Tarihi olduğu halde, tâlihi olmayan Türk Milleti’nin acı hatıralarını dile getiren hüzünlü türküler söylenir, “gidip de dönmeyenler” için ağıtlar yakılır… “Ah o Yemen’dir / Gülü çemendir /Giden gelmiyor / Acep nedendir” diye cevâbı bilinen sorular sorulur; belki teselli verecek birisi çıkar düşüncesiyle… Ya da yüreğinin bir köşesinde hiç söndürmediği umut kandilini yanık tutmak için… Ama bir başka yüreği yanık bu suâle yine bir Yemen Türküsü’yle: “Mızıka çalındı düğün mü sandın / Al yeşil bayrağı gelin mi sandın / Yemen’e gideni gelir mi sandın” diye cevap verir… Bir başkası da, bu türkünün nakaratını söyleyip: “Dön gel ağam dön gel dayanamirem / Uyku gaflet bastı uyanamirem / Ağam öldüğüne inanamirem” dizelerini seslendirerek; bir yandan yüreğini serin tutmaya gayret ederken, öbür yandan da umudunun hiç yitmediğini göstermek için önce bu sözlere kendini inandırmaya çalışır, sonra da bu naif umudunu türkü diliyle cümle âleme ilân eder…

 Türküler kimi zaman pişmanlığın kucağında filizlenir, gam otağında büyür, çile ocağında olgunlaşır… Türküler, bitmeyen çilemize yoldaş olurken, bir yürek tutkusunu sazın tellerine resmeder… Ve bir “Sürmeli” olup dile gelir usulca… “Dersini almış da ediyor ezber / Sürmeli gözlerim sürmeyi neyler / Bu dert beni iflâh etmez deleyler / Benim dert çekmeye dermânım mı var” dizeleriyle bizleri hüzün denizinde gezdirirken, duygularımızı da şâha kaldırır… Yaş ekin misâli biçilen bir genci anlatırken Ziyâ’ya ağıt olur: “ Çamlığın başında tüter bir tütün / Acı çekmeyenin yüreği bütün / Ziyâ’mın atın pazara tutun / Gelen geçen Ziyâ’m ölmüş desinler / At üstünde kuşlar gibi dönen yar / Kendi gidip ahbapları kalan yar” türküsü her dinleyeni melâl yağmurlarıyla sırılsıklam eder… Türkülerimiz, duyulan kara haberlere ağıt yakarken, yanık yürekleri serinletmek için üzüntülerimizi paylaşmak ister: “Maraş’tan bir haber geldi / Dediler ki Merik öldü / Keşke Merik ölmeseydi” diyen bu içli ezgiler, dert ortağımız olur…

 Gün akşama yaslanınca; “Elâ gözlüm ben bu ilden giderken / Zülfü perişanım kal melûl melûl” diyenler,  “Geçti dost kervânı eyleme beni” serzenişiyle, “İki kapılı bir handa” “gündüz gece” demeden yürüyenler, “Azrâil’im gelir kendi / Ne ağa der, ne efendi / Sayılı günler tükendi / Yolun sonu görünüyor”  türküsünde olduğu gibi, her nefes alışta mukadder âkıbete doğru bir adım daha yaklaşırlar… Sevdâlılar öldükten sonra da   “dileğini türkülere emânet ederek; “ Mezarımı yol üstüne kazsınlar / Yâr geçerken belki bana can gelir” vasiyetinde bulunurlar…     

 Netice olarak bizim türkülerimiz; hayatın her kesitinden, tarihimizden, coğrafyamızdan, inancımızdan, değer yargılarımızdan, ruh kökümüzden, hayatı kavrayış biçimimizden pasajlar taşıyan mükemmel âbidelerdir…

 Bizim türkülerimiz, modern çağın metalik gürültülerinden meydana gelen; yılan tabiatlı, timsah ruhlu, kaktüs görünümlü pozitivist dünyadan yükselen bir ses kirliliği olmadığı gibi; aklı putlaştıran, aşkı öldüren duygu fakiri bir nota karmaşası da aslâ değildir…

 Hâsılı kelâm türkülerimiz; sazın söze, sözün saza Türk’çe düşünüp, Türkçe söylediği muazzam kitâbelerdir… Türkülerimiz; Orta Asya bozkırlarından yayılan sesin, Anadolu yaylasında bâzen Yavuz’ca, bâzen de Yunus misâli yankılanmasıdır…  Türkülerimiz; bizim olan desen ve motifleriyle, bize has ifâde ve dizeleriyle,  bizi anlatan muhtevâ ve müktesebâtıyla, gönül burçlarımızda dalgalanan ses ve söz bayrağımızdır…  Selâm olsun Ay-Yıldızlı ses ve söz bayrağımıza âşina olan nesillere, melâlimizi ve merâmımızı anlayanlara… Türkülerimize dâir bir der-kenâr olan bu yazıyı Yunusumuzun diliyle bitirelim:

 

Bilmeyen ne bilsin bizi

 Bilenlere selâm olsun…”                                       

 

                                                                            Dr. Mehmet GÜNEŞ