Mehmed Âkif, İslâm medeniyetinden yanadır. Safahat’ın “Süleymâniye Kürsüsünde” dile getirdiği mısralarında İslâm medeniyetini fazilet ve insanî değerleri üstün tutan bir medeniyet olarak tavsif eder:
“…Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine / (…) / Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını /Sonra hâlık tanıyan bir sürü vahşî yığını / Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik / Bir terakki ile dünyâya kesilmiş mâlik? / Nasıl olmuş da o fâzıl medeniyyet, o kemâl / Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhal? / Nasıl olmuş da zuhûr eyleyebilmiş Sıddîk!/ Nereden gelmiş o Haydar’daki irfân-ı amîk? / Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da, Ömer / Sonra bir adle sarılmış ki: Değil kâr-ı beşer?/ Hâil olsaydı terakkiye eğer şer'-i mübîn / Devr-i mes'ûd-i kudûmuyle giren asr-ı güzîn / En büyük bir medeniyyetle mi eylerdi zuhûr?”
Hülâsa bir ifadeyle, câhiliye dönemlerinde kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşî ve câhil bir kavimden Hz. Ebubekir Sıddık, Hz. Ali, Hz. Ömer gibi medeniyet inşacılarının çıkması, İslâm medeniyetinin fâzıl bir medeniyet olduğunun delâletidir diyor.
ÂKİF’İN İSLÂMLARA VE MEDENİYETE BAKIŞI
“Âkif’in bir müddet reformist İslâmcıların tesirinde kalmasından dolayı İslâm ve medeniyete pozitivizmin terakki anlayışıyla baktığını, Batı tipi modernleşmeden yana olduğunu” söyleyerek itibarsızlaştırmak isteyenler var. Pozitivist aydınların özelliği İslâm’dan şüphe etmek, medeniyete pozitivizmin açıkladığı ilim ve keşiflerle bakmaktır. O, İslâm’ın kaynaklarını değil, Batı karşısında canlandırılamadığını tenkit etmiştir. Bu savunma halet-i ruhiye içinde olması onun “pozitivist / ilerlemeci” zihniyetten tesir aldığını göstermez.
Yaşadığı döneme hâkim olan umumi bakış, Batı’nın maddî olarak üstünlüğüydü. Batı’nın maddî terakkilerine imrenme duygularıyla bakması zihniyetiyle ilgili değildir. Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşını müteakip Batı’nın terakkisine imrenme bakışı görülmez. Batı’nın sadece maddî çalışkanlığını, disiplinini misal olarak gösterir. İslâmların tembelliğinden, atâletinden yakınır, âyet ve hadislerin buyurduğu “Dünya için de çalışmalı” düsturunu ihmal ettiği gerekçesiyle keskin tenkitler yapar. “Çalış! dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun / Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!” şeklinde yüzlerce mısralarıyla İslâm medeniyetini savunuşunda Allah ve Resûlünün buyruklarını referans gösterir.
“Dünya bir meydan-ı heycadır (mücadele meydanı); burada saldıran, elleri kolları bağlı durana daima galebe çalar; galib mağlubu kendine esir eder” diyerek çalışmanın dünya hayatındaki önemini belirtir. Çöküş yıllarında fonksiyonunu yerine getiremeyen tasavvuf / tarikat gibi terbiye müesseselerini “hurafe” ve “tembellik” yerleri olarak hicvetmesi, onun Kur’ân ve Sünnet kaynaklı bir İslâm medeniyetinden yana olduğunu gölgelemez. Laik/seküler bakışa değil, tevhid anlayışına sahip ve şeriatçıdır.
Batı’nın sadece ilminin ve fenninin alınması gerek: “Alınız ilmini Garb'ın, alınız san'atını.” Bu mısraın fikirleri bazı İslâmcı münevveran tarafından “yanlış” bulunarak tenkit edildiği malûm. Oysa “Batı’nın ilim ve san’atından…” kastedilen fen, sanayi ve teknolojidir. Kur’ân merkezli ilim anlayışından taviz mânasında değildir. Batı ile münasebetlerimizin teennîli ve tedbirli olmak şartıyla “fen ve sanayi prensipleri üzerinde olmasını” savunur.
GARB, HIRİSTİYAN BATI MEDENİYETİNİN KARŞILIĞIDIR
Âkif’in bütün şiirlerinde “Garb” kelimesi hıristiyan dininin, yani Batı medeniyetinin karşılığıdır. Medeniyeti Batı’da arayanlara, sanatıyla, mimarisiyle gerçek bir medeniyete sahip olduğumuzu söyler ve Osmanlı'nın medeniyet dehası olan Selatin câmilerini gösterir.
Tanzimat'la birlikte Batı'ya gidenler Batı medeniyetinin hayat tarzını ve kültürünü getirmişlerdir. Âkif bu durumdan rahatsızdır. “Bu, yanmadık yeri kalmışsa, kağşamış (harap olmuş) yurda / Meğerse Avrupa kundak sokar dururmuş da” mısralarıyla İslâm milletlerine yaptığı zulümlerden dolayı Batı medeniyetinin “kundakçı” olduğunu ifade eder.
“Tek bir medeniyet vardır, o da Batı medeniyetidir. Geri kalışımız İslâm’dandır; ilerleyebilmemiz için Batı'nın bütün fikirlerini kabul etmek lâzım. Bunun için gerekirse Allah inancının dahi terk edilebileceğini” söyleyen Abdullah Cevdet gibi pozitivistlerle Ziya Gökalp gibi, “Dinle devlet işlerinin ayrılması ve muasırlaşmamız için Batı medeniyetine tam sûretle girmek gerektiğini” düşünenleri “Garbın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkum” olarak târif eder.
“Hayır mehâsin-i Garb’ın birinde yok hevesi / Rezâil oldu mu lâkin, şiârıdır hepsi!” mısralarıyla bu düşünceye sahip olanların, Batı'nın işimize yarayacak güzelliklerini değil de, Batı'nın rezil medeniyetini toptan arzuladıklarını ve bunların idraklerine tükürülmesi gerektiğini söyler.
ÂKİF’TE MEDENİYETLE DİN AYNIDIR
Medeniyetle dinin birleşemeyeceğini, dinin ilerlemeye engel olduğunu iddia edenlerin aksine, medeniyetle dinin aynı olduğunu, İslâm milletlerinin İslâm'ı en güzel yaşadıkları devirlerde dünyaya önderlik edecek medeniyet kurduklarını belirtir. İslâm’ın kemâl mertebede tecessüm ettiği Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin medeniyetle dinin birlikteliğinin en güçlü ifadesi olduğunu heybetli mısralarıyla anlatır.
“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraı ile Batı medeniyetinin Allah ve insan merkezli bir medeniyet olmadığını, ruhunun sağır, kalbinin hissiz olduğunu söyler. Ona göre Batı medeniyeti ikiyüzlüdür. Gerçekte kahpe ve yüzsüz, hayâsız ve sefildir. Bu medeniyetin mensupları güvenilmez ve alçak, sömürgeci ve İslâm milletlerine düşmandır.
“AVRUPA MEDENİYETİ BİR MEDENİYET-İ FÂZILE DEĞİLDİR”
Balkan, Çanakkale ve İstiklâl savaşlarında Batılıların alçaklığının sınırsızlığını gören Âkif, “Avrupa medeniyeti, bir medeniyet-i fâzıle, bir medeniyet-i hakikiye-i insaniye değildir” diyerek, Batı medeniyetinin faziletten, insanlık vasfından uzak olduğunu belirtir. “Fatih Kürsüsünde”, “Zebûn-küş Avrupa bir hak tanır ki; kuvvettir” mısraıyla Avrupa medeniyetini kendisinden zayıf olanı ezen ve kuvvet üstünlüğüne dayanan bir zebun avcısı olarak târif eder. Bu mânada Said Nursî Hz.lerinin “Medeniyet-i hâzıra’nın (Avrupa medeniyeti), kuvvet, menfaat, cidal, unsuriyet, (ırkçılık) heva ve heves gibi beş menfi esas üzerine tesis edildiği” şeklindeki fikirleri onun fikirleriyle benzerlik taşır.
Kuvvete ve cinayete dayanan Batı kendi dışındaki milletlere her türlü zulmü yapmaktan geri durmamış, Çanakkale Savaşı’nda her türlü vahşeti sergileyerek vahşî yüzünü bir daha göstermiştir. “Hakkın Sesleri” şiirinde Batı medeniyetinin vahşet yüzünü anlatır: “Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar! / Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler! / Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler! /‘Medeniyyet’ denilen vahşete la’netler eder / Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler! / Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden!”
İslâmların ezelî düşmanı merhametsiz Batı medeniyetinin dümen suyunda istikâmetini şaşıranlar, Âkif’in ihtarlarını dinlemeleri gerek: “Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan! (…) /Ne hükûmet kalıyor ortada billâhi, ne din! / ‘Medeniyet!’size çoktan beridir diş biliyor / Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.”
GÖKALP’İN MEDENİYETİ BEYNELMİLELDİR
Ziya Gökalp, İslâm medeniyetinin bir veçhesi olan Osmanlı mirasını reddettiği “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” kitabında medeniyeti İslâm’dan ayırır. Medeniyet, farklı etnik grupların oluşturduğu ve birbirlerine aktardığı rasyonel davranış biçimleridir. Kültür ise “ulusun” örf ve âdetlerinden oluşmakta ve kendine özgüdür. Öz Türk kültüründen beslenen Türklüğü koruyarak (öz Türk kültürüyle, İslâm’ın sadece bir unsur olduğu laik Türk kültürü kastedilmektedir) Avrupa medeniyeti içinde yer almak mümkündür.
Ona göre, Tanzimatçılar yenileşme hareketlerinde Batı medeniyetine tam olarak dahil olamadılar. Türkçüler, Bizanslı olan Şark (İslâm) medeniyetini büsbütün terk ederek Garp medeniyetini tam bir sûrette almak istediklerinde azimlerinde muvaffak olacaklardır. Avrupa medeniyetine kesin bir sûrette girmedikçe, Milletler Cemiyeti’ne girmemizden bir fayda hâsıl olmaz. Türkçü olanlar, Türk kültürünü koruyarak Garp medeniyetine tam ve kati surette girmek isteyenlerdir. Kapitülasyonlarla Avrupa’ nın haricinde telâkki olunan bir milletiz. Japonlar Avrupaî bir millet sayıldıkları hâlde, biz hâlâ Asyaî bir millet addolunmaktayız. Bunun sebebi de Avrupa medeniyetine tam bir sûrette girmeyişimizdir.
Onun bu görüşüne karşı belirtelim ki, İslâmlaşınca millet hüviyeti kazanan Türklerin İslâm medeniyetinden olması tabiri caizse farz hükmündedir.
GÖKALP: “İSLÂM MEDENİYETİNDEN KOPMADAN BATI MEDENİYETİNE GEÇİŞ OLMAZ”
Mehmed Âkif’in aksine modern medeniyetin kökten alınması gerektiğini savunur. Gökalp’e göre bu durumda Türklerin kendi öz kültürlerini ve dinlerini terk etmeleri mânasına gelmez. Çünkü din, kültür ve medeniyet birbirine ircası mümkün olmayan farklı toplum gerçeklikleridir. Ancak onları modern toplumun bünyesinde uzlaştırmak mümkündür. İslâm medeniyetinden kopmadan Batı medeniyetine geçiş olmaz. Doğu, yâni İslâm medeniyeti bütünüyle bırakılmalı, Türk kültüründe kalarak Batı medeniyetine geçilmelidir.
GÖKALP: “MEDENİYET DİNİN TEMELLERİNDE İNŞA OLUNMAZ”
Gökalp, medeniyetin dinin temellerinde inşa olunmadığını, medeniyeti muasır Avrupa’da aramak gerektiğini ileri sürer ve medeniyete din temelinden bakmaz. Hiçbir medeniyet hiçbir dine bağlanamaz. Bir Hıristiyan medeniyeti olmadığı gibi bir İslâm medeniyeti de yoktur. Doğu ve Batı medeniyetinin kaynaklarını İslâm ve Hıristiyan dinlerinde değil, başka yerlerde aramak gerek.
Halbuki medeniyetin oluşmasında dinin esas olduğu, dünyanın bütün ilim erbabının kabul ettiği bir gerçektir. Bin yıllık Müslüman Türklükte kültürün de medeniyetin de zemini İslâm’dır.
“HARS VE MEDENİYET AYRIDIR, TÜRKLER BATI MEDENİYETİNE GİRMELİDİR”
Gökalp, iddiasını şöyle sürdürür: Bir medeniyet birçok kavim ve devletleri içine alabildiği gibi bir ulus zamanla medeniyet de değiştirebilir. Asya’da iken Uzak Şark medeniyet dairesine, İslâmî Sultanlık döneminde Orta Doğu medeniyet dairesine dâhil olan Türkler, hars birliğine dayanan ulus olunca Batı medeniyeti dairesine girmeleri gerekir. Kültür kavramı dinden ayrı bir oluşumdur. Hars (kültür) ve medeniyeti ayrı gördüğünü, medeniyetin uluslararası hususiyetleri sebebiyle harsa zarar verilmeden alınıp değiştirilebileceğini savunur. Dolayısıyla Doğu (İslâm) medeniyetinden Batı medeniyetine kolayca geçmek mümkündür.
Gökalp’e göre aslında medeniyetler de kültürlerin karşılaşmasından ve karışmasından meydana gelir. Hars millî, medeniyet ise milletlerarasıdır. Hars, tabiî bir gelişmenin sonucudur ve topluma aittir. Medeniyet ise sunidir ve fertlerin iradesiyle meydana gelmiştir. Dolayısıyla milletler zaman içinde medeniyet değiştirecektir.
“TÜRK HARSI VARDI, OSMANLI MEDENİYETİ ÜZERİNİ KAPATTI”
Ona göre, “Osmanlı medeniyeti dediğimiz bir mecmua vardır ki, bütün unsurları cansız an’anelerden ibarettir. Türk harsı adını verdiğimiz başka bir manzûme vardır ki bu da baştanbaşa canlı an’anelerden mürekkeptir. Bugün inkılâpçı Türkiye inkılâp yaparken Osmanlı medeniyetini değiştiriyor. Türklüğümüze gelince bunların mecmuuna hars nâmı verilir. Ergenekon hayatı yaşayan Türk halkının harsı vardı. Osmanlı medeniyeti bunun üzerini kapatarak, şimdiye kadar görünmesine mâni olmuştu. Şimdi o, yeni bir Bozkurt’un rehberliği ile bu Ergenekon’dan sağlam ve dâhi bir millet olarak meydana çıkıyor.”
Gökalp böyle düşünüyor. “Cansız dediği an’aneler” İslâm’dan neşet eden değerlerdi. Yeni bir bozkurt rehberliğinde Batılılaşmış laik muasır bir medeniyeti ideal olarak gösteriyor.
Hâsılı, bugün Türkiye’nin Âkif’in mi, Gökalp’in mi medeniyet anlayışına ihtiyacı var?
-----------------------------------------
İLÂVE YAZI:
ŞEHR-İ MARAŞ’TAN BOSNA’YA SELÂM VE DOSTLUK GÖTÜRENLER
Daha önceki seyahatiyle Bosna’nın “Ayvaz Dede Şenliği”ne Türkiye’den Mostar Dergisi kültür heyetiyle katılan ve döndüğünde “Medeniyetimizin Uzantısı Bosna” ve “Medeniyetimiz Bosna” konuşmalarıyla gönüllere Bosna sevgisi damıtan Türkiye Yazarlar Birliği K. Maraş Şubesi Başkanı Öğretim Gör. İsmail Göktürk geçen hafta bir grup şâkirdiyle yine evlâd-ı fâtihan diyarı Bosna’ya selâm ve dostluk götürdü.
“Ecdâdın mirasını selâmlayıp, evlâd-ı fâtihan diyarı Bosna’ya, Batı’da erişilmiş son nokta olan Mostar Köprüsü’ne ayak basmaya gidiyoruz…” diyen Türkiye Yazarlar Birliği K. Maraş Şubesi temsilcilerinden H. Ahmet Eralp’la;
“Düştük yine yollara / Önce İstanbul, sonra Bosna /Dağlar sırdaşımız, yollar arkadaşımız / Dâva bize, Maraş size emanet /Anadolu’nun Bosna nahiyesine geldik” diyen Ferhat Ağca ile;
Oflu Süleyman Kılıçbay, Ali Demirel (Derviş Ali) ve Mostar Grubu’nun bazı üyeleriyle;
Müslüman Bilge Kral Aliya İzzet Begoviç’le Bosna şehitlerinin kabrini ziyaret etmek, Mostar Köprüsü’nden Sultan Fatih’in askerleri gibi İ’lâ-yı Kelimetullah üzere geçmek, Saraybosna’daki Gâzi Hüsrev Bey Câmii’nde namaz kılmak, Gâzi Hüsrev Bey Türbesi’nde dua etmek, Gâzi Hüsrev Bey Kütüphanesi’nde çay içerek Osmanlı’yı anlatan kitaplara dokunmak, Buna Irmağı’nın doğduğu yamaçta kurulu üç katlı ahşap binadan oluşan Balagay Tekkesi’nde, yani Sarı Saltuk Tekkesi’nde diz çökmek için kar-kış demeden İstanbul’daki ulvî mekânları ziyaretin ardından Bosna’ya varıp geldiler.
Görelim, kutlu Cuma Sohbetleri’nde neler anlatacaklar?