürşidin murakebesi şarttır. Hâl ilâhî bir lütuf olsa dahi sâlikin dengesini bozup ayağını kaydırabilir.”

Bu tesbitlerden anlaşılan şu ki, fakir gibi, hüznü derûnuna ve hayatlarına dahil edenler, bir ehl-i irfanın mânevî rehberliğine tâbi olmaları gerekiyor. Bir irfan sahibinin sözlerinden hatırladığım kadarıyla “hüzün bir imkândır aslında. Yerinde kullanan kimsenin ruhunu inceltir, ona iç derinlik ve bilgelik kazandırır. Ancak melankoliye dönüşür ve müzminleşirse, bir hastalık hâlini alır ki, denge ve tevekkül terkibinden uzaklaşma tehlikesi baş gösterir.”

FUZÛLÎ: “BEN GAM (HÜZÜN) MECLİSİNİN NEYİ’YİM”

Ağır hüzünkârlardan Fuzûlî üstadım, “Sevgili” için “Su” gibi olmuş, “Hâk-i payi’ne yüz sürmek” istemiş, “başını taştan taştan vurup akan su” gibi “Sevgili” Rabbine en hüzünlü kelimeleriyle münacaat da bulunmuş.

Onun, “Ya ver bana mihnetimce tâkat / Ya tâkatim olduğunca mihnet” arzusu üstüne her mümin düşünmelidir. Diyor ki: Ya çektiğim sıkıntılara göre bana güç ver / Ya gücüm yettiği kadar sıkıntı, yani hüzün ver… Bununla yetinmiyor, hüznün daha fazlasını istiyor “Sevgili”den: “Ey ay yüzlü Sevgilim / Ben gam (hüzün) meclisinin bir neyi’yim; ateşe yanmış kuru vücudumda arzudan başka ne bulursan yele ver.”

Şairlerin büyük atası Fuzûlî’nin şiirlerinde en çok hüzün teması işlenmiştir? O, Tek olan Sevgili’ye ulaşmak için sürekli hüznü yaşar ve hüzün diliyle meramını anlatır. Kavuşmayı, neş’eyi aramaz. Şiirlerinde en çok geçen kelimeler, âh, hicran, ağlamak, gam, cevr ü cefâ ve kederdir.

EL ÇEK HÜZNÜMDEN EY ZÂHİR ERBABI!  

Tasavvuf ehlinin, “Hüzün hâli Müslümanın huyu ve hâlet-i ruhiyesidir. Soytarı ile derviş ayıran şey, hüzündür” sözünü yabana atan ve “hastalık” deyip hüzne müptelâlığımı horlayanlara büyük hüzün yârânlarından Fuzûlî’nin “Aşk derdiyle hoşem / El çek ilacımdan tabib” mısralarından ilham alarak, “ Hüzün ile hoşem / el çek hüznümden ey zâhir erbabı!” demek geliyor içimden.

Muradım hüzün olunca her kapıdan hüzün devşiriyor, hüzün soruyorum. Şimdi de Şeyh Gâlib üstadın kapısında fakiri karşılayan hüznü âcizâne anlatmak istiyorum. Onun “Hüsn ü Aşk”ına göre “İlk yaratılmış olan akıl, Allah’ı, kendini ve kendinden sonra yaratılmışları bilmesinden Hüsn, aşk ve hüzün meydana gelir.

Ehli bilir ki, Aşk, Hüsn’ü bulmaya hüzünle birlikte gider. Hüsn’ü bulmak için hüzün, hasret, yalnızlık ve vuslat mevsimlerini yaşaması gerek. Aşk, mumdan bir gemiye binerek ateş denizinden geçerek yola çıkar. Bu yolculukta akılla gönül rekabet hâlindedir. Aşk, Hüsn’ü aklın değil, gayret ve gönlün gücüyle bulur. Gayret ve gönül, hüzünden yanadır, ikisi de gücünü hüzünden alır.

Her ne kadar hüzün ikliminden geçerken evham ve ümitsizlik duygusu yaşansa da, Hüsn’nün diyarına hüzün ikliminden geçerek varılır ki, hüzün aslında Aşk’ın imtihanının en zorlu fakat en vefalı iklimidir. Bu sebeptendir ki, fakir hüzün mevsimindendir ve mevsimde neşv ü nema bulup kendine gelir.

Genel Haberleri