Hayatın semâvî renklerinin solduğu, “eşyânın hakîkati”nin maddeye müncer olduğu, ruhlara katmer siyahı gecelerin dolduğu ve mânânın anlamının kaybolduğu bir devirde yaşıyoruz. Öyle bir devir ki; ilmin hakîkati ve hakîkat ilmi vahyin nefesiyle dirilmiyor, varlığın hikmeti ve zamanın kıymeti yeterince bilinmiyor, “zübde-i âlem” olan insanın “zâtı” “hoşça” seslendirilmiyor ve kâinâtın gözbebeği olan “âdem”in gönül dünyasına bir türlü girilmiyor / girilemiyor.
Tarihen sâbittir ki, insanlık dûçâr olduğu; îtikâdî, fikrî, ilmî, felsefî ve rûhî kriz nöbetlerinden “Gül”ün irşâdıyla kurtulmuş, O’nunla bedevîyetten medeniyete giden yolu bulmuş ve “Gül” kokusuyla gönüller itminâna kavuşmuştur. Bu sebeple yaşadığımız çağda; “Gül”ü anlamaya ve O’nun getirdiği âlemşümûl mesajları hakîkî mânâsıyla idrâk etmeye bugün her zamankinden çok daha fazla muhtâcız. Çünkü “Gül”ü anlamak, İslâm’ı gerçek mânâsıyla tanımaktır. “Gül”ü anlamak, Kur’ân’ı doğru okumaktır. “Gül”ü anlamak, vahiyle aydınlanmaktır. “Gül”ü anlamak, gönül dünyamızı anlamlı kılmaktır. “Gül”ü anlamak, “Gül” muhabbetinden Muhabbetullah’a yol bulmaktır. “Gül”ü anlamak, O’nun aşkıyla rûhumuzda çerağ uyandırmaktır. “Gül”ü anlamak, karanlık gecelerden müjdeli şafaklara vâsıl olmaktır. “Gül”ü anlamak, Kur’ân’ın rehberliğinde her türlü yanlışlığı bütün netîceleriyle birlikte ortadan kaldırmaktır. Bu sebeple olsa gerek, ârifler; “Ne ağla ne gül bugün, anla yeter.” demişlerdir.
Ne var ki, “Gül”ü hakkıyla anla/ya/madığımız ve işâret buyurduğu ufku tam olarak algıla/ya/madığımız için; O’nun gösterdiği istikametten uzaklaştık. Yüreklerimizi sızlatan bu güne âit hâl-i pür melâlin üzerine, hayallerimizi bile örtemez olduk. Yarınlara dâir yağmalanmış umutların mahkûmiyeti ve mahcûbiyetiyle baş başa kaldık. Medeniyet tasavvurumuzu yitirmemiz ve irfan kıblemizi kaybetmemiz “Gül”ü anla/ya/mamamızın tabiî bir netîcesiydi aslında. Zîrâ, maşrıktan mağribe kadar bizim medeniyetimiz, ölçü olarak Kur’ân’ı, metot olarak Peygamber-i Zîşan(s.a.v.)’ı, istikamet olarak Kıble’yi, îtikât olarak Ehl-i Sünnet’i ve mürşît olarak da “Gül Yüzlüleri” rehber edinen bir “Gül Medeniyeti”ydi. “Gül”ü hakkıyla anladığımız ve O’nu hayatımızda yaşattığımız dönemlerde “Gül”den yansıyan ışıklar yollarımızı aydınlatırdı. Çehrelerimizdeki hüzünlü ifâdeler, “Gül” Yetimi olmanın garipliğinden bugüne yansıyan bir tecellî olsa da, rahlelerden gönüllere yayılan “Gül” yüzlü tebessümler dilşâd olmamıza yeterdi. Çünkü bu azîz millet, mutluluğun resmini “Gül” dalından yapılmış ve “Gül” mürekkebi çekilmiş kalemlerle yüreklere çizerdi. “Gül” e muhabbeti, “Lâle”ye müştâk ve mesrûr bir hayatın mütemmim cüzü sayardı. Zîrâ “Gül” sâyesinde beşeriyet; İslâm tâcını giyerek insanlık mertebesine yükselmiş; akıl, “Gül”le aslî mecrâsını bularak akıllanmış; yürekler “Gül” cemresiyle gönül hâline gelmiş, “Gül” aşkıyla nefisler dizginlenerek fethedilmişti. Ve bizler “Gül”ün gölgesinde kalarak; “ne yapılacağını” Kur’ân’dan, “nasıl” yapılacağını da Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’dan öğrenmiştik.
“Gül”ün gölgesinde olmadığımız zamanlar, ümmet-i Muhammed’in bahtına hep “âh etmek” düştü, hep “eyvah” demek düştü. Efendisinden kaçan kölelerin “keşke”leri, sararmış takvim yapraklarını işgâl ederken, günahkâr dillerimize riyakâr tevbeler üşüştü… İnancıyla fiilleri çelişen kullar ve âsumanı dolduran samîmiyetsiz duâlar yüzünden “Nazlı Hilâl”in istikbâli asırlardır hep hüsran bölüştü. Gül kokusunun olmadığı diyarlarda, “Gül” hicranıyla berâber geldi sabahsız geceler. O’nun Hendek’teki karnına bağladığı taş, hasret dolu bir hüzünle ehl-i dîlin gözlerinde yaş olurken, “Gül”ü şuur plânında idrâk edememenin sebep olduğu perîşân devirler yüzyıllardır bize arkadaş oldu. Ne hazindir ki, hayatımızda O’nun olmadığı devirlerde pusulamız puslandı. Kıblesiz rotalarda pusuya düştüğümüz için gönül bahçemiz vîrân oldu ve gülistandaki güller hep kokusuz, kokular da hep “Gül”süz kaldı...
Dünyamız, “Gül”ün işâret buyurduğu istikamette hizâya gelmediği için; yan yana dizilen harfler sessiz, peş peşe gelen kelimeler nefessiz, alt alta sıralanan satırlar mesnetsiz, arka arkaya yazılan cümleler mukaddessiz kaldı. “Gül Medeniyeti”nden ayrı düş/ürül/memiz sebebiyle yaşadığımız kırılmalar sonucu; “muhabbet” kelimesinin sesli harflerini yitirdiğimiz, maddî kelepçeler arasında kalan sessiz harflerin de mânâlarını tükettiğimiz için, gönüller “Muhammed”e vâsıl olamadı ve â’rafta kalan rûhumuz bunaldı. Cümle kapısında kaldı cümle cevapsız sorular ve hükmünü yitirdi bütün cümleler…
Asırlardır idrâksizliğin kefenini giydirdik tertemiz duygularımıza. Gündüzlerimiz, Hilâl’siz gecelerin koynuna girdi. Baharı bekleyen düşlerimiz “Gül” kokusuna hasret kaldığı için hazan besteledi yıllardır. “Gül”üuzun zamandır; ölçümüze mihenk, hayatımıza âhenk, hayâllerimize renk yapamadık. Hayâllerimiz; müjdeli şafakların aşkıyla yansa da, akşam alacasından artakalan bir umut ışığı bile taşıyamadı hayatımıza. Nefsâni arzularımız aşk gömleğine alev düğmesi oldu. Hep karanlık bakışlar düştü gölgelerimize. Hep batan güneşlerin arkasından bakakaldık ve sabahı olmayan asırlık gecelerde bunaldık. Kasvetli bir âsuman dünyamızı işgâl ederken, rahmet bulutları gelmez oldu topraklarımıza. “Gül Devri”nden evvelki çöl akşamlarının karanlıkları yeniden tulû etti ufuklarımıza. Hakîkat denizine yelken açan sevdâ akıncıları, hüzün dolu duygularla hicret eyledi coğrafyamızdan… Ukbâya sırtımızı dönerken, dünyaya demir atan karanlık kafesler îmâl ettik, gönül penceremize nefsânî duvarlar ördük ve Hakîkat’in nûruna âmâ olduk. En onulmaz çilelerin beslediği yenilgiler çiçek açtı gözyaşlarımızda. Ve hep hüsran nağmeleri duyuldu ağıtlarımızdan…
Hayatın ötesine yolcu ettiğimiz düşlerimiz ve bahar dalında açan sevdâ çiçeklerimiz sarardı. Güneşe gülümseyecek kardelenlerimiz ve vuslat kervanını kaybeden hayâllerimiz karardı. Zaman, kömürün küllerini elmasa dönüştürürken, “Gül” kokusunu kaybeden bizler zaman içinde büyük bir medeniyetin mîrasını iflâsa götürdük ne yazık ki… “Akrebin kıskacındaki” yelkovan, yıllar yılı yüreğimizi hançerledi. Yelkovanla kol kola giren akrebin zehiri “ruh kökümüze” kastetmek için kanımıza işledi. Sancılar sâniye sâniye, acılar biteviye kalbimizi mesken tutarken, geceler gündüze, gündüzler de geceye içerledi. Kanadı kırık sevdâlarımız umûdunu yitirirken, zamana yenik düşmekten gözlerimiz terledi. Bütün bunlar, iç ve dış dünyamızda; ya “Gül”ün hiç olmamasından veya “nesne” addedilip “özne” olma fonksiyonunun kalmamasından, ya da O’nun hayatımızda şeklî olarak bulunmasındandı.
Artık, hebâ olmuş dünlerin, katledilmiş bugünlerin yüzünü “Gül”den ilhâm alarak yarınlarda güldürmek için “O”nu anlamaya ve hayatımıza taşımaya mecbûruz. Ertelenmiş hayâlleri, ipe çekilmiş ideâlleri, âşinâ olduğumuz melâlleri yeniden İslâm’ın cennet-âsâ iklimine erdirmek için “Gül”e muhtâcız. Dalları kırılmış, ufku karanlıklarla sarılmış, yollarına tuzaklar serilmiş, umutları yorulmuş bir medeniyeti yeniden aşka getirmek için O’nu anlamaya mahkûmuz. Çünkü O, bizim için en doğru istikameti belirleyen yegâne rehber, dünya ve ukbâ saâdetini bahşeden Tek Önder’dir. Çünkü O, doğruluğun ölçüsü ve Hakîkat’in öncüsüdür. Bu sebeple; O’nun her sözü, her hareketi ve her hedefi ümmet-i Muhammed’e istikamet belirleyen bir pusula olmalıdır. Hayatın mânâsını ve dînin muhtevâsını idrâk etmek isteyen, O’nun sünnetine sarılmalıdır. Duâların müstecâp olmasını dileyen, O’nun diliyle ve hâliyle Hakk’a yalvarmalıdır.
O; nûruna pervâne olduğumuz, hüzzamdan Hicaz’a yol bulduğumuz kâinâtın en güzel bestesidir. O, İlâhî vahyi bizlere tebliğ eden, tebliğini en mükemmel bir biçimde davranışlarıyla temsil eden ve en doğru bir üslûpla telaffuz eden eşsiz bir ahlâk âbidesidir. O, İlâhî inşâ projesinin; mîmârı, mühendisi, mübelliği, mübeyyîni, mürebbîsi ve muâllimidir. O; vahyin canlı tefsîridir. O; Kur’ân’ın en doğru müfessiridir. Bu sebeple; O’nu Hakk’ın işâret buyurduğu kıstaslarla idrâk etmemiz bir zarûret, O’nu doğru ölçülerle kavramamız bir mükellefiyet, O’nu hakkıyla anlamamız ise şartın ötesinde bir mecbûriyettir. Yâni “Gül”ü anlamak; “akleden kalbimiz”[1] için vazgeçilmez bir istikamettir. Zîrâ “Gül”ü anlamak; aklımızı kalbimize, kalbimizi de emr-i İlâhîye tâbî kılıp, “akl-ı selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm” zâviyesinden hayata bakmaktır.
“Gül”ü anlamak; îmanla tenvîr edilmiş bilgiyle hâdiseleri yorumlamak ve çağın problemlerine yeni çözümler üretmektir. “Gül”ü anlamak, “Oku!”[2] emrini kâmilen idrâk edip; irâdemizi, zihnimizi ve gönlümüzü nurlandırmak; insanı, eşyâyı, hayatı, zamanı, varlığı “Allah (c.c.) adıyla” ve “Allah (c.c.) adına” “Gül” nazarıyla okumaktır.
“Gül”ü anlamak, hâl-i perîşânımızın kemâlini zevâle döndürmek ve gözü yaşlı Hilâl’in zevâlini yeni bir müjdeli şafakla kemâle erdirmek için, madde ve mânâ plânında her türlü zevâlden kemâle yol bulmaktır. O’nu anlamak; en olumsuz şartlarda bile fetih rüyâları görmek, şartlara teslim olmadan şartları teslim almaktır.
“Gül”ü anlamak, bedevîyetten medeniyete giden nurlu yolu yeni baştan keşfederek; O’nun çağlar üstü misyonunu yaşamak, yaşatmak, hayata bir bahar canlılığında terü tâze taşımak, şeklî bakımdan taklit etmek yerine şuurlu olarak örnek almak ve O’nun muhteşem mirâsını zâyi etmeden üretip artırmaktır.
“Gül”ü anlamak, O’nun fizîkî güzelliklerinin çok daha fevkinde olan ve O’nun esas farklılığını oluşturan; ahlâk ve karakterini, tavır ve davranışlarını, akıl ve irâdesini, şuur ve muhâkemesini, düşünme ve kavrayışını rehber edinmektir. Çünkü O; Müslümanlar için; hem örnek, hem önder, hem ölçü, hem de öncüdür. Efendimiz’in sarığına ve sakalına verdiğimiz önem ve muhabbetin kat be kat fazlasını O’nun ahlâkını yaşamaya, tavsiyelerine uymaya ve muazzez hayatlarını örnek almaya hasr etmemiz gerekirken, bunu yap/a/madığımız gibi hak etmeden şefâat beklemek ve şeklen taklit etmek kolaycılığına dûçâr olduk asırlardır. Hâlbuki bizler, sâdece Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın tek bir emrine dahi tâbî olabilseydik; “İki günü birbirine müsâvî olan Müslüman zarardadır.”[3] hadîsini hayat düstûrumuz hâline getirip O’nun gösterdiği hedefleri kavrayabilseydik ve O’nu gerçekten anlayabilseydik, aslâ bugünkü halde olmazdık.
Şurası muhakkaktır ki, “Gül”ün ahvâlini davranışlarımızda yaşatmak, hayatımızın her safhasını “Gül”le donatmak, gözyaşımızı, alınterimizi ve göz nûrumuzu “Gül” kokusuyla kuşatmak varken; O’nun sâdece hâtıralarıyla yaşamaya çalışmak “Gül”ü anlamamaktır.
Şu husûsu da hiçbir zaman unutmamamız gerekir ki, çağımızda artık “ateşten bir kor” olan îmanımızı “elimizde” tutabiliyorsak[4] , “Lâ ilâhe illallah” Kelime-i Tevhîd’ini büyük bir aşkla ve iştiyâkla söyleyebiliyorsak, bunu “Muhammedü’r-Resûlullah” diyebilmemize borçluyuz. Hâsılı kelâm; derdimiz “Gül”ü anlamamış olmamız, dermânımız ise “Gül”ü anlayabilmemizdir…
Niyâzî-i Mısrî’nin;
“Dermân aradım derdime, derdim bana dermân imiş
Bürhân aradım aslıma, aslım bana bürhân imiş”
dizelerinde ifâde ettiği gibi derdimizin devâsı kendi içinde saklıdır. Bu devâ; “Gül”ü hakkıyla anlamak ve O’nun işâret buyurduğu ufku bihakkın idrâk etmektir. Zâten, Kâinâtın Solmayan Gülü’nün nûrundan başka hiçbir ilaç kâr eylemez bize… Ve Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’dan gayrı hiçbir tabip derman olamaz derdimize… Öyleyse gelin hep birlikte yeni baştan îman tâzeleyerek gönlümüzü “Gül” yaprağıyla âyet âyet örelim ve hayata “Gül” penceresinden bakıp Hakk’ı ve Hakîkat’i dosdoğru görelim.
Sonsuz hamd ü senâ olsun, Kalbimizin Sâhibi’ne… Sayısız sâlât ü selâm olsun, Rahmet-i Rahmân olan Son Resûl’e… Ve selâm olsun, “Gül”ün gölgesinde kalan, “Gül”ü hakkıyla anlayan ve Muhabbet-i Resûllulah’tan Muhabbetullah’a vâsıl olan cümle yârân-ı Gül’e…
Dr. Mehmet GÜNEŞ