Bizim Osman'ın Hikâyesi

Geçenden bir önceki yazımda demiştim: “Osman. Bir gün… Evet, Osman’ın hikayesi var elbette. Ama şimdi anlatmayacağız. Yeri geldiğinde…” Hal böyle olunca da, sizlerin Osman’ın Hikayesi’ni...

Geçenden bir önceki yazımda demiştim:

 “Osman.

 Bir gün…

 Evet, Osman’ın hikayesi var elbette.

 Ama şimdi anlatmayacağız.

 Yeri geldiğinde…”

 Hal böyle olunca da, sizlerin Osman’ın Hikayesi’ni beklediğinizi biliyorum.

 **

 Anlatacağız.

 Yaylalardan gelen kötü kokuyu hep beraber anlatacağız.

 Riyaset makamının nasıl rant kapısı haline getirildiğini dillendireceğiz.

 İnançların nasıl ayak altına alındığını da söyleyeceğiz.

 Ama önce, Mesnevi’den bir hikaye…

 Buyrun:

 **

 KOCAKARI HİKAYESİ

 Doksan yaşında bir kocakarı vardı. Yüzü bumburuşuktu rengi safran gibi sarıydı. Yanağı, sofra altısının baş tarafları gibi kat kattı. Fakat erkek aşkından vazgeçmemişti.

 Dişleri dökülmüş saçları süt gibi ağarmıştı. Boyu yay gibi bükülmüş, her duygusu değişmişti. Böyle olduğu halde koca isteği ve şehvet hırsı hala yerindeydi. Erkek avlamaya aşkı vardı da tuzağı paramparça olmuştu. Vakitsiz öten horoza, yolsuz yolcusuz bir yola benziyordu. Kızgın ateşe konmuş bir boş tencereydi sanki.

 Meydana aşıktı fakat ne atı vardı, ne ayağı. Düdük çalmaya sevdalıydı, fakat ne dudağı vardı ne zurnası. İhtiyarlıkta Allahm, kafire bile hırs vermesin. Bu hırsı Allah kime verdiyse ne kötüdür o kul. Köpek kocaldı, dişleri döküldü mü damalara salamaz, ancak pisliğe gübreye salar.

 Öyle olduğu halde şu altmış yaşındaki köpeklere bak ki her an köpek dişleri biraz daha keskinleşmede. İhtiyar köpeğin, derisinden tüyler dökülür; fakat şu ipekler giymiş kart köpeklere bak bir kere de!

 Bu köpeklerin aşkı da alt yanlarıyla paraya, hırsları da. Kocaldıkça da bu hırsları artıyor, hele bak şu köpek soylarına! Böyle ömür cehennem sermayesi. Gazap kasaplarına salhane.

 Ömrün uzun olsun dediler mi hoşlanır, güler de ağzı açık kalır. Böyle bir bedduayı dua sanır. Gözünü açmaz, kafasını bir türlü kaldırmaz. Kıl ucu kadar ahret ahvalini görseydi, böyle diyene “Senin ömrün uzun olsun” derdi.

 Ekmeğe tapan, bir erkek bir yoksul, bir zembilli dilenci, bir gün Geylan’lı zengin birisinden ekmek alınca dedi ki: Yarabbi sen bu kulunu hoşlukla, selametle evine barkına kavuştur.

Geylan’lı kızıp a çirkin herif dedi, eğer ev bark, benim gördüğüm ev barksa oraya Allah, seni kavuştursun. Aşağılık kişiler, her söz söyleyeni hor hakir bir hale getirirler. Sözü yüceyse, değerliyse bile o sözün kaderini düşürürler. Çünkü söz, dinleyene göre söylenir; terzi kaftanını adamın boyuna göre biçer.

 Mademki meclisteki dinleyenler aşağılık kişiler, aşağılık söz söylemeden başka çare yok. Bu sözü rehine koy da yine o kocakarı hikayesine başla.

 Bir insan kocaldı da bu yolda er olmadı mı adını kocakarı takıver! Ne sermayesi var, ne değeri, ne de bir sermaye kabul edecek kabiliyeti. Ne hoş ve güzel bir şey verir, ne alır. Ne manası var ne anlama liyakati. Ne dili var ne kulağı, ne aklı var; ne görü. Ne kendinde, ne kendinden geçmiş, ne düşünceye sahip. Ne niyazı var, ne nazlanacak güzelliği. Soğan gibi kat kat ve her katıda kokmuş!

 Ne bir yol varmış, ne yola gidecek ayağı kalmış. O kahpenin ne bir yanıklığı var, ne bir ah ve feryadı.

 Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek, yahut taze nane istedi. Ev sahibi, burada ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkanı mı, aptal mısın sen dedi. Dilenci bari biraz yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkanı değil ki.

 A ev sahibi, birazcık un ver bari deyince de yine ev sahibi, burasını değirmen mi sandın dedi. Dilenci her şeyden vazgeçtik, bir çanak su olsun ver dedi. Ev sahibi cevap verdi: Burası ırmak yahut çeşme değil.

 Hasılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle alay etti, acıklandı, yok dedi. Yoksul eve girip eteklerini kaldırdı evin içinde aptes bozmaya niyetlendi. Ev sahibi ey çirkin herif ne yapıyorsun deyince dedi ki: Böyle yıkık yere bari aptes bozayım da ferahlayayım. Burada yaşamanın madem ki imkanı yok, böyle eve ancak aptes bozulur.

 Padişah kolunda beslenmedin, avlanmayı bellemedin, zaten doğan değilsin ki av tutasın. Tavus kuşu da değilsin ki yüzlerce nakışlarla bezenesin de gözleri neşelendiresin. Dudu değilsin ki sana şeker versinler, tatlı sözlerini dinlesinler.

 Bülbül değilsin, aşıkçasına ağlayıp inleyesin, çayırlıkta, çimenlikte yahut lale bahçelerinde güzel güzel çileyesin. Hüthüt değilsin ki çavuşluk edesin. Leylek değilsin ki yücelerde yurt tutasın.

 Ne iştesin sen? Seni ne diye satın alsınlar? Ne kuşusun sen? Seni ne diye yesinler? Bu değer bilmezlerin dükkanından vazgeç, yücel “Allah satın alır” ihsanının dükkanına gel. Köhneliğinden kimsenin almadığı o kumaşı o kerem sahibi alır. Onun yanında hiçbir kalp ret edilmez; çünkü alış verişten kar beklemez ki.

 O bunak sokağa bir gelin gibi çıkmak istedi; a azgın karı, kaşlarını yoldu. Yanağını, yüzünü, ağzını güzelleştirip süslenmek için aynanın önüne oturdu. Yüzüne neşeyle birkaç kere allık sürdü; fakat pörsümüş suratını bir türlü boya tutmadı.

 Kuranın aşır başlarındaki tezhipleri kesti, pis mundar suratına yapıştırdı. Bu suretle yüzünün buruşuklarını örtmek, güzeller halkasına yüzük taşı olmak istiyordu. O tezhipli yerleri yapıştırdıkça yapıştırıyor, fakat çarşafını giydi mi hepsi yere düşüyordu. Yine onları alıp tükürüklüyor, yüzüne yapıştırıyor, fakat yine çarşafına büründü mü hepsi, yere dökülüyordu.

 Bir hayli çalıştı, çabaladı. Nihayet şeytana yüzlerce lanet dedi. Bu sözü der demez İblis göründü de dedi ki: A kademsiz kadit olmuş, kurumuş kokmuş kahpe! Ben bütün ömrümde bunu düşünmediğim gibi senden başka da bu işi yapan kahpe görmedim. Kötülükte acayip bir tohum ektin, alemde musaf bırakmadın.

Sen şeytan ordusunda yüz tane şeytan ordususun. A pis kocakarı, bırak beni. Yüzün elma gibi kızarsın diye kitap bilgisinden nice aşirler çaldın. Satmak ve onlarla kendine şeref ve mevki satın almak için Allah erlerinin nice sözlerini aşırdın. Fakat eğreti renk senin yüzünü kızartmadı. Hurma ağacına bağlanan dal, hurma vazifesini görmedi.

 Sonunda ölüm çarşafı gelip seni bürüdü mü bütün bu ziynetler, yanağından düştü. O göç zamanının “Hadi... kalk, kalk” sesi geldi mi bütün dedikodular yok olur gider.

 Sükut alemi gelir çatar. Bari sen, o gelmeden sus. Vay o kişiye ki ölümle ünsiyeti yoktur! Gönlünü bir iki günceğiz cilala da o aynayı kendine defter edin. Sahip kıran Yusuf’un sayesinde Züleyha yeni baştan gençleşti.

 Kocakarı soğuğunun o soğukluğu, temmuz güneşiyle değişiverir. Meryem’in sızıldanışıyla kurumuş hurma dalı yeşerir, hurma verir. A kocakarı, kaza ve kaderle niceye bir savaşıp duracaksın, geçmişi bırak da eldekini ara. Mademki yüzünün güzelleşmesine imkan yok; ister allık sür, ister kara mürekkep.

 **

 Evet…

 Gelelim Bizim Osman’ın Hikayesine…

 Osman birgün almış başını çıkmış dağlara doğru.

 Bir bakmış…

 Pardon, yerimiz kalmadı…

 İnşallah haftaya…

Genel Haberleri