Yaratılmışların en şereflisi, insanların en hayırlısı, Peygamberlik Gülzârının En Güzel Gülü olan ve “Âlemlere rahmet olarak”[1] gönderilen O “Gül”; “Varlığın Nûru”[2]dur. Kâinâttaki bütün güzelliklerin en mükemmel bir biçimde şahsında tezâhür etmesi için yaratılan, her hâli kâmil sıfatlarla donatılan ve beşeriyet için en büyük nîmet olan O “Gül”, İnsanlığın Son Hudûdu’dur… Hakk’ın “Server-i Asfiyâ” kıldığı, “Habîbim” diyerek eşsiz bir nişanla taltîf ettiği ve “Makâm-ı Mahmûd”[3]a erdirdiği O “Gül”, cümle mahlûkatın mahbûbudur.
“Gül Devri”nden bu yana; “Gül”ü anlatmayan dil, “Gül”ü yazmayan el, “Gül”e benzemeyen hâl, “Gül”e varmayan yol ve “Gül” kokmayan kul neye yarar diyen şâirler, yazarlar, gönül sultanları ve cümle “Gül” uşşâkı büyük bir iştiyakla O’nu anlattılar. Ondört asırdır, O’na duydukları aşkı ve muhabbeti ifâde edip “Gül” kokulu hislerini kalem ve kelâm ile nakış nakış yüreklere işlediler. Gönüllerimize birbirinden güzel “Gül” besteleri sundular, “Gül” yazıları yazdılar, “Gül” şiirleri söylediler, “Gül” “Şifâ”ları okudular, “Güldeste”ler hazırladılar, “Gül” sohbetleri ettiler, gülü “Gül” ile tarttılar ve “Gül”den terâzi tuttular. “Gül” diyerek iki cihanda gülenler, “Gül” sevdâsıyla aşka gelenler ve “Gül” uğrunda her mihneti cana minnet bilenler, “Gül”ü anlatmak için kalem ve kelâm ile gönülden gönüle koştular. Ve en önemlisi, hayatlarını “Gül” ölçüsüyle tanzim edip, tebliğlerini temsil edenler, “kâl”den ziyâde “hâl”i kuşanarak “Gül” yüzlü seferlerde coştular. Onlar; yüreklerinden kopup gelen duygularını; kimi zaman manzûm ve mensûr tarzda anlattılar, kimi zaman hikmetli sözlerle açıkladılar, kimi zaman da mûsıkînin efsunkâr ikliminde terennüm ettiler. Hislerini ve hissettiklerini, bâzen kağıt-kalem ve kitapla; bâzen sohbet, kelâm ve hitâpla; bâzen de ney, kudüm ve mızrapla dile getirdiler.
Kimileri, “Siyer” ya da “Sîret” kitaplarıyla anlatmaya çalıştı “Gül” sevgisini. Kimileri, “Şemâil”ler, “Fezâil”ler ve “Delâil”ler yazarak vasfetmek istedi “Gül”ün eşi-benzeri olmayan güzelliklerini. Kimileri, “Hadis” külliyâtlarıyla hicret etti “Gül Devri”nin muazzez iklimine. Kimileri; “Mi’râciye”lerle, “Hicretü’n-Nebî”lerle, “Mûcizât”larla, “Gazavât-ı Nebî”lerle dile getirmek istedi “Gül”ün mübârek hayatlarının emsâlsiz yapraklarını. Kimileri, “Mevlid”lerle âşikâr etmeye çalıştı “Gül” aşkını. Kimileri, “Hilye”lerle ifâde etmek istedi “Gül”e duyduğu büyük hasreti. Kimileri, “İlâhî”lerle, kimileri “Salât-ı Ümmiye”lerle, kimileri “Na’t-ı Şerif”lerle, kimileri “Dîvân”larla çaldı şefâat kapılarını. Kimileri, “Gül” yudumlu ninnilerle yavrularının yüreğine “Gül” cemresi düşürdü. Kimileri de, her harfine ayrı bir üslûpla sevdâ ışıltıları düşürdükleri “Hüsn-ü Hat”larla ilticâ etti “Gül” kokulu vuslat yoluna…
Kıble yürekli mürşitler, “Adı güzel, kendi güzel Muhammed”[4]in rehberliğinde irşâda başlayarak “Aşk-ı Hakîkî”ye giden Muhabbetullah yolunu tuttular. “Aşk gelince cümle eksiklik biter.” diyerek aşkın yazılmamış destanlarını terennüm edip gönüllerde çerağ uyandıran Yunus Emre gibi mutasavvıflar; doyumsuz dizelerle, aşkın “Gül” yüzünü anlattılar. “Gül”ün güzelliği sâyesinde sözlerine güzellik kattılar. “Gül”den bîhaber olanları, O’ndan haberdâr ettiler. Vahyin ışığıyla aydınlanmadığı ve “Gül”ü tanı/ya/madığı için rûhu buhranlar içinde bunalan beşeriyetin yüreğini semâvî sevdâlarla aşka getirdiler. Kıble’den gelen ışığın ilhâmıyla gönül tellerini “Gül” mızrabıyla titrettiler.
Uykuları uyutup, gecenin koynunda zikir ve salât ü selâm ile “Gül” rengine boyanan Allah Dostları; sonsuzluk ufkunun son hudûduna erişen Muhammedî sevdâlarını asırlar ötesine taşıdılar... Onlar; gönüllere “Gül” yaprağıyla sevgi döşediler. Onlar, “Gül” yüzlü rüyâlar görmek, yeni bir “Gül” tebessümüne nâil olmak için “Gül” gibi yaşadılar. Dilinden “Gül”ü düşürmeyen, gönlünden “Gül” kokusu eksik olmayan uşşak ve ârifan; O’nun şefâatine mazhar olabilmek için kalplerindeki sevgiyi mürekkep yaparak; nice mürettep dîvânlar ve mufassal “Gül” destanlar yazdılar.
Hilâl bakışlı erbâb-ı kalemler “Gül”ü vasfettiler; her cümlesi bir defîne, her mısrâı bir hazîne olan eserlerinde. Bu vâdide kalemkâr olan şuarâ ve üdebâ, gözyaşlarından deryâlar oluşturdu asırların sayfaları arasında. Onlar; gönül dünyamıza “Gül” ışıkları taşımak için söz ipliğine mânâ incileri dizdiler, şiirin esrarlı kanatlarında. “Gül” muhabbetini İlâhî aşkın mayası olarak gören nâsirler; kalemin gözyaşını kağıtla buluşturdular, cümleleri “Gül” ritmiyle konuşturdular ve cümlemizin yüreğine “Gül” yüzlü güneşler bölüştürdüler. Bu vâdide zirvelere ulaşarak insanlığa yeni ufuklar açan ve Ey “Gül”; “Sen, bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz Senden eksik olduğumuz kadar insanlığa uzak insanlarız.”[5] diyen üstatlar, bilge şahsiyetler, gönül mîmarları, ilim ve fikir adamları bütün dünyaya “Gül”ü anlatmak, O’nun farklı bir yönünü ortaya koyarak beşeriyete tanıtmak için, sayısız eserler kaleme aldılar.
“Başın daştan daşa urup gezen âvâre su” gibi çağlayanlar, “Gül”e bende olup aktılar. “Arayı arayı bulsam izini” diyerek “Gül” aşkına gönül bağlayanlar, yüreklerinde hissettikleri “Gül” sevdâsını mısrâların yüreğine bırakanlar, gönülleri “Gül”-efşân bir letâfetle yaktılar. “Gül”ü anlatırken; “Perîşân sözlerimden bıkma, hoş gör Yâ Resûlallah!”[6] diyerek, O’nun affına sığınıp arz-ı hâl edenler, gökkubbede nice hoş sadâlar bıraktılar…
Hâsıl-ı kelâm “Gül” sevdâlıları; ondört asırdan beri hiç durmadan gönül gergefimize “Gül” desenleri çizdiler, “Nun ve’l-kalem”[7] aşkına kelimelerin en tatlı tebessümüyle “Gül” destanları yazdılar, bir kuyumcu titizliğiyle işledikleri mazmûnlarla murassâ “Gül” mısrâları dizdiler ve sohbetlerinde kelâmın en güzeliyle “Gül”ü anlattılar.
Bidâyetten bu yana, bu vâdide -havastan avâma, üdebâdan ümerâya kadar- kim ne anlatmışsa yürekten anlatmış ve söyledikleri, sözlerinin en güzeli olmuştur. Zîrâ, “Gül”ü târif eden her söz, “Gül”ü tasvir eden her dize ve “Gül”ü tavsîf eden her yazı; O’nu işâret ettiği için lâtiftir, O’nunla ziynetlendiği için güzeldir ve O’nun güzelliği satırlarına yansıdığı için “Gül” kokuludur. Çünkü Kâinâtın Solmayan Gülü olan Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm dile getirildiği için, sözler de güzelleşmiştir. “Gül Devri” şâirlerinden Hassân b. Sâbit (r.a.);
“Mâ in medahtü Muhammeden bi makâletî,
Lâkin medahtü makâletî bi Muhammedin”[8]
[Ben sözlerimi Hz. Muhammed(s.a.v.)’i medhetmek için söylüyor değilim, Bilakis sözlerimi Hz. Muhammed(s.a.v.)’le medhediyorum. -Çünkü O’ndan söz etmek, söylenen söz için ziynettir.-]
diyerek bu gerçeği çok vecîz bir biçimde dile getirmiştir.
Fakat ne var ki, bidâyetten bugüne kadar sayısız eserler verilmesine, pek çok şâheserler ortaya konulmasına rağmen, O “Gül”; beşer lisânıyla aslâ tam mânâsıyla vasfedilememiş, hakkıyla anlatılamamış ve lâyığı veçhile yazılamamıştır… Zîrâ, ondört asırdır yazılan, günümüzde yazılmaya devam eden ve gelecekte yazılacak olan “Gül” destanlarıyla; Kâinâtın Solmayan Gülü’nün “Nûru evvel, ba’sı âhir” özelliklerinden, rûhî ve ahlâkî güzelliklerinden sâdece çok az bir kısmı anlatılabilmiş, ifâde edilenler belki de ummandan bir katre mesâbesinde kalmıştır… Bu husûsu dile getiren on beşinci yüzyıl dîvân şâirlerimizden Nâti Mehmet, şiir diliyle; “Sahralar kâğıt, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa, melekler, insanlar ve cinler kıyâmete kadar gece gündüz birbirine rakip olarak yazmaya çalışsalar, yine de Yüce Peygamberimiz(s.a.v.)’in özelliklerinin binde birini bile yazmaya güç yetirmekte âciz kalırlar.”[9] demiştir.
Netîce olarak şunu söylemeliyiz ki, Cenâb-ı Hakk’ın emsâlsiz olarak yarattığı Efendimiz, insanlar tarafından hiçbir zaman güzelliğine lâyık tarzda anlatılamaz / anlatılamamıştır/ anlatılamayacaktır. Çünkü nübüvvetin zirve noktası olan “Gül”ü, kâmil mânâsıyla anlatmaya beşerî ifâdeler muktedir değildir. Çünkü “Gül”ü hakkıyla vasfetmeye; harfler yetersiz, kelimeler âciz, cümleler kifâyetsiz kalır. Çünkü O “Gül”; kelimelerin bittiği yerde başlayan, aklın durup aşkın hüküm-fermâ olduğu bir iklimde vâr olan; îmanda, ibâdette, ahlâkta, asâlette, şahsiyette, kullukta ve her türlü insânî güzellikte emsâli olmayan “Gül”dür. İşte bu yüzden; Esmâ-i İlâhîye’nin ve Sıfat-ı Sübhâniye’nin en mücellâ keyfiyeti ve en mütekâmil hâliyle şahsında tecellî etmesi için yaratılan O “Gül”ü lâyık olduğu şekilde yalnız ve ancak Semânın Dili anlatmıştır. Yâni Kâinâtın Solmayan Gülü’nü; en mükemmel bir şekilde tasvir eden, O’nun şânına yakışır ve kadr ü kıymetine uygun bir tarzda târif ve tebcîl eden, Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan’dır…
Bu gerçeğin idrâkinde olan şâirlerden Muallim Nâci:
“Hüsn-i Kur’ân’ı görür insân olur hayrân Sana,
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana.”
derken, Faruk Kadri Timurtaş da;
“Mümkün mü ‘Ve’d-Duhâ’ vâr iken medhin eylemek,
Çün söylemiş ‘Le-amrüke’ Rahmân Efendimiz.”
(Duhâ Sûresi varken, O’nu methetmek nasıl mümkün olabilir?
Çünkü Rahmân’ımız , “O’nun hayatına” yemin ettiğini söylemiştir.)
diyerek düşüncelerini mısrâlara dökmüştür.
“Gül”ü vasfetmeye, beşerin kelâm ve kalem gücü yetmese de, bülbül nasıl gül için ömrünün hitâmına kadar ağlarsa; bizler de idrâkimizdeki yetersizliğe, kulluktaki acziyetimize, ifâdelerimizdeki zayıflığa rağmen; öncelikle O’nu anlamaya, bilâhare O’nun gibi yaşamaya, ardından da O’nu anlatmaya son nefesimizi verinceye kadar devam etmekle mükellefiz. Zâten; dilinden “Gül” zikri eksik olmayan uşşâkın salât ü selâmı, ehl-i dilin “Gül” kokulu kelâmı, üdebânın yazılarındaki “Gül” ihtişamı, şuarânın dizelerindeki göz kamaştıran “Gül” ilhâmı ve ârifânın aşkını âşikâr ettiği “Gül” ihtirâmı asırların sînesinde silinmez izler bırakarak “Gül”ü anlatmıştır… Aynı “İz”i tâkip edecek Muhammedî yürekler de; kıyâmete kadar bu yolda yürüyecek, “Gül”ü anlayacak, “Gül” gibi yaşayacak ve “Gül” kokularını dünyanın her yanına taşıyacaktır/ taşımalıdır.
Yazının hitâmında son olarak şunu söylemek istiyorum: O “Gül” bir duâsında Yüce Rabbimiz’i tâzim ederken; “Seni lâyık olduğun surette senâ edemem; Sen, kendini senâ ettiğin hâl üzeresin.”[10] demiştir. Biz de bu duâdan ilhâm alarak; Ey “Gül”! Biz Seni lâyık olduğun gibi anlatamayız; Sen, Yüce Rabbimiz’in senâ ettiği hâl üzeresin! diyor ve O “Gül”ün, Mahşer Günü bizleri de Livâü’l Hamd’in altında gölgelendirmesini, -biiznillah- şefkat ve şefâatinden mahrum bırakmamasını arz-ı niyâz ediyoruz…
Bizleri “Gül”e ümmet edene, sonsuz hamd ü senâ olsun…
“Gül”e, ümmetinin solukları sayısınca salât ü selâm olsun…
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Enbiya, 21/107
[2] Necip Fâzıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, 10
[3] İsrâ, 17/79; Duhâ, 93/5; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I, Mukaddime
[4] Yunus Emre, Güldeste, Canım Kurban Olsun Senin Yoluna, 56-57
[5] Necip Fâzıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, 14
[6] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Mevlîd-i Nebî, 458
[7] Kalem, 68/1
[8] Hassân b. Sâbit, Ali Budak & Ali Belbağ, Kâinâtın Efendisi’ne Na’t Antolojisi, 45
[9] Nâti Mehmet, Der-Nât-ı Seyyide’l-Mürselîn, Emine Yeniterzi, Türk Edebiyatında Na’t Antolojisi, 5
[10] Müslim, Salât 222